kafası karışık olmak
yaşadığımız kötü tecrübeler bize bir yandan "kaderimiz böyleymiş ama ben seni bu hayattan çekip çıkaracam demekse hiç demesin bana, bi rakı daha ısmarla da boyunu görelim" diyen bir konsomasyon prensesi gibi veryansın ederken, diğer yandan gitme hacı kal der ama ücretini de peşin alır.
ücreti nakden ve peşin olarak ödenen her şeyin bir son kullanma tarihi, bir de hurda değeri vardır.
bu denklem genelevde, ilk deneyimini yaşamış bir ergenin yüzünde beliren erkeksi hayvani tebessümüdür
peki ya birine karşı hissettiğiniz o kocaman aşk?
üzerine yazılmış onlarca hikayelerden bir tanesini de benden
yeni mezun olmuştum ideallerim arasında yoktu ama ciddi bir atılım yapmadan önce sırf eğlence olsun diye üzerine atladığım bir abimize ait radyodan gelen teklif oldu, ki o dönemler radyolar çok popülerdi.
üç beş ay sonra bildiğiniz program yapıp sunmaya başlamıştım ve gerçekten de düşündüğüm kadar eğlenceli zamanlar geçiriyordum, bizim radyo yeni kurulmuş maddi bütçesi dar mütevaziydi, herşeyiyle ilgileniyordum ve bu aşamada çok şey öğrenmiştim, bir gün alanyada bizim gibi yeni kurulmuş bir radyonun sahibi bizden yardım istedi, hemen gönüllü oldum, kısa bir tatil var ucunda ve herşey dahil bedava tatil, bırak gönüllü olmayı atladım resmen, bir süre yalnız kalmaya da çok ihtiyacım vardı üstelik.
alanyaya gittiğimde sonbahardı buna rağmen hava berbat sıcaktı etrafta alışık olduğum düşen sarı yaptaklar yoktu inanılmaz bir nem karşıladı beni, radyo alanyaya hakim bir tepedeydi ve nihayet ulaştığımda nerden düştüm bu cehenneme edasına bürünmüş bir suratla içeri girdim, çok iyi insanlardı beni bir profesörü karşılar gibi karşıladılar onlara hiç söylemedim ama belki de bu iş kolunda onlardan bile yeniydim, beklentileri boşa çıkartamazdım hemen işe koyuldum, bazen mola zamanlarında hadi yüzmeye dediklerinde ben hep isteksizdim, çünkü yüzme bilmiyor ve bunun bilinmesini de istemiyordum, serinleme ihtiyacının tavan yaptığı bir gün ben de katıldım aralarına ama çok çabuk yakayı ele verdim, dedim ya iyi insanlardı öyle dalga falan da geçmediler bir bebeğin yürümeye başlaması gibi suda day day yaparak bana yüzmeyi öğrettiler de, bazı zamanlar ise balık avlayarak bira içerek günü tamamlamaya çalışıyordum.
bu iş tatili bana iyi gelmiş gibiydi tam olmasa da yüzmeyi bile öğrenmiştim. radyoda işler düzenli bir hal almaya başlayınca artık dönebilirimi düşünmeye başlamıştım.
işte o gün çok iyi hatırlıyorum o nu gördüm, sıcaktan bunalmış ama bir balerin edasıyla fütursuzca o narin bedenini sağa sola savurarak radyodan içeri girdi, etrafla pek ilgilenmeden bana yakın bir koltuğa oturdu soluklandı, oksijen onun için yaratılmıştı, ve o an oksijenim tükendi, o inanılmaz ses tonuyla ki şimdiye kadar hiç duymadığım bir tonda şarkı söyler gibi, suyunuz var mı diye sordu, belli ki radyodakileri tanıyordu, ben hemen uludağın, erciyesin tüm sularını delta yapıp akdenize akıttım, sıcağın etkisiyle kavrulan bizlere inat bedeni birazdan kanatlanıp benim mülteci bile kabul edilemeyeceğim diyarlara doğru uçacak gibi duruyordu, suyu öyle bir içişi vardı ki suyun ağzından içine akışı şelaleden akan bir su gibiydi, içine atlamamak için zor tutuyordum kendimi.
neyse suyunu içti bir iki reklam dosyası bıraktı birileriyle konuştu ve gitti, sanki güneş birden batmıştı içerisi karanlığa büründü her şey sessizleşti, oksijeni de beraberinde görürdü.
ertesi gün yine geldi, içeri süzülerek girerken yaydığı enerji, tüm insanlığa yeterdi.
sohbet etmeye çalıştım ve muhabbet uzasın diye o kadar saçmalamaya başladım ki, konunun radyodan, dedemin köydeki cılız eşeğine nasıl geldiğini hiç anlamadım, gerizekalı olduğumu düşüneceğinden korkup daha gerizekalı bir hareketle "akşam ne yapıyorsun?" sorusunu pat diye yapıştırdım, elinde darbukayla gezinen romanların, avukatların ve meleklerin her sorunuza verecek üst perde bir yanıtı mutlaka vardır.
"dışarı çıkmayı hiç düşünmüyorum derken yüzüne takındığı o tebessüm uğruna, amca oğlunu bıçaklar, üç dört yıllığına sigarayı bile bırakabilirdim..
galiba o ana kadar reddedilme duygusu hiç bu kadar güzel olmamıştı ama bir şekilde onu görmeli ve bunun için de bir şey yapmalıydım.
"benim de alkolle pek aram yoktur zaten" yalanını söylediğim an etrafımdaki insanlar kahkaha atmasalar ayrıca hoş olurdu.
"anladım" dedi, bu kez tebessümün dozunu artırmıştı, atomun parçalanması böyle olmalı diye düşündüm
"o zaman akşam saat 8 gibi burada buluşalım, sen alkol iç ama ben sıcak bir şeyler içerim ve de ben ısmarlarım".
"süper" diye bağırmışım heyecandan ne dediğimin farkında bile değildim ki.
saatler çok zor geçti, bir taraftan, yağmurun yağmasını ve onunla singing in the rain deki gene kelly ve debbie reynolds gibi şarkı söylerek dolanmayı isterken öte yandan içim içime sığmıyor sevinçten kuduruyor halay falan çekiyordum.
hiç romantik olamadım ki ben zaten.
nihayet saat 8 olmuştu ve ben radyonun önünde, kuzey kore sınırında nöbet tutarken tuhaf taklalar atan güney koreli askerler gibi geziniyordum, birden napıyorum ben dedim aslında onu beklemiyor gibi yapmam lazımdı ve hatta onu gördüğümde yüzümde şu ifade olmalıydı: "aa, doğru ya, seninle buluşacaktık değil mi? e madem geldin, hadi çıkıp şöyle bir dolanalım".
ama görüntü hiç öyle değildi ne zaman overdose stres ve heyecan yüklense bedenime, bedenim beyinimden kopuk hale düşüyordu.
geldi.. vallahi de geldi, billahi de geldi. ama o da ne, yanında, ondan bir kaç yaş daha küçük olduğu belli başka bir kız daha vardı. "selam" dedi gülümseyerek ve bu selamı verirken nedense bana sabah ki kadar güzel gelmemişti.. "tanıştırayım, xxx.. default risk.. xxx benim kız kardeşim"
"sen de hoşgeldin ufaklık " dedim halbuki kız beden en fazla iki yaş küçük duruyordu.
ufak bir hayal kırıklığımla birlikte kız bana ateş eder gibi baktı, cep telefonları kemerlerine takılı kılıfın içinde duran zengin marangozlar ve mesaileri biter bitmez her türlü şaklabanlığı ve ahlaksızlığı mübah gören turizm sektörünün hiç de kalifiye olmayan çalışanlarının takıldığı, tekno müzik ve ankara havaları çalan bir barın dışarıda bulunan masalarından birine oturduk
çok şükür ki müzik henüz başlamamıştı, ailelerimizden, arkadaşlarımızdan, yaşadığımız şehirlerden bahsettik, birbirmize yazar ve müzisyen isimleri verdik yine de bu güzel sohbetin her saniyesinde, sanki birazdan kalkıp gidecek de, bir daha onu asla göremeyeceğim diye delicesine korkuyordum fakat kız kardeşinin çok sıkılmış olduğu elindeki telefonu artık masaya bile bırakmamasından anlaşılıyordu.
"abla kalkalım mı, geç oldu" oysa geç meç olmamıştı, bir şekilde mesajlaştığı o gerizekalı, köşede sessiz sedasız oturup, ablasına korumalık yapan bu dişi şövalyeyi usandırmış olsa gerek ki, gitmek istiyordu. zaman durdu, dünya durdu, marangozlar geldi, garsonlar ay yürüyüşü şovuna başlamak üzereydi yani.
göz göze geldik, yine gülümsedi.
zaman duruyor orda, elleşmeyin, kardeşine baktı, bana baktı, yine güldü. "sen git, ben biraz daha kalıyım" dediği an çıkarmışım cebimdeki smith wesson’u, döşüyorum mermileri marangozlara bilaaderr!!
kardeşi gitti, böyle bildiğiniz yok oldu, toz oldu, uçtu kayboldu gitti işte.. garsondan hesabı istedim ve kalktık.
düştük kentin sokaklarına,ufak adımlarla yürüyor ve alçak tondan sohbet ediyorduk muhabbetin ilişkilere geldiği an, birden durdu. "ayaklarım bu ayakkabılar yüzünden çok ağrıdı, çıkarıcam bunları" dedi. "beni kucağına al ve binbir gece masalları yaşat bana yakışıklı prensim" diyecek sandım ya lan, çıkardığı ayakkabılarını eline aldı ve "hadi devam edelim" dedi ve devam ettik.
en sevdiğimiz rengi neden sevdiğimizden, en sevdiğimiz hayvanın hayvanlığından, en korktuğumuz şeyin aslında korkulmaması gerektiğinden falan bahsettik. bu sefer ben durdum. "zıplamaya gidelim mi" dedim. bahsettiğim şey trambolindi.
artık benim de ayakkabılarımı çıkarma vaktim gelmişti. işin en güzel tarafıysa hiç itiraz ve tereddüt etmeden tramboline çıkıp, o saniye zıplamaya başlamasıydı. 10 dakika kadar zıpladık, taklalar falan bile attı. ben de "anam ayağım, oy başım ağrıyo" nidalarıyla tamamladım trambolin sefasını.
aşağı iner inmez, işletme sahibi "hadi ablam, hep orada zıpladın, şimdi son kez bir de burda zıpla" dedi.
bilen bilir, trambolinden indikten sonra, düz zeminde zıpladığınız an bacaklarınız kırılacakmış gibi olur, işte o an olan oldu ve uzaklardan zurnanın ve davulun sesi yüksele yüksele dolanmaya başladı etrafta tiz ama o bir o kadar da sevimli bir çığlık eşliğinde sendeledi ve iki kolunu düşmemek için boynuma doladı.
o an hissettiğim karakterin adı herkül mü desem, örümcek adam mı?
bir an için sımsıkı sarılmış olduğu boynumdan kurtulmak istediyse de, bacakları titriyordu ve beni üç beş saniye kadar daha bırakamadı.
"pardon" diyerek doğruldu, yüzündeki o utangaç ifadeyi; ortaokulda okul çıkışı hergün takip ettiğiniz hiç konuşamdığınız kızın birden bire dönmesiyle yüzyüze geldiğiniz an hariç hiç bir yerde göremezdiniz ben de tedirgin bir şekilde "iyi misin" dedim ve durumu kotardım ve oradan ayrıldık aslında ben halen, her an gidecek diye ürke ürke ama çaktırmadan saatime bakıp durmaktaydım.
konu dönüp dolaşıp bu sefer de spora ve yüzmeye gelmişti. o çok küçük yaşlardan beri yüzmeyi biliyor ve seviyordu bense yeni öğrenmiştim ama sanki milli yüzücü gibi şöyle atladım böyle daldım boş boş anlatıyordum ve bana ne dedi biliyor musunuz?? "yüzelim mi" dedi.
o gece, gece gece yüzmekten bahsediyordu, ben de, saraylarda, konaklarda, büyüdüğüm için, soyluluğun gerektirdiği şekilde "mayo, havlu işini falan ne yapıcaz" diye sordum.
dedim ya heyecanlandığım zaman beynim bedenime ve dilime kifayet etmiyor "benim içim de mayom var, ee sen de erkeksin, baksırın falan vardır heralde içinde, boynunu kısarak, öyle hınzır bir şekilde gülümsemeye başladı ki; "yav allah’ıma kitabıma, kuran hakkı için
oyyy ben sağa kurban olam" diyesim gelmedi değil hani. "var" diye kekeledim. "ama havlu olmayınca, ya benim için problem değil de, sen üşüsürsün" diye de imzamı attım.
"saçmalama" dedi, "bu havada üşünür mü?" geceleri serin olabiliyordu ve mevzu bahis bu serinlik iyiden iyiye hissediliyordu o gece bana hava hoş gece bile olsa yaydığı sıcaklık bana yetiyordu.
yakınlardaki plaja süzüldük bizim gibi denize giren bir kaç çift ve muhtemelen uzman jandarmalardan oluşan bir grup daha vardı.
ayışığında denize girecektik, buna inanabiliyor musunuz? ayakkabılarını, çıkardıktan sonra üzerindeki elbiseyi bir çırpıda çekerek, sağ eliyle yere bıraktı. boynundaki balık kolyesi karanlıkta zar zor seçiliyordu. "hadiii" dedi, "ne bekliyorsun". erkeksi gülümseyiş işini hiç beceremem ama ağzımı ayıraraktan salak bir gülümşeyiş oluştu suratımda işte o gülümsemeyle ben demayakkabımı, tişörtümü ve şortumu çıkarıp, let’s go marka baksırımla hazırım dedim.
denizde şambriyelle yüzme potansiyeline haiz her yurdum apaçisi gibi "önce sen gir" diyecek oldum ama buna gerek kalmadan insanoğlunun gördüğü o en güzel ayakları denizin içine sokmuştu bile.
sonra ansızın la cupa dela vida çalmaya başladı ve ben o tuhaf dansı yaparak denize girdim karanlıkta belini sola doğru hafifçe çevirerek bana dönmüş ve beni suyun içine çekmek isteyen görkemli ve karşı konulması imkansız bir canavar gibi elini uzatmıştı bana.
elini tuttum, yürüdüm ayaklarımız artık usulca yerden kesilmeye başlamıştı.
o çoktan kafasını suya daldırmıştı ama ben boğulmamaya çalışıyordum başımı su üstünde tutmaya niyetliydim.
her iki ayağının baş parmaklarının uçlarında seke seke durduğun yer vardır ya, işte oraya gelmiştik ve onun o güzel ayakları çoktan yerden kesilmişti.
ben sekip dururken, o avının etrafında tur atan köpek balıkları gibi dönüp duruyordu, o döndükçe benim başım daha çok dönüyordu.
birden bana doğru geldi, boynuma bir öncekinden daha sıkı sarılıp, kulağıma, yarın buradan ayrılıyorum bu geceyi değerlendir dediğini duydum.
hiç bir şey söyleyemedim aniden müzik kesildi ve cidden üşümeye başladım, geç oldu istersen gidelim dedim.
ertesi sabah gitti ve onu bir daha hiç görmedim.
gözlemleyebilseydim eğer van gogh’un tercih ederdim, parası yoktu, yaşadığı dönem boyunca da itibarı olmadı, hiç resim satamadı, çevresindeki ressamların bile arasına giremedi ama bakın o çulsuzlukta, o tahtadan sarı odasında ne döktürmüş kağıda; "sarı odamda, mor gözlü ayçiçekleri sarı duvarda öne çıkıyor. odamın sarı perdelerinden geçen sarı güneş, altın rengi bir seli içeri taşıyor. ve sabahları yatağımda uyandığımda hepsinin çok güzel koktuğunu hayal ediyorum."
benim kafam çok karışık ne zaman bir kadının aşkına düşsem, kaçıyorum.
içime kaçıyorum, saçmalıyorum.
budala bir adam oluyorum ve yalnızlaşıyorum.
aşk güzel bir şey ama sıradan hale geldikçe, başkalaşıyor, yabancılaşıyor ve soluksuz bırakıyor, nasıl kurtaracağımı ise hiç bilmiyorum, zerre fikrim yok.
kafam çok karışık.,,
not: alıntılar olmakla birlikte yaşanmış bir hikayedir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.