- 561 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
26 AĞUSTOS 1922'de KOCATEPE'de
Babam Piyade Albay Hayri Ovalı. Dedem Avşar Nahiye Müdürü Bahri Ovalı. Amcam Celal Ovalı. Küçük Amcam Nail Ovalı ( İsmi. Çanakkale’de Şehit olan dayısı Yüzbaşı Nail Bey ’den alınmıştır)
Tarih 15 ağustos 1922; Bahri Baba, Avşar Nahiye Müdürü’dür. Avşar’a kalabalık maiyetiyle iki komutan gelir. Bunlar, Garp Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) ile Süvari Grubu Komutanı Refet Bele’ dir. Bahri Baba hemen yakındaki evine haber salar, bulgurlar tencere tencere dökülür, gelen Mehmetçiklerin karnı doymalıdır. İsmet’in son tavukların kesilip kaynatılmasına içi tahammül etmez. “Yeter Müdür, çocukların rızkını kestirme” diyecek olur. “.Zaten çocuklarım için kestirdim Paşam” cevabını alır. O kadar askere yetecek ne tabak, ne de kaşık vardır. Çapraz olarak üst üste konan lavaş ekmeğinin içine pilav konup üzerine tavuklar yerleştirilerek servisler yapılır. Pilav da öyle güzel düşmüştür ki.15 Eylül 1922’ de İsmet Paşa teşekkür için yeniden uğradığında. “ Tadı damağımda kaldı Müdür” diyecek ve babaannem yeniden bulgur pilavı yaparak ikramda bulunacaktır. İsmet Paşa, Nahiye’nin derme çatma mobilyalı odasında, önünde oturmayı reddeden müdüre, “ Namını, yüreğini bilirim müdür, şimdi beni iyi dinle; Düşmandan kaçırılan ve yurtdışından yardım olarak verilen iki yüz ton cephane bu bölgededir. Bulabildiğin her kağnı ile cephaneyi Polatlı’ya taşımanı rica ediyorum. Bütün atların ve arabaların orduya teslim edildiğini de biliyorum. Acaba yirmi beş kağnı bulabilir misin? Aslında kağnı da kalmadı köylüde. Sana yardımcı olarak tek bir asker bile veremem. Üstelik taarruz zamanı, çok gizli tutulacağı için harekete geçmene ancak iki günlük bir zaman var. Daha önceki bir sevkiyat, harekâtı deşifre edebilir. Sana güvenebilir miyim?” diye sorar. Bahri Baba esas duruşa geçer. Saygıyla cevap verir: “Kimseyi istemem. Cephaneyi bana teslim edin ve cepheye varış zamanını bildirin yeter, Paşam”. Kasabada orduya verilen atlar ve katırlar askere teslim edilmekte ve yola çıkmaya hazır beklemektedir. Sadece Müdürün doru atı kalır.
Emri alır almaz kasabayı toplayıp tebliğ eden müdür Bahri’nin gözü uzakta beliren toz bulutunun içindeki iki deli süvariye takılır. Nahiye’de kala kala bir onbaşı ve bir erden oluşan iki jandarma kalmıştır. Bunca firarın içinde Bahri Baba’yı terk etmeyen, onun kadar kahraman iki nefer...
Ali onbaşı, “Müdürüm, bu atlar çatlamadan yanımıza ulaşırsa, yiğitlerine bir ayran yapacağım ellerimle” der. Gülüşürler.
Gelen toz bulutundan ilk kurtulan, tozdan rütbeleri bile fark edilmeyen Mülazım-ı Evvel Ömer Efendi’dir. Arkasından yetişip atın dizginlerini yakalayan ikinci kişi ise, Seyis Er Abdurrahman’dır. Ali Onbaşı ayran yapmak için yanlarından ayrılırken ,Ömer Efendi,üzerinde kırmızı mühürüyle ‘Bu zarfın gereğini bir dakika tehir etmenin cezası idamdır’ yazan zarfı müdüre takdim eder.
Tarih 23 ağustos 1922, saat:13:00’ dür. Emri okuyan Bahri Baba , ağlayarak Ömer Efendi’yi ve Abdurrahman’ı öper. Rabbine kısa bir şükür duası ederek, az ilerideki evde çamaşır asan babaannem İffet’e, “Hemen bana azık hazırlayın. Doru atı çekin. İhsan çabuk buraya gelsin. Ali Onbaşı, Koçum!.. ‘ diye bağırır. Ali Onbaşı elinde ayran maşrapalaryla şaşkın ve gülümseyerek gelir.
Artık, vakti gelmiştir. Avşar halkı zaten hazırdır. Haber hemen yayılır. Deli Bahri, kasabanın tek atı doru kısrağına atlamış, civar köylere doğru yola çıkmıştır bile. Yanında muhtarlar olduğu halde tepelerden köylerin boşalışını izler. Onlar Avşar’a doğru yol alırken, Avşarlılar da, cephaneyi kağnılara yüklemeye başlamıştır.
Büyük oğlu İhsan amcam, muallim okulu öğrencisi o zamanlar.17 yaşındaki iri kıyım bir delikanlı. Cephaneyi her kağnıya yüklenecek kadar gruplar halinde binalardan dışarı taşıtıyor, sırtının cephane sandıkları çizikleriyle parçalanmasına, ellerinin kanamasına aldırmadan kadınların ve yaşlıların önü sıra koşturuyor… Babası civar köylülerin kağnılarıyla dönmeden önce her şey hazır olmalı.
Avşar’ın kağnıları yola dizilir. Babaannem genç bir gelin. Bahri Baba’nın ikinci eşi olarak ona ilk erkek evladı 17 Ocak 1922’de doğurmuş. İşte o bebek benim babam Ali Hayrullah Hamit Ovalıoğlu olur.
Babaannem, kendi kağnısını konvoyun en önüne çekmişti. Yüklenen cephanenin gölgesinde babamı emzirmeye çalışırken doru kısrağın nal sesiyle irkildi. Gelen Bahri Baba’ydı. Hiç yavaş süremez miydi, şu kısrağı? Doru koşarken atlamak, Deli Bahri’nin huylarından biriydi. Koşarak gelip, kağnının gölgesinde duran testiyi kafasına dikti. Kana kana içtikten sonra meme emen bebeğin çenesine dokunarak, ‘Çok şükür İffet. İsmet Paşa’ya mahçup olmayacağız’ diyerek gülümsedi. Görevini yerine getirebilmenin mutluluğu yüzünden okunuyordu.
Yer Kocatepe’deki, İstiklal Savaşı Orduları Başkomutanlık Karargahı. 26 Ağustos
1922 sabahı, saat 02:30. Mustafa Kemal, karargahın içinde ileri geri dolaşıp, elindeki gümüş saplı kırbacı sinirli hareketlerle potur pantolonunun yanlarına, çizmelerine vurarak sabırsızca, “Nerede kaldılar İsmet? Taarruzu, hangi cephaneyle başlatacağız? Hazırlık ateşi olmazsa, piyade çok zayiat verir. İnebolu’dan gelen top cephanesinin çapı birkaç milim büyük çıkmasaydı, bunu yaşamayacaktık.”diye hayıflanır. Topçu Batarya Komutanlarının elinde yoğun hazırlık atışı yapabilecek cephane yoktur. Ankara’dan gelen yanlış çaptaki Sovyet Rusya yardımı mermileri küçültmeye çalışan topçular, atölyelerden aldıkları az miktardaki mermilerin kovanlarını, top namlu yatağına sokup çıkararak kontrol etmekte,hepsi de cephane yetişmezse diye endişe içinde…
İsmet Paşa da kendi kendine. “Neden müdüre hiç asker bırakmadım? Keşke, bir miktar at ve araba bıraksaydım. Hareket emrini de çok geç yolladık. Onca cephane nasıl gelir, bir askeri kol olmadan. Yol zaten kaçaklarla dolu. Ya, bunları muhacir zannedip saldırırlarsa? Müdüre çok mu güvendim acaba...’diye söylenip duruyor.
Tam o sırada yağız atını dörtnala koşturarak gelen genç bir Süvari Mülazımı’nın sesi duyuldu, gökyüzünde yıldızların dolandığı o bozkır gecesinde. “Geldiler, geldiler!.. Cephane geldi. Kağnılar yarım saat mesafede. Çok cephane var. Ama pek çok.”
Kurtuluş Savaşı’na simge olan, gelinlerin üzerini bebek kundaklarıyla örttüğü, ihtiyarların tekerlerlerine omuz vererek ittiği, çocukların öküzlerini çektiği, üvendire dürttüğü garip bir konvoydur gelen. Bu konvoy Türk’ün son gücünü denediği, umudun son dakikalarına ancak yeten, kurtuluşumuzun desteği, inancın, Hürriyet ve Kurtuluş sevdalısı insanların son gayretidir. Bu konvoyda büyük amcam İhsan, halalarım, babaannem ve babam vardır. Dedem ise, konvoyun beyni ve lokomotifidir.
Deli Bahri Baba, doru kısrağını konvoyun bir başına, bir sonuna koşturmakta, ağzı köpükle kaplı genç hayvanı gümüş saplı ecdat yadigârı kırbaçla son bir gayret sürüklemektedir. “Ha de yavrim ha de doru gızım. Geldik gari. Bunla bizim yiyitlerimiz. Kemal Paşa’nın yiyitleri. Kemal Paşa’nın memileli bunla. Yettik gızım. Yettik işte. Atıkın Yunanın gaçma zamanıdır. De gidinin gahpe Yunan’ı de!’
Kemal Paşa, yanında İsmet Paşa’yla birlikte Kocatepe güneyinden yaklaşan bu konvoya bakmak istedi. Çıktığı tepeciğin üzerinden karanlıkta sadece bir toz bulutu görünüyordu. Topçu bataryalarının mühimmat arabaları konvoyu karşılamak üzere yola koyulmuştu. Mustafa Kemal, gelen konvoyun çokluğunu o askeri dehası ile bir bakışta anladı.
“Sen yirmi beş kağnı ile gelecek demiştin cephane…”
“Öyle demiştim, Paşam” diye başını salladı, İsmet Paşa.
“Ne yaman müdürmüş bu Bahri Baba. Tam beş yüz elli kağnıyla çocuk, ihtiyar, gelin, kız demeden Anadolu’nun tüm özünü, Türk’ün gücünü, son gücünü toplayıp yetti. Var ol Kara Müdür, var ol!.’diye düşünüyordu, Yüce Komutan.
Sabah 03;15’de cephanenin ilk kullanılacak bölümü dağıtılmış, bataryalar mermileri atışa hazır hale getirmişti. Gün ışırken saat tam 05;30’ da topçu ateşe başlayacaktı. Türk’ün özgürlüğü, güveni ve dünyada yepyeni bir milletin doğuşu, belki de, o ilk topun tetiğine bağlı ipi çekerek ateşleyen genç bir batarya zabitinin bir parmak hareketi ile başladı.
Kağnıları getiren kadınlar, hemen askerin ardındaki yaralı toplama, erzak dağıtma ve sargı noktalarında görev almaya koşuyordu. Bir subay, ilk yaralılara yardım etmeye çalışan Babaannemi İffet’i ,
“Kızım,sırtında bebekle senin burada ne işin var, sen geriye git’ diyerek yaralılardan uzaklaştırmaya çalışacak, ama o, babam Zifir Hayri’nin silah seslerinden korkarak ağlamasına aldırmayıp, geriye gitmeyecekti. Bebekken silah sesleri duyan ve korkarak ağlayan babam, yıllar sonra Kore’den bir kahramanlık madalyasıyla dönecek, Kıbrıs Barış Kuvvetlerinde Lojistik Komutanı olarak görev yapacak, Hocam Albay İbrahim Karaoğlanoğlu’nu on metre arkasında şehit verecekti.
Üsteğmen Yavuz Sokullu da, babamdan aldığı bir emri yerine getirirken dengesini kaybedip düşecek, elindeki el bombasının patlamasıyla birlikte babamın kollarında gözlerini yumacak, babam da Kıbrıs’tan gazilik payesi alarak dönecekti.
Atatürk. kafileye sıcak erat çorbası içirilmesini emredip, hala atından inmemiş olan Deli Bahri’yi yanına çağırtır:
“Sen yetişmeseydin müdür, nasıl başlatacaktı topçu bu taarruzu? Topçu atmasa, piyade çok çabuk kırılırdı.Berhüdar ol. Allah, seni millete bağışlasın.” diyecek ve yanındaki İsmet Paşa’ya, “Bu ismi bana hatırlat” emrini verecekti.
Kemal Paşa’nın yanından ayrılan Bahri Baba’nın henüz minik bir tayken aldığı ve eğitip bütünleştiği doru kısrak görevini tamamlamış, sıra şimdi de at ihtiyacı olan süvari gurubuna verilmek üzere götürülmesine gelmişti. Ona koşmayı, komutları öğreten, kendi eliyle tımar edip, sağrısına samanlıkta yatarak uyuyan, eliyle şeker yedirip, yelesini, kuyruğunu ören Bahri Baba için doru’yu eliyle teslim etmek ne zordu… Kemal Paşa’nın yanından ayrıldıktan sonra atının kantarmasından tutmuş, ihtiyatta bekleyen Süvari Komutanlığına doğru yürürken bu kutsal görevi başarmanın sevincini ve ayrılığın acısını birlikte yaşıyordu.
“Gıpraşma be gızım. Bak, deyola ki zaferden kelli yine has sahabına döneceğmiş bütün atla. Hem askeriyenin otu, yemi boldur. Sen sadece dikkatli ol. Gavırın gurşununa neyin gelme sakın. Dikgat ol gızım.”
Bahri Baba, gözündeki yaşları önce ceketinin sol yenine sildi ,sonra aynı koluyla kısrağın ağzında biriken köpükleri temizledi. Doru da sanki olayı anlamış gibi burnu ile Bahri Baba’nın kolunun altını dürtüyor, kafasını onun şefkatli kollarının arasına sokmaya çalışıyordu.
İhtiyatta bekleyen süvariler, kendilerine gelen bu atı ve sahibini izlerken onların manevi bağını anlamış, içlerini bir hüzün kaplamıştı. Süvari Binbaşısı’nın karşısında saygıyla duran Bahri Baba, tüm gücünü toplayıp ,göz yaşlarını silerek, “Doru gızım size emanet gumandanım.” diyebildi.Birden, dört nala yaklaşan atlıya çevrildi gözler. Atlının sarı kordonları onun bir emir subayı olduğunu gösteriyordu. Yoksa, ihtiyat muharebeye mi sokuluyordu? Atından koşarken inen sırım gibi Yüzbaşı, sert bir selam verdi Süvari Binbaşısı’na.
“Komutanım, İsmet Paşa’nın emriyle başka at alımına gerek kalmadığını arz ederim.”
O sırada gelen seyis Er’e atının dizginlerini teslim edip, son bir veda için doru’nun gözlerini, yanaklarını öpen Bahri Baba, duyduklarının sadece kendisini kapsadığını, İsmet Paşa’nın gizli bir teşekkür yolladığının farkındaydı. Başı yine dikti ama gözlerinden akan yaşlar artık onun kontrolünde değildi. Binbaşı: “Emri duydun müdür. Atını alıp gidebilirsin.” Diyordu ama koca adam donup kalmıştı. Seyis’in, uzattığı dizginleri aldı, geldiği yöne doğru atının yanında yürümeye başladı.
15 Eylül 1922’ de İsmet İnönü, bu sefer otomobiliyle Avşar’a uğrayacak ve Bahri Baba onu Nahiye dışında doru kısrağa binmiş olarak karşılayacaktı.
“Ne günlerdi be Müdür. Nasıl yettin onca mühimmatla. Biliyorum, kırık kağnıları onartıp yola koydurmuşsun.’ Diyecekti İsmet Paşa nahiye binasının önünde, Ali onbaşının demlediği çayı içerken.
“Yahu Müdür, ne heyecan çektim o gece bir bilsen.Doğrusu, bütün cephaneyi getireceğini düşünemezdim. Dünyalar benim oldu, görünce konvoyu. Sonra arkandan baktım, kısrakla konuşuyordun adeta. Yüzümü kara çıkarmadın Kemal Paşa’ya. Teşekkür ederim Müdür’ diyecekti.
Daha sonraları Bahri Baba Isparta Cezaevi Müdürü olacak, çok sevdiği bir mahkumun idamının ardından da emekliliğini isteyerek ayrılacaktı. Ekim 1934’te de babaannemin memleketi olan Konya’ya taşınacak, küçük bir emekli maaşıyla geçim sıkıntısı yaşamaya başlayacaktı.
Deli Bahri Baba, şerefli, onurlu, gururlu, ama evsiz ve yoksuldu artık. Hizmet süresi hesabından Reji İdaresi’nde geçen hizmet sayılmadığı için düşme olmuş, o da emekli dilekçesini geri almayı onuruna yedirememişti.
1935 yılında, İsmet İnönü’nün TBMM’de Kurtuluş Savaşı sırasında yapılan fedakarlıkları anlattığı konuşmanın ardından Bahri Baba’ya oy birliğiyle 250 TL gönderilmesine karar alındı. Meclis kararıyla gelen bu para babaannemin istediği evi almaya yetiyor, hatta evin nişanlı kızının düğün ve çeyiz masraflarını da karşılıyordu. Paranın geleceği bütün Ilgın’a yayıldı.
O gün, aile sevinçle Bahri Baba’nın yolunu bekliyordu. Ve o nihayet mahallenin başında görüldüğünde, babam ve amcalarım koşarak sol kolunda koca bir paketle gelen babalarını karşılamaya gitti. Acaba 250 lira, bu kadar büyük bir paketin içinde miydi? Çocuklar sevinçle, halam biraz mahcup fakat çeyizini tamamlayacağı için mutlu yüzüyle bakıyor, babaannem nihayet bir evleri olacağına şükrederek Bahri Baba’yı bekliyordu.
Bahri Baba’nın, masanın üzerine bıraktığı paketi açmaya kimse cesaret edemedi. Sessizliği, onun gür sesi bozdu:
“Ne durusuz leen. Aham eti gavırın. Iragıyı,gavını getrin. Davranın gari.” Sormaya cesareti yoktu kimsenin. Ev halkı şaşkın, anlamsız gözlerle paketten çıkan yarım gövde kuzu etine bakakaldı. Sessizliği bozan yine kendisi oldu. “Bu para bizim olamazdı yavrılarım. Möhimmatı, memiyi ,hepten biz mi alıvedik sıtımıza? Bak Hayrim goca deliganlı oluvedi. Hemi zabit olucek benim aslanım. İhsan’ımı muallim edivedik. Hey gidi günle hey. Galan para, bu guzu eti yavrılarım. Gerisini bilel ikişel dağıtıvedim dullala yetimlele. Hadi gari, döküve ırakıyı gözel gızım. De geliven yancağzıma çocuklalım, gadınım. Çapar, gel olum sende yanıbaşımıza. Guzunun kemiklerini sen yi, he mi yavrım!”
Yıllar sonra Hayri’nin subay çıktığını, annemle nişanlandığını görecek, hayır dualarını edip, yine o sağlam karakteri, onuruyla hiç eğilmeden ona uymayan bu dünyadan çekip gidecekti.
Yıllarca belinde onurla taşıdığı Lagant tabancasını önce babama, sonra da bana ve benden sonra gelecek Hamit Ovalıooğulları’na bıraktı miras olarak. İki kama, bir altın madalya ve bolca şerefle birlikte. Zaten onun maddiyatla, parayla ne işi olabilirdi ki?
Ehh, işte böyle bir deliydi benim dedem, kendini akıllı sananlara inat.
Bu toprakların, sana ve senin gibi yiğitlere, temiz ve şefkatli aydın yüreklere çok ihtiyacı var. Seni görmeyi, senin yüreğinde az da olsa yaşamayı isterdim. Ruhun şad olsun dede’ciğim.
YORUMLAR
Yazıyı ilgiyle okudum değerli abim.
Allah dedene ve onun gibi bu vatanı bizlere hür ve müstakil bir yurt olarak bırakmak için teriyle, kanıyla mücadele etmiş tüm şehit ve gazilerimize rahmet eylesin.
Bu tür yazılarını çok seviyorum. Hep bunlardan, bunun gibi yazılar yaz..
Selam ve sevgilerimle.
kukurikuu
Şu vatan nasıl kurtuldu, biz nasıl özgür olduk ve o kahraman kadın ve erkekler olmasaydı,o mavi gözlü adam, onun silah arkadaşları , ana kuzusu neferler olmasaydı , off düşünmek bile çok zor...
Saygılar ,sevgiler Kardeşim.
sami biberoğulları
Tekrar selam ve sevgiler.