- 500 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
550 - KARAR
Onur BİLGE
“Sebebim,
Ne olacak benim halim böyle? Ne yapıyorum ben? İçmek neyi değiştirecek? Bu zıkkımı şu andan itibaren bitiriyorum! Lamı cimi yok!
Yakub’u da o mahvetti, ölümüne sebep oldu. O bir taraftan, kimsesizlik bir yandan… Yalnızlık çok zor… Hastalansan, halini soracak, bir bardak su verecek kimsen yok! Takatin varsa başının çaresine bakarsın. Kalkar alırsın neye ihtiyacın varsa. Aksi halde tavana, duvarlara bakar durursun. Gözlerini kapıya diksen ne çare! Ne gelen olur ne giden…
Dünyanın bin türlü hali var. Ayağın kaysa, düşsen, bir tarafını kırsan, yerinden kalkamasan… Elden ayaktan düşmemek için yol yakınken ne gerekiyorsa yapmak lazım. Sağlıklıyken iyi kötü başının çaresine bakıyorsun, ne yapıp edip çıkmazlardan kurtulmak için çabalayabiliyorsun ama dermanın kesildiğinde, hareketin kısıtlandığında yapabileceğin pek bir şey olmuyor, naçar kalıyorsun. Onun için vakit varken sağlığımın kıymetini bilmeli, içinde bulunduğum rezil durumdan en kısa zamanda çıkmaya çalışmalıyım.
Elimde iyi kötü şimdilik geçerli birkaç sanatım var. Akmasa da damlıyor, aç kalmam ama cebim delik. O deliği kapatmadıktan sonra iki yakam bir araya gelmez benim. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar demlenebilmem için davulhanelerimin olması gerekir. Oysa benim gibi bir adamın, karnını doyurabildiğine sevinmesi lazım.
Bir parça tahtadan harikalar yaratabiliyorum. Her biri birer sanat eseri olan, dünyada eşi benzeri olmayan, sadece benim aklımdan ve elimden çıkan, hem de meraklısı bulunduğu zaman iyi para eden eşyalar yapıyorum. Arada siparişler de alıyorum.
Tezgâhımı kurdum ya, var gücümle çalışır, kısa sürede belimi doğrulturum.
Elimden her türlü tahta oyuncak ve eşya yapımı geliyor. Yumuşacık ağaçlar elimde şekillenerek canlanıyor. Pinokyo’lar, cambazlar, Hacivat’lar Karagöz’ler, kuşlar, atlar, kediler, köpekler, tavşanlar… Çocuklar sallanan atlara binmekten çok hoşlanıyor. Kağnılara, at arabalarına, uçaklara, kamyon ve otomobillere bayılıyorlar. Hele kılıçlara, tabanca ve tüfeklere… Topaçlar, kızaktan kayan ve iki tekerlekle hareket eden kuşlar, tek ve çift atlı arabalar, dibek döven kadınlar onlara çok ilginç geliyor. Hele küçük kız çocukları için yaptığım bebek arabaları! Çiş sandalyelerine kadar her şeyi yapıyor ve satıyorum.
Bu mahallede de çarşıda da tanındım. Biraz hesaplı verdim mi mesele kalmıyor. Neler istiyorlar neler… Elekler, senitler, açılıp kapanan sofra altlıklarıyla askılıklar, takunyalar, tokaçlar, hamur ve çamaşır tekneleri, rendeler…
Tekne dediğim, Giritlilerin leğen olarak kullandıkları, hamur teknesinin hemen hemen aynısı, dikdörtgen şeklinde tabanı, dört tarafa açılan yüksekçe yan duvarları olan, su akıtmayan ahşap bir kap… Rende denen de üzerinde çamaşır ovulan enine oluklu, yaklaşık otuza kırk bir tahta parçası… Birbirlerine paralel girinti ve çıkıntıların arası bir santim kadar… Tekneye dayandığında kaymaması için arkasına çakılan çıta parçasıyla tamamlanan, epey işe yarayan kullanışlı bir eşya…
Onların bunlarla çamaşır yıkayışları bana hep enteresan gelmiştir. Bilmem hiç gördün mü? Üşenmeden sana anlatayım.
Tekneyi bir kaide üstüne yerleştiriyorlar. Kısa kenarına rendeyi dayıyorlar. Sıcak küllü suyu ve çamaşırları koyuyorlar. Sonra her parçayı rendenin üstüne alıp, sabunlayarak sürte sürte ovalıyorlar. Temizlendikçe yan taraftaki bakır kovaya atıyorlar. Bu işlemi, çamaşırlardan temiz bir su çıkıncaya kadar tekrarlıyor, içlerine sinince birkaç kez durulayıp iyice sıkıyor, çırparak bahçelerine gerdikleri çamaşır iplerine itinayla asıyorlar.
Çamaşır yıkama konusunda çok hassaslar. Sabahın erken saatlerinden ikindiye kadar uğraşıyorlar. Ateşin yakılması, sacayağının üstüne küllü tenekenin konması, beyazların, hatta renklilerin bile kaynatılması… Asılması ayrı bir itina gerektiriyor. Meşhur bir sözleri var. Çamaşır ipte, kız işte beğenilirmiş.
Çocuklar su birikintilerinde, leğenlerde ve arıklarda kayık yüzdürmeyi ne kadar çok seviyorlar! Çam ağacı kabuklarından birkaç bıçak hareketiyle oyuverdiğim kayıklar bile para ediyor. Hele onların ortalarına birer direk, iki de yelken bezi gerdim mi büyükler bile beğenip satın alıyorlar. Gemilere meraklı pek çok yetişkin erkek var. Bir de ışıklandırıyorlar onları. Gece lambası olarak kullanıyorlar.
En kısa zamanda borçlarımı kapatıp, itibarımı tekrar kazanmak zorundayım. Bugünden tezi yok, şişe gibi kadeh gibi içkiyle alakalı ne varsa kırıp atacağım ve hayatıma yepyeni bir sayfa açacağım.
Bu vilayette kimse aç kalmaz. Antalya fakir memleketi… Üç mevsimi yaz, bir mevsimi bahar… Böyle bir iklim başka nerede var! Toprak desen, haddinden fazla bereketli… Kan atsan can bitiyor. Sebzesi meyvesi bol… Çiçekleri bahçelerden, üzümleri bağlardan taşıyor. Ne tarafa baksan çiğdem çiçek… Ne yana dönsen yeşille mavi… Tertemiz suyu, mis gibi havası… Neydi o İstanbul’un susuzluğu, hava kirliliği! Ulaşım sorunu da yok.
Burası, özene bezene yaratılmış cennetten bir köşe… Tam anlamıyla bereket, mutluluk, huzur, sevgi ve aşk şehri… Ne yazık ki bu güzelim kenti benim gibi salaklar kendileri için cehennem haline getiriyor, içinde yanıp kavruluyorlar. Şu halime bak! Yediğim zehir zıkkım, içtiğim kaynar su, giydiğim alev ateş…
“Hep senin yüzünden…” diyeceğim ama sen bana kötü bir şey yapmadın ki! Başıma ne geldiyse sebebi benim… Eden kendine eder ya… Benim en büyük düşmanım, benim!
Sen gencecik, istikbale ümitle bakan bir kızcağızdın. Bense hayatın çemberinden geçmiş devrini tamamlamak üzere olan, toprağa bakan bir ihtiyar… Kasap dükkânı önündeki kediler gibi hissediyorum kendimi ve halimden utanıyorum. Ciğere bakar gibi baktım sana… Bakakaldım.
Kuyruğunu kovalayan bir kediyim ben. Asla yakalayamayacağımın farkındayım ama yine de olanca gücümle dönmekten kendimi alamıyorum.
Bir hayal dünyası kurdum ümitlerimden, içinde kalakaldım.
Beni en çok ümitlendiren ve beklentilere sürükleyen, senin yaşıtlarının arasından değil de baban yaşındaki birini tercih edişin, onunla evlenip gidişin oldu. Akranlarından birini seçmiş olsaydın ümidim kırılır, kendime gelirdim belki. “Ben kimim, o kim!” der, belki duygularımı kontrol altına alabilirdim. Emin değilim ama böyle düşünüyorum.
Neydim, ne oldum, ne olacağım, bilmiyorum. Verdiğim karardan caymayacağım kesin. Böyle devam etmem imkânsız. Acınacak haldeyim. Elindekini avucundakini içkiye yatıran, uçan kuşa borçlu olan, gözden düşmüş, düşkün biri… Bütün gücümü toplayarak düştüğüm gibi kalkmayı becerebilmeliyim.
Karşına varlıklı olarak değil de en azından bıraktığın gibi, yani kendi ayakları üzerinde durabilen biri olarak çıkmalıyım. Şu anda kocanla aramda birkaç yaş ve koca bir servet farkı var. Onun kadar zengin olmayı düşlemek bile benim için muhal ama yakayı paçayı düzeltmek zor değil.
Hele bir içkinin defterini düreyim… Şöyle bir kendime geleyim…
Kararlı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 550
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.