1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
342
Okunma
Stefan Zweig’in Günlükler’ini okudum önce. Sonra Elias Canetti’nin İnsanın Taşrası isimli notları elime geçti. Başka okumalarımla birlikte düşününce de şunlar aklıma geldi arkadaşım: Dünya Savaşı görmüş, hele II. Dünya Savaşı’nı görmüş, Batılı aydınlarda bir ’modern medeniyet eleştirisi’ filizlenmeye başlamış.
ABD’lilerde bu derece göremezsin. Zira o kadar yıkım görmediler. Fakat Avrupalılar yıkımı bütün şiddetiyle yaşadılar. Bu nedenle de geldikleri yola baktılar. "Bazı adımlar yanlış atılmış olmalı!" demeye başladılar. Duraksadılar. Endişelendiler. Fakat bu endişe de uzun sürmedi. Savaşın şahitleri yaşlanıp öldü. Yeni nesiller acıları unuttu. Dünya bu unutkanlıkla yeniden güzelleşti.
Sonra yeni seküler yükseliş cümle eleştirileri yuttu. Hatta Selahaddin Yusuf’un Sirenleri Taşa Tutun’daki dikkatiyle söylersek: Kapitalizm hakkındaki eleştirileri dahi ’kapital’e dönüştürdü. Tenkidleri ’satılabilir’ kılarak öldürdü. Esasında tenkidleri de değil ihlaslarını öldürdü. Onları ’görünüşte sistem karşıtı’ parçaları haline getirdi. Nasıl? Tıpkı "Çok Satan Kitaplara Ölüm!" başlıklı bir kitabın ’çok satanlar’ furyasına dahil olması gibi. Batı bunu başararak imparatorluğunu sürdürmeye devam etti. Kimin imparatorluğunu? Elbette nefsin. Yani ’sonuçların acılığını bizzat tatmadıkça yanlışlarına inanmayan’ yanımızın.
Risale-i Nur’a baktığımızda Bediüzzaman’ın dahi o dönemde Batı adına bir parça ümitlendiğine şahit oluruz. Mesela Leyle-i Kadirde İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme başlıklı mektubunda der: "Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak."
Ümidi çıkmış mıdır peki? Maalesef. Daha doğrusu: Ortaya çıkan sonuç Bediüzzaman’ın beklediği büyüklükte değildir. Seküler medeniyet II. Dünya Savaşı üzerinden kendisi hakkında geliştirilen eleştirileri yenmeyi başarmıştır. Şokunu atlatmıştır. Peki bir üçüncüsünde başarabilir mi? Allahu’l-a’lem kaydıyla belirtelim: Muhtemelen ondaki yıkımın büyüklüğü kulaklarını hakikati işitmeye müsait hale getirecektir. Dünyanın artık pek bir tadı kalmadığından, belki dünya denilecek çok az yer kaldığından, yüzler daha şiddetli bir şekilde ahirete bakacaktır. Öteyi arayacaktır. Ahirzamanda Mehdi’yle birlikte zuhur edecek olan aydınlık devir belki de böyle şiddetli bir sarsıntının ardından yaşanacaktır. Kimbilir?
Daha iyimser konuşursak şöyle bir ikinci ihtimal var: Bugünlerde de ’nefis medeniyeti’ kendisini bir parça eleştirmeye başladı. Gerçi bu eleştiriler çok cılız. Fakat nihayetinde eleştiri. Neden yapıyor bu eleştirileri peki? Yaşadığı küresel sorunlardan dolayı. Mesela: Çevre kirliliğinin yavaş yavaş onarılamaz boyutlara ulaştığını görüyor. Sonuçlarına rastlıyor. Acılarını hissediyor. Bu da dünyadan başka birşey görmeyen gözlerini rahatsız ediyor. Yine hızla artan nüfusun bir noktadan sonra dünyayı yaşanmaz hale getireceğini kestiriyor. Sonuçlarından ürküyor. Akıbetinden endişeleniyor. Bu da geçtiği yollara tekrar bakmasına sebep oluyor. Ve yine cümle doğal kaynakların hırsı elinde hızla tükendiğini seziyor. Alternatiflerin azlığından sızlanıyor. Yoksunluk çağının yaklaştığını öngörüyor. Bu da çaresizlikle dizlerine vurmasını sonuç veriyor.
Her halukârda deniz bitiyor. Kara gözüküyor. II. Dünya Savaşı’nın güçlü tarrakasıyla uyanamayanların da uykusunu kaçıracak kadar gündüz yaklaştı. Bugün birçok Hollywood yapımında böylesi konular işleniyor ve artık insanoğlunun teknolojik gelişimi ’hayra’ yorulmuyor. Yanlış hatırlamıyorsam ilk olarak Matrix’te Ajan Smith insanlığı virüslere benzetmişti. Onların ’çevresine uyum sağlayarak’ değil ’kendisine uydurarak’ yaşayan bir canlı türü olduğunu söylemiş ve insanlığın da böylesi bir hastalık olduğunu ifade etmişti. Yıl 1999. Şimdi, yani 2019’da, Godzilla: Canavarlar Kralı filminde de benzer bir cümle duyuyoruz: "İnsanlık bu dünyanın hastalığıdır." Evet. Onlar da çözümü insanların yaşamını sınırlayabilecek üst bir canlı türünün varlığında arıyorlar. "Bu iş ancak titanlarla çözülür!" diyorlar.
İzleyenler hatırlayacaklar: Avengers serisinin son iki filminde de Thanos’un parmak şıklatmasında böyle bir çözüm arayışı vardı. Canlıların sayısı yarıya düşürülmeliydi. Evrenin devamı ancak böyle sağlanabilirdi. Şimdilerde böylesi konuları işleyen filmlerin sayısı arttı. Hatta her iki başlığın da gelecek senaryoları içinde en çok işlenilen temalar olduğunu söyleyebiliriz: 1) Küresel çevre felaketleri. 2) Dünyanın hızlı nüfus artışı. Ve Batı bu türden öngörüler sayesinde de bir parça uyanış sergiliyor. En azından soruyor: "Yaptığım herşey doğru muydu?" Daniel Quinn’in İsmail’i gibi eserlerde şöyle dilegetirişler de var: Teknoloji doğru birşey değildi. Modern medeniyet doğru birşey değildi. Biz eski avcı-toplayıcı zamanlarımıza dönmedikçe dünya düzelmeyecek. Jared Diamond’un Çöküş’ü türündekilerse ‘olabilecekleri’ daha önce ‘olmuşlar’ üzerinden misallendiriyorlar.
Bunu neden söylüyorlar? Biraz şundan: Tıp konusunda modern zamanlarda yaptığımız sıçrama, evet, insanların ömrünü arttırdı. Fakat belki de bu kadar uzun süre yaşamamamız gerekiyordu? Eskiden üç ayda gidilen yerlere şimdi bir saatte gidiyoruz. Fakat belki de oralara tastamam üç ayda gitmek gerekirdi? Yüz metreye giden-gidemeyen oklar yerine artık bin kilometreye ulaşabilen füzelerimiz var. Fakat belki de bu işin yüz metrelik oklarla devam etmesi gerekiyordu? Her şekilde modern medeniyetin kem meyvelerini görmeye başlayanlar akıbetleri hakkında korkuyorlar: Belki de bizim bu hırsımız dünyanın sonunu çabuklaştırıyor ha! Daha ağırdan alsaydık herşey daha düzgün olabilirdi. Ormanlar ayakta kalabilirdi. Kaynaklar tükenmeyebilirdi. Küresel ısınma diye bir sorun yaşanmazdı. Belki biz o zaman bu kadar depresif canlılar olarak yaşamazdık. Hem intiharlar da azalırdı.
Bütün bunları size anlatmamın sebebi ise bugünlerde okuduğum bir ayet-i kerime. Aslında iki ayet-i kerime. Mü’minûn sûresinin 55-56. ayetleri. Nesil Yayınları’nın çalışmasında kısaca şöyle veriliyor mealleri: "Onlara verdiğimiz mal ve evlatla hayırlarına koştuğumuzu mu sanıyorlar? Asla! Fakat onlar bu nimetlerle kendilerini azaba yaklaştırdığımızın farkında değiller." Elbette bu ayetlerden ilk hisse Mekke müşriklerinin idi. Fakat düşünüyorum da, şu ahirzaman sıkıntılarıyla birlikte ele alınınca, bizim de bir hissemiz yok mu ayetten? Bize de birşeyler söylemiyor mu? Modern medeniyetin “Gerçekten ilerleyiş miydi?” diye sorgulayamadığımız ilerleyişleri hakkında düşündürmüyor mu?
Eh, evet, yoruldum. Kıssadan hisse kısmını sana havale ederek bitireyim arkadaşım. Malumun olan küresel felaket senaryoları üzerinden çıkarımlar yapabilirsin. O zaman aradaki 14 asır nasıl kayboluveriyor damağını şaklatarak görürsün. Evet. Kur’an tam da mürşidimin dediği gibidir: Zaman geçtikçe gençleşir. Mü’minûn sûresi de böyledir. Ancak, ne tuhaf, mü’minler bugün dahi Batı’nın kemalini bina ettiği şeylerin ‘gerçekten kemal mi’ olduğunu sorgulayamıyorlar. Sona doğru koşmayı yürümekten ehven görüyorlar. Lakin koşu hızlandıkça nereye gidildiği kaçınılmaz bir şekilde daha açık farkediliyor. Thanos parmaklarını neşesinden şıklatmıyor.