- 724 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
549 – ACIMASIZ ADAM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Meze’m,
İçki beni mahvetti. Çocuklar dâhil, önüme gelenden borç istedim. Geri veremediğim gibi, yüzü yumuşak olanlardan biraz daha istemeye başladım. Yakınımdakiler yavaş yavaş azaldı. İçtenlikle selam verenler bile beni görünce başlarını çevirmeyi tercih eder oldular. Bakkalsa asık bir suratla artık veresiye vermesinin mümkün olmadığını söyledi.
Bütün bunlar, yokluğunun dayanılmaz acılarına katlanabilmek için şişelere sığındığımdan başıma geldi. Hayalini meze edip, boyuna içtim. Pis bir ayyaş olup çıktım. Kendimden nefret ediyorum!
Keşke bıraktığın gibi kalabilseydim! En azından temiz ve ütülü bir gömlek olurdu üstümde. Şimdi hiçbir şeye aldırış etmiyorum. Çıkarıp çıkarıp kapının arkasına asıyor, tekrar tekrar giyiyor, hiç de rahatsızlık duymuyorum. Bazen üstümdekileri hiç çıkarmadan bir kenarda sızıp kalıyorum. Uyandığımda bir de bakıyorum ki dışarıya giydiğim kıyafetler üstümde! Soyunma giyinme derdim olmuyor. İşte böylesine boş vermişim dünyaya.
Kendime saygım da kalmadı. Ben bu değildim! Bu denli küçülmezdim, küçülemezdim! Günahtan sakınmasam da ayıp vardı, sayıp vardı. Haysiyetten kayıp vardı. Liseli çocukların harçlıklarına göz dikecek kadar alçaldım.
Yüzlerini ellerine alıp alacaklarını isteyenlere ne diyeceğimi, nasıl bir mazeret öne süreceğimi bilmiyorum. Onları bir defa iki defa atlattığımı kâr biliyor, bu arada utancımdan yerin dibine giriyorum!
İnsan bir kere düşmeye görsün! Toplumumuzda bir punduna getirip sigara isteyebiliyorsun ama içki isteyemezsin. Fakir bir adamın alkole müptelalığı demek, eninde sonunda şerefini kaybetmesi demek!
Beş kuruşumun olmadığı ve birkaç yudumluk içki için gözümün döndüğü zamanlarda dostla ahbapla bir şişe şarap ya da bir kadeh rakısına tavla oynamak zorunda kaldığım zamanların sayısını unuttum. O oyunlarda kazanabilmek için tüm dikkatimi topluyor, elimden gelen titizliği gösteriyordum. Çünkü kaybettiğim zaman, bittiğimin resmidir!
“Yanımda kalan arkadaşın gitmesi de iyi oldu. İyice yalnız kaldım ama kendi karnımı doyuramazken bir de onu düşünmek mecburiyetinde kalmaktan kurtuldum. Artık ne bulursam, kuru diri bir şeyler yiyor, açlığımı bastırıyorum ve bunu kimse görmüyor, bilmiyor.” diyor, yalnızlığımda kendimi o şekilde teselli ediyordum.
Bizim Yakub... Daha önce de sana ondan bahsetmiştim. O dev gibi adamı da içki bitirdi. Yasak aşkı açığa çıkınca, aynı gün karısından da çocuklarından da sevgilisinden de oldu. Zaten alkol alıyordu ama o olay ortaya çıkıp da en güvendiği kişiler tarafından terk edilince kendini iyiden iyiye içkiye vurdu. Hiçbir işte dikiş tutturamaz,hiçbir yerde barınamaz oldu. Hastalıkları depreşti, biri diğerini tetikledi. Rahatsızlıkları arttı ve sıklaştı. Hâsılı hızla uçuruma doğru sürüklendi.
Yanımda kaldığı zamanlarda gün boyu iş peşinde koşar, akşamüstleri iki şarap kapar gelirdi. Yanında bir kese kâğıdı da leblebi… Onun için o gün kurtarılmış demekti. Artık ne ekmek ne yemek… Hiçbir şey umurunda olmazdı. Ah çekip inlemek… Söylenmek söylenmek… Dinle de dinle!
“Kendi derdim yetmezmiş gibi bir de onun derdi… Oh be! İyi oldu da gitti!” diyordum, aklıma geldikçe. Ben kendi karnımı doyuramazken bir de onu düşünmek zorunda kalıyordum. İş aramaya gidecek, cebinde bir kuruş yok… Haydi üç beş kuruşun varsa sıkıştır eline. “Olur mu arkadaş!” dese de: “Haydi al! İşe girdiğinde bana şunu alırsın, bunu alırsın. Haydi bu sefer eli boş gelme! Bu defa iyi bir iş bul da kutlayalım!” falan diyerek onu yüreklendirdim. O durumda bana öyle davranmak düşerdi.
Epey olmuştu gideli. Bir gün elinde küçük bir paketle geldi. Tekrar yanımda kalmayı falan teklif edecek diye oldukça soğuk karşıladım. Birkaç gün önce kalp krizi geçirdiğini, zor kurtulduğunu, o nedenle vedalaşmaya geldiğini söyledi, helallik istedi. Dağ gibi adam! Ölümü ona konduramadım, şakaya vurdurdum. İşin ciddi olduğunu, gidişatın hiç de iç açıcı olmadığını, dört tane ciddi hastalık teşhisi konduğunu, bunların en önemlisinin ve risklisinin doğal olarak kalp olduğunu, o nedenle aniden hayatını kaybetme ihtimalinden bahsetti.
“Ağzından yel alsın! O ne biçim söz! Bir daha duymayayım! Daha yaşın kaç! Öyle şeyleri aklına getirme! İyi şeyler düşün! İyi ve sağlıklı günler dile!” dedim.
“Acı ama gerçek. İş ciddi. Bunun şakası makası yok. Nerde ve ne zaman geleceği belli değil. Yakında bir yerde düşüp kalacağım kesin! Gidişat onu gösteriyor, arkadaşım. Hiç de iyi değilim.” dedi. Yanımda kalmak için acındırıyor, üstüme yıkılmak için yol yapıyor sandım.
“Son bir kes eşimi dostumu ziyaret edeyim, helalleşeyim istedim. Sana da o sebepten deldim. Birkaç parça eşyam vardı. Kendi elimle dağıtmak istiyorum. Herkese küçük bir hatıra bırakıyorum. Sana da bu masa saatini getirdim. Baktıkça beni hatırlarsın.” diyerek elindeki paketi uzattı. Açıp baktım. Bavulunda taşıdığı, geç vakitlere kadar içip sohbet ettiğimiz gecelerin sabahında uyanıp iş aramak için yola düşmesi gerektiğinde kurduğu Nuh Nebi’den kalma saatti.
Biraz oradan buradan konuştuk. Ayrıldıktan sonra olanlardan bahsettik. Ortak tanıdıklarımız hakkında haber sorduk, merak ettiklerimiz öğrenmeye çalıştık birbirimizden. Paradan puldan, kazançtan kârdan zarardan hiç söz açmadık. Az çok tahmin edebiliyorduk hallerimizi. İç güveyinden biraz hallice bile değildik. Hepten sıfırı tüketmiş, çoktan dibe vurmuştuk. Bu saatten sonra bundan yakınmak yakışmazdı bana. İyice açık etmiş olurdum onun hakkındaki düşüncemi. Onun için de artık ne önemi vardı! Azrail ensesindeydi.
Elini iç cebine attı ve dörde katlanmış bir kâğıt çıkardı. “Bu şiiri de senin için yazdım. Bir değeri varsa bir yerlerde saklar, okudukça beni ve arkadaşlığımızı anarsın. Amatör işi ama Hıdır, elimden gelen budur!” dedi ve titreyen elleriyle açıp, heyecanlı bir sesle okumaya başladı.
Konuşurken sesi mahzun, durumu bedbindi. Okurken daha da duygusallaştı ve hüzünlendi. Zaman zaman boğuklaştı, gözleri yaşardı. Ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Beraberliğimizde yaşadıklarımızı dile getiren, veda kokan buruk bir şiirdi. Onu bana uzattığında bakışlarımız karşılaştı. O anda yufka yüreğim iyice yumuşadı:
“Gitme, kal! Destek oluruz birbirimize. Eskisi gibi yaşar gideriz. Madem hastasın ve tedirginsin. Gözümün önünde olursun en azından. Maddi olmasa da bir nebze faydam dokunur sana.” demek istedim. Kaç kere dilimin ucuna geldi, diyemedim. Kelin merhemi olsa kendi kafasına sürer. Kuru bir teşekkür çıktı dudaklarımın arasından. Birkaç övgü dolu cümle döküldü, zorlamayla, o kadar. O da biraz daha oturduktan sonra yıktı boynunu, kalktı gitti Gidiş o gidiş…
Birkaç gün sonra ölüm haberi geldi. Yüreğim yandı. Çok ağladım: “Arkadaşım! Ben sana karşı soğuk davranmak istemedim. Niyetini anlayamadım. Acındırarak üstüme yıkılmak istediğini sandım. Ah! Ah, bilseydim! İnanabilseydim!” diye kıvrandım. Hâlâ tam anlamıyla kendime gelebilmiş değilim. O günkü yüzü, hali, konuşmaları aklıma geldikçe, acımasız ve umursamaz olduğum için kendimi suçluyor, fena halde vicdan azabı çekiyor, yaşıma başıma bakmadan çocuklar gibi ağlıyorum.
Acımasız Adam”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 549