BİR ZAMANLAR ÇENGELKÖY...
Sevgili okur, eğer şu dünyada bir ’Cennet’ arıyorsanız, bizim köyümüz o cennetin ta kendisidir. Çengelköy Boğaziçi’nin bir koyunda kurulan büyükçe bir ovası ve etrafında yüksekçe yeşilin her tonunda, vadilerin kapladığı bir doğa yapısına sahiptir.
Balıkçı kayıklarının çekek yeri ve 1975 - 80 yıllarına kadar Çengelköylülerin yaz aylarını geçirdiği ve genci, yaşlısı, çoluk çocukları ile ailelerin denize girdiği, sahilinde bulunan ve gece geç saatlere kadar açık olan, çay bahçeleri ve gazinoları ve ile Çengelköy koyu...
Önündeki boğazın sularına kadar uzayan Çengelköy ovası ve etrafında yer alan vadilerinde, 1965 -70 yıllarına kadar baştan başa meyve ve yemiş bahçeleri, bağları, bostanları ve Çengelköy’ün bir simgesi olan bilmeyenlerin ’Hıyar’, bilenlerin ise ’Çengelköy Bademi’ dedikleri salatalık tarlaları, beyaz sultan inciri, hurma, ham yenen hurma (çikolatalı ve şifalı), mis gibi kokan Osmanlı çileği, ceviz, kiraz, vişne, kızılcık, fındık, badem, elma, armut, mürdüm, papaz ve can erikleri, kocayemiş (şifalı), muşmula (dön gel), sonraları ekilen ve çok lezzetli aroması olan şeftali ve kayısı meyveleri köyümüzün nimetleri idi ki, sanki Boğaziçi’nin o canım havası, suyu ve güneşi ile ballanmış gibi lezzetli olurlardı...
Çengelköy ovası genellikle Rumların ve Türklerin yerleşim alanıydı. Bu ovada tek katlı veya iki katlı evler ve önlerinde kendi bahçeleri vardı. Bahçe, bağ ve bostan sahipleri topraklarını çiçeklerlede donatmayı ihmal etmezlerdi. Köyün etrafındaki vadilerden gelen sualrdan dolayı, bu bahçelerde açılan her kuyudan sular fışkırırdı. Buradan toplanan ürünlerin bir kısmı Çengelköy’de satılırken, çoğunluğu büyük mavnalar ile İstanbul meyve ve sebze hal’ine götürülür ve satılırdı. Bu mavnalar dönüşte köyün ihtiyacı olan bakliyat, şeker gibi ürünleri getirirlerdi. Bu gidiş dönüş, gün aşırı olurdu.
Boğaziçi’nin bütün semtlerinde olduğu gibi Çengelköy’de Allah’ın bizlere bahşettiği bir nimette, envai çeşit balıklardı. Hemen her mevsimde gani gani avlanan balıklar genellikle köyümüzde tüketilirdi. Torik balığında ’Lakerda’, uskumru balığından ise, gölgelik yerde ipe dizilerek kururtularak ’Çiroz’ , izmarit balığından bir sıra balık, bir sıra defne yaprağı olmak üzere büyük bir tenekeye, tuzlanarak kendi yağında ’Salamura’, gelincik, trakonya iskorpit balıklarının o nefis beyaz etlerinden ’Çorba’, levrek ve kıtlandıç yapılırdı. Rahmetli Horozoğlu İbrahim reis, ilk oltalarını ’At Kuyruklarını’ birbirine bağlayarak ve iğne görevi yapan küçük demirçikler ile balık tuttuklarını anlatmıştı.
Sevgili Çengelköy, biz çocuklar eski balıkçılarımızdan öğrendiğimiz gibi, denize girdiğimiz gibi, kumsalın bir köşesinde iki biriket taşı koyar, içine çalı çırpı atar ve bir ateş yakardık. Bu ateşte tuttuğumuz izmarit, kefal, istavrit balıklarını ve kırmızı yalının önünden dalara burada bulunan büyükçe bir kayanın içine girerek çıkardığımız el kadar etli midyeleride bu ateşin üzerine bir teneke parçası koyar ve midyeleri dizerdik. Ateşte pişen midyeler yavaş yavaş açılr ve sanki; "tamam piştim, beni yiyebilirsiniz" derlerdi.
Eğer kayık veya motorla boğazda gezintiye çıkacak isek, önce mangalımızı ve kömürümüzü ayarlar, midyelerimiz çıkarır ve sonra denize açılırdık. Çengelköy iskelesinin önünden Allah ne verdiyse balıklarımızı tutar ve boğaza doğru açılırdık. Şayet kürekli sandal ile gezeceksek, daha çok Anadolu yakasını tercih ederdik. Ama altımızda motor olursa, taa Rumeli Kavağı’na kadar giderdik. Gelgelelim o gece, ’Bebek Belediye Gazinosu’nda program seyredeceksek, kürek veya motor hiç farketmezdi. Kürek çekerekde gider, motorlada giderdik.
Bu gezmecelerde aramızda, Istavro, Tati, Froso, Kiça, Kozmo, Eleni, Fofi, Andriko, Victor, Stefo gibi arkadaşlarımızda olurlardı. Biz Türk arkadaşlar gece veya gündüz gezmelerimizde, yanımıza pek kız arkadaşlarımızı almazdık. Ancak Rum arkadaşlarımız mutlaka Rum kızlarınıda bu gezmelere getirmek zorundaydılar, zira kızların ailelerine bir şikayeti üzerine evden dışarı adım atamazlardı. Bizler için fark etmiyordu, erkek erkeğe gezerken nasıl davranıyorsak, kızların yanındada öyle davranabiliyorduk. Rum kızları bu bakımdan oldukça hoş görülü olurlardı.
Çengelköy’ün ağaçlıklı, hemen her sokağında, ’vakıf evleri’ sıralanmış. İstanbul’un diğer eski semtlerinde olduğu gibi. Yolun karşı tarafında hepsi birbirinin aynı üç katlı evler dizilmiş. Eskiden bu evlerin içlerinde Ortodols Rum, Musevi ve Ermeni cemaati’lerinin önde gelen kişileri oturuyordu.
1955 - 1960 Yıllarınedan itibaren, bu cemaatlerin çoğu yurdumuzu tekederek, başta Yunanistan olmak üzere, başka ülkelere göç etmişler. Bu evler sonradan ’Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün malı olmuş. O yıllarda bu renkli, zevk sahibi ve hepsi zanaat sahibi olan insanların evlerinin pencerelerinden dışarı günün hemen her saatinde müzik taşardı, çoğunlukla piyano, akordeon, keman ve mandolin gibi enstrümanların sesi bütün mahalleyi kaplardı, ahh o günler, Türk’ü, Ermeni’si, Rum’u ve Musevi’si hep aynı kafada olduğu için, herkes mutlu, mesut ve neş’e doluydu...
Çengelköy Yeni mahallede Rum, Ermeni ve Yahudi ahşap evleri sıralanırken, yukarı ayazmanın altındaki eski ahşap Rum evleri çoğunluktaymış. Ayrıca Çengelköy merkez, Defterdaroğlu, Kuleli ve Havuzbaşı mahallerinde o ahşap evler sıralanmış. 1955-60 Yıllarında biz Havuzbaşı mahallesinde otururduk, bizler erkeklerin çoğuna Mösyö, kadınlara ise Madam derdik. Biz çocuklar bu insanların Rum, Musevi ve Ermeni olduklarını bilirdik ama Rum, Musevi ve Ermeni olmanın ne demek olduğunu bilmezdik.
Bazı çocuklar onlar ’Gâvur’ derlerdi ama bir Musevi olan Sarika teyze buna çok kızar ve bizlere; "Yavrularım gâvur demek, Allah’sız demektir, oysa bizlerde sizler gibi Allah’a inanırız. Sakın haa artık kimseye gâvur demeyiniz", derdi. İlkokula başladıktan sonra öğretmenlerimize kimlere ’Mösyö’, kimlere ’Madam’ demem gerektiğini, ’Rum, Musevi ve Ermeni’ler kimler, niçin onlara böyle hitap ediyoruz, diye sorduğumuzda, bazı öğretmenler; "onlar Türk değil" derken, bazı öğretmenler; "onalar Fransız, onlar Yunan, onlar Yahudi", diye cevap veriyorlardı. Ortaokul, lise, ünversite çağlarımızda artık hepsinin arasındaki ayrımı daha iyi anlayabilmenin rahatlığı ve hepimizin beyninde birden eski rüzgârların esintisinin sesi, bizlere ’çocukluk günleri’mizi hatırlattı ve dudaklarımızın kenarında belli belirsiz hafif bir gülümseme peyda oldu...
Sevgili Çengelköy, azınlıkları, ’Gayri-Müslim’ halk olarak düşünürsek, Boğaziçi semtlerinde oturan Müslümanların zanaat’la ilgilenmemelerinin, genelde bu semtlerde yaşadıkları için İstanbul’da yaşamamalarının doğal sonucudur. Osmanlı’dan beri istanbul’da yaşayan Müslüman yok denecek kadar azdır, aslen nerelisin sorusu bize çok şey anlatmaktadır aslında. İstanbul göç almaya başladıktan sonra gittikçe Müslümanlaşmış, hatta bir çok eski İstanbul sayılacak semtlerde bile azınlık kalmamıştır. Özellikle 6-7 eylül olaylarından sonra İstanbul’daki Gayri-Müslim azınlık sayısı büyük oranda azalmış tabir-i caizse ortam Müslümanlara kalmıştır. Çok az sayıda kalan Gayri-Müslimler ise, İstanbul’un Moda, Nişantaşı, Beyoğlu, Yedikule, Samatya, Şişli gibi bölgelerinde ve Boğaziçi semtlerinde tutunmaya çalışmaktadırlar.
Kumkapı, Kurtuluş’un Safa meydanı civarı ve dolapdere’ye inen yamaçları, Hasköy (gerçi artık orada yahudi kalmamıştır), Harbiye-Dolapdere arası ve samatya’nın istanbul’un en iyi yerleri arasında saymak gerekir eğer bu önerme doğru ise, Kuledibi, Balat, Boğazkesen gibi şimdilerde ilgi odağı olan, ama yine de pek az kimsenin gidip oturmayı tercih edebileceği semtleri de, azınlıkların beton gibi ’homojen’ ve ’monoblok’ bir kitle olmadığının, cemaatlerin içinde de farklı ’sosyo ekonomik tabakalar’ın bulunduğunun en güzel göstergesidir, bu orta sınıf altı semtler.
Sevgili Çengelköy, köyümüzde Rum Cemaati parmakla sayılabilecek kadar azalmıştır. Çoğu Yunanistan’a göçen bu vatandaşlarımız, orada işlerini kurmuşlar ve ev, bark sahibi olmuşlardır. Şimdilerde İstanbul’da ve Çengelköy’de yaşayan Ortodoks Rumlar bile yatırımlarını Yunanistan’a kaydırmışlardır. Hemen hepsinin orada evleri veya daireleri vardır. Sanırız bunu çocuklarının geleceğini düşündükleri için yapmışlardır. Türkiye’de son yıllarda hızla kötüleşen ekonomik durum, döviz artışının yanında liranın değerinin düşmeşide, onları Yunanistan’da mal, mülk almalarına şüphesiz neden olmuştur.
Bırakın etnisitel azınlıkları, Türk gençlerinin üniversiteyi bitirip iş bulamaması, onları bile ABD veya Avrupa’ya göç etmeye zorlamaktadır. Biz o gençlere; "Kendine dış dünyada dost arama, asıl dost senin ülkende" desekte, başta kendi en küçük oğlum olmak üzere katılarak gülerler, bizim içimiz yanar ama onlar hem gülerler, hemde içlerinden; "dalgamı geçiyorsun" derler. Oysaki şöyle bir düşünürsek, onların son derece haklı olduğuklarını görürüz...
Neden mi?
Üniversite mezunu gençlerimiz öğretmen olur, ataması yapılmaz, pazarda kestane satar. Mühendis olur kalfa diye çalıştırılır, avukat olur, bir avukatın yanında sekretarya işlerine bakar, subay olur, üç beş yıl sonra sınavlara girerek pilot olarak çalışır. konservatuarı bitirir, bir barda veya pavyonda çalışır. Anaokulu öğretmeni olur, sen stajyersin derler ve ayda bin liraya bebek altı temizletirler. Siyasal’ı bitirir, torpili olmadığı için kıyı balıkçılığı yapar. İktisat, basın-yayın, hukuk, eczacı, kimyacı, felsefeci, sosyolog, psikolog, arkeloog, zoolog, biyolog, log, log, log, lop, lop,lop, hop, hop, hop dedik be kardeşim, ne oluyor orada? Sunuçta bu gençlerimizin hemen hepsi iş bulamaz, hatta annesinin eteğinin altında büyüyenlerinin bile gözü dışarıdadır...
Hüseyin A.Tuna / TUNACAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.