- 533 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BÖYLE BİR KARA SEVDA
Uzun ve yorucu geçen yaz tatilinin ardından okulun ilk gününe annemin ipek sesiyle uyandım. Kahvaltının hazır olduğunu söyler söylemez zıpkın gibi fırladım yatağımdan. Perdemi gerip penceremi araladıktan sonra taze havayı derin bir nefesle ciğerlerime doldurdum. Odamın tam karşısına bakan caddesinde bir yerlere yetişmeye çalışan insan telâşlarından daha çok, pembe pembe çiçek açmış dallara tüneyen kuşların yuvalarından ayrılırken kanat çırpışlarına kaydı gözlerim. Böylesi daha güzel oluyordu yeni bir güne uyanmanın mutluluğuna kılıf ararken. Üzerimi değişip mavi önlüğümü giyer giymez salona doğru yürürken adımlarım yavaşlayıp seyrelmişti. Buna sebep ise salondan yükselen plak sesiydi. Zeki Müren’den çalıyordu.
"Böyle bir kara sevda,
Kara toprakla biter."
Büyükbabamla babaannemin şarkısıydı bu. Babaannem henüz ben doğmadan önce lösemiden vefat etmiş, büyükbabama ise onca beraber geçmiş yılın ağırlığını ve hatıralarını bırakmıştı. Beni tedirgin eden durum ise; sabahın bu saatinde bu plak çalıyorsa eğer büyükbabam rüyasına iki cihan saadetim dediği babaannemi konuk etmiştir. Bu onun için bütün gününü kabir başında geçireceği anlamına geliyordu. Toprağına ekilecek karanfil ve muhabbet... Bir aşkı kalbimde taşımak için küçük olduğumdan ya da henüz aşk denen maneviyatla tanışmadığımdan olacak ki sevdiğin birinin kaybını kalbe anlatmak nedir tam olarak bilmiyorum. Bende ileride sevdiğim birisini kaybedersem büyükbabam kadar hâlâ ona sadık olabilir miyim?
Şarkının sonuna doğru salona girdiğimde büyükbabam gözlüğünün tozunu alıyordu. O esnada göz göze geldik ve gülümsedim. O da yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirerek karşılık verdi. Babamın da vefatının ardından tek yol göstericim en az annem kadar emekli bir edebiyat öğretmeni olan büyükbabamdı da. Her ne kadar babamı hatırlayacak kadar büyük olmasam da bir baba şefkatinin tümüne yakınını onda bulmuştum. Kahvaltıyı bitirip annemin hayır duasını da alarak her okul günü olduğu gibi yine büyükbabamın elinden tutarak gidecektim. Ben okula, o ise mezarlığa.
Taş parkeli sokaklarını yürüyüp havasını soluduğum, caddelerinde koşturup bahçelerinden meyve topladığım fakir bir mahallenin çocuğuydum. Adımını attığım her santimetresinde bir anıyı hatırlayarak yürüyorum. Şurada Meliha teyzelerin top oynarken camını kırmıştık. Şurada Mustafa’nın misketlerini yutmuştum oyunda. Şurada ağaçtan düşen bir kedinin neyi olduğunu bilmeden her yerini sarmıştık canı acımasın diye Esmayla... Büyükbabam bakışlarını hiç yere indirmeden, neredeyse hiç gözünü kırpmadan bahara kavuşacak iklimler gibi heyecanlıydı. Göğüs kafesini her atımında zorlayan kalbinin sesinden anlıyordum. Sanki ilk buluşmalarıymışçasına en sevdiği takımını giyip en güzel kokularını sürünmüştü.
Meydandaki yem satan ihtiyardan aldığımız yemi güvercinlere serpiştirip yolun hemen üzerindeki babaeskinin kahvehanesine doğru yaklaşıyorduk. Babaeski... Mahallede herkes bu isimle seslenirdi ona. Ben bile gerçek adını unutacak duruna gelirdim çoğu zaman. Asıl adı Polat. Babamın en yakın dostu, bana ise bir amcadan daha yakın. Otuzlu yaşlarının ortasında, kara yağız, saçları yavaş yavaş dökülmeye yüz tutmuş, geniş omuzlu az ama öz sözlü gayet delikanlı bir adamdı. Bir keresinde büyükbabama ona neden babaeski dediklerini sormuştum. "Daha eski vakitlerde zorbalar silah ve adam zoruyla böyle köhnede kalmış mahallelere gelir, fakirin fukaranın midesindeki ekmeğe göz koyarlardı. Onlar bir sahibimiz yok diye düşünürken, eli bıçaklı beli silahlı zorbaların karşısına bir küheylan çıkardı. Düşmanını bileğinin gücüyle yenen, sırtını yalnızca Hakk’a dayayan babayiğit adamlardı bunlar. Bizim Polat da böyleydi işte. Çok kez borç batağına girmiş konumuzu komşumuzu tefecilerin elinden kurtardığı oldu. Mahallede birinin başı sıkıştı mı ilk Polat biterdi onların yanında. Böyle böyle eski babalara benzettiğimizden babaeski derler eskiden beri."
Çok özenirdim Polat abiye. Beyaz gömleğinin üstüne giydiği siyah cepkenli hâlleriyle girdiği muhabbetlerde ettiği sözler, takındığı tavır, edep ve adabından vermediği her taviz benim için örnekti. Ne var ki o eski Polat abiden bir eser kalmamıştı şimdi. Durmadan uzağa dalan gözleri, müşterisine çay vermeyi unutup oturduğu yerde kalan hâlleri, kimseye derdinden bahsetmek için bile konuşmayışı açıkçası korkutuyordu bütün mahalleliyi. Başta da beni. Bütün bir yaz kahvesinde yanında çalışmama rağmen o eski neşesinden bir parçasına bile tanık olamamıştım. Hiç konuşmasa bile babamla bir anısını anlatır ya güldürür ya hüzünlendirirdi beni. Bu hâline tek sebep Elif ablaydı. Mahallemize sonradan taşınan Rıza amcaların en büyük kızı. Polat abinin tek sevdalısı, tek yürek yangını... Bir sabah habersiz çekip gitmişlerdi. Ne bir mektup, ne de bir iz. Sırra kademi basmışlardı. İki sene evvel sadece İstanbul’da olduklarına dair bir söylentiye kulak asıp bütün kış onu bulmak için hiç bilmediği insan yutan o koca şehirde aramaya çıkmıştı sevdiğini. Bulamadan geri döndüğünde tek bulamadığı Elif abla değildi, kendini de kaybedip orada bırakmıştı besbelli. Kahvehanesine ayaküstü uğrayıp büyükbabam selamını verdikten sonra çok oyalanmayıp yolumuzun kalan kısmına devam ettik. Ama geceden kafama koymuştum. Okul çıkışı soluğu yanında alıp yaz boyu korkumdan soramadığım her şeyi sorup, bu çocuk yaşıma bakmadan benimle dert ortaklığı yapmasına zorlayacaktım onu. Derken okul önünde büyükbabamla ayrıldık. Sonunda özlemini aylardır çektiğim okuluma ve arkadaşlarıma kavuşmuştum.
Son ders zilinin de çalmasıyla çantamı kapıp yolda oyalanmadan kahvehaneye vardım. Polat abi, Elif ablanın ona dükkanın önünde saksıya ekmesi için verdiği kasımpatıları ve akşamsefalarını suluyordu. Arkasına dönüp beni görünce;
-Yusuf? Oğlum arkadaşlarınla oynamak varken buraya mı geldin yine?
-Tam olarak burası sayılmaz ama Polat abi. Ben senin yanına geldim.
Verdiğim cevap onu biraz tatmin etmiş olacak ki; "İyi madem. Üstüne çırak önlüğünü giy de mahvolmasın okul önlüğün." dedi. Yolda gördüğüm çocuklardan da burada olduğumu anneme söylemeleri için telkin ettikten sonra kahvehanenin kapanacağı saate kadar müşterilerin hepsiyle ilgilendim. Saat artık geç olmuştu. Kahvehane boşalmıştı. Polat abi temizliği bitirip sandalyesine kurulmuşken, bende ocağı kapatmadan iki çay alıp masasına gidip oturdum. "Ee hadi çıkalım, geç oldu yoruldun da. Çayın sırası mı şimdi. Eve bırakayım seni." dedi.
-Çayını iç de kalkarız abi.
-İyi bakalım, getirdin o kadar içelim.
Söze nasıl gireceğimi hiç bilmiyor, vereceği tepkiyi de kestiremiyordum. "Abi." dedim yutkunarak. Sesimin tonundan anlamış olacak ki nefesini derin alıp gözlerini aşağıya indirdi. "Sor bakalım Yusufçuk." diyerek niyetimi anlamıştı.
-Elif ablayı soracaktım.
-Neyini soracaksın? Beni nasıl yarım bırakıp gittiğini mi, şimdi ne yaptığını mı?
-Öyle değil de abi. Çok mu seviyordun onu?
Başını hafif hafif sallayıp iç geçirdi.
-Seviyordu değil Yusufçuk. Hâlâ mı hâlâ seviyorum. Herkese kör, yalnız ona bakarım. Herkese lâl, yalnız ona sözlüyüm. Herkese aşikâr, yalnız ona gizliyim. Ama gel gör ki; o nefesini bile bensiz başka bir yerde, başka bir havadan alıyor.
-Neden gitti ki abi? Hiç mi birşey söylemedi sana?
-Söylemedi. Bir vedayı bile çok gördü. Bildi çünkü. Veda etmeye kalksa bırakmazdım onu. O benim kalbimin sokaklarında oradan oraya koşturan yaramaz bir kız çocuğu gibiydi. Ben onun uçurtmasına gökyüzü satın almıştım. O, rüzgâr yok diyip gitti.
Anlamamıştım son dediğini. Bir sonuç çıkaramamıştım taa ki cümlesini bitirene kadar.
-Şair değiliz ama, iki mısrayı da alt alta koyacak kadar sevdalıyızdır. Ben her mısramda ona hayal satmıştım. Her kadın sever bu tozpembe rengi. Gelgelelim ki birileri onlara gerçekleri sunana kadar. Cahildim belki de. Bilemedim benim hayallerimin başkasının gerçekleri olduğuna. Işte Elif ablan da hayalleri değil, gerçekleri seçip gitti.
-Peki Elif ablaya ne zaman nasıl aşık oldun abi?
-İlk taşındıklarında babası Rıza amca, mahalle eşrafı ile tanışmak selamlaşmak için buraya geldi. Tam çayını ikram ederken dışarıdan, "Baba." diye seslenen bir kız belirdi. Kız dediğime bakma. Ay parçası. Lâle bahçesi. Peri yavrusu gibiydi. Öyle güzel yeşil gözleri vardı ki; dünyanın en değerli madeninin onun göz çukurlarının içinde olduğuna yemin edebilirdim o an. Elime ayağıma mukayyed olamadım. Bir titremedir beni aldı ki kalakaldım elimde bardakla. Bir mum nasıl alev alır erirse, öyle eridim. Yerse yer kaydı ayağımdan. Gökse gök devrildi başıma.
-O an mı anladın aşık olduğunu?
-Sevdalanmak kolay mı öyle? Yeni çıkan fotoğraf makinesi mi şipşak olsun hemen?
-Ya peki ne zaman anladın abi?
-Çocukken okuldan eve gelir gelmez televizyonun karşısına kurulurdum. O zamanlar tek kanal var. Onda da öğle kuşağı Türk filmleri olurdu. Bu sefer filmin sonuna denk gelmiştim. Son sahnede muhtemelen kıtlık çeken bir köyün tek yiyecek ambarına sahip evinin önüne bütün köylüler toplanmış, içeriye girmek için açlıktan bitap düşmüş bir halde kapıyı zorluyorlardı. İçeride de yaşlı bir adam, bir kadın ve iki çocuğu vardı. Çocuklar korkudan ağlıyor, yaşlı adamla kadın da kapıyı tutuyorlardı açmasınlar diye. Ama nafile. Açlıktan gözleri dönmüş köylüler içeri girip ne varsa yağma edip, ellerine geçen kürekle de kendilerine mâni olmaya çalışan kadınla ihtiyarı öldürüp iki çocuğu da orada öyle sahipsizce bırakıp gittiler. Çocuklar ellerinde kana bulanmış yarım ekmekleriyle annelerinin başında çaresizce ağlamalarını sürdürürken film orada bitti. O günden beri hemen hemen her gece yatağımda o sahne gözümün önüne gelip durdu. Sağa da dönsem sola da dönsem uyuyamıyordum. Öyle etkilenmiştim ki. Kafamdan her gece o çocukların mutlu olacağı bir senaryo yazıp durmaya çalışsam da etkisinden çıkamadığımdan o acınası hâlleri gözümün önünden gitmedi hiç. Ne zamana kadar biliyor musun?
-Elif ablayı görene kadar mı?
-Onu görene kadar. Onu gördüğümün ilk gecesi o kız çocukları o kadar mutluydu, o kadar mesuttu ki. Artık her gece rahat rahat uyuyabiliyor, yalnızca Elif’i düşünüyordum. Şimdi o böyle çekip gitti ya; o çocukları da öksüz bırakıp gitti. Sadece beni değil.
Yutkunarak dinledim. Dışarıdan bakınca mizacı sert görünen bu adamın, göğsünün hemen altında kadifeden bir kalp taşıması... Basit bir kurgu olan filmden bile bunca sene tesiri altında kalıp, o tesirden bir aşk ile çıkması. Belki herkes, belki her şey terkedilebilirdi ama böyle bir adamda mı? Gözleri daha da nemleniyordu her anlatışında. Kesmek geliyordu içimden ama anlattıkça da hafiflediğini hissediyor, sorularıma devam ediyordum.
-Elif ablanın seni sevdiğini nasıl anladın abi?
-Orası muamma imiş meğer. Sevseydi, gitmezdi herhalde.
Bir an ikimizde buz gibi kesilen sessizliğe kurban gittik. Çıt dahi çıkarmadan bir süre bekledikten sonra, sessizliği bozan cümleler dökülmeye koyuluverdi dilinden.
-Babası sık sık uğramaya başladı akşamları. Çayını çorbasını eksik etmiyor bilhassa ilgileniyordum. Kendi işten çıktığında, Elif’i de iş çıkışı alıp onu eve yolluyor kendi de bu baba yadigârı dükkâna geliyordu. Elif’in geçtiği saatleri ezbere bildiğimden kapının önüne çıkıp bir heyecanla geçmesini beklerdim. Sadece kafa sallayarak selamlaşıyor geçiyordu. Benimde kalbim yerinden çıkıyordu.
- Ee abi hususi olarak tanışıp görüşmek için birşey yapmadın mı?
-Benimde canıma tak etti zaten. Aklıma bir Ali Cengiz oyunu geldi. Babasının masasındaki oltu tespihi yürüttüm.
Güldük beraber. Uzun zaman var ki ilk kez bu kadar içten, bu kadar samimi güldüğünü farkettim. Benimde içime huzur dolmuştu. Gülmesini bitirdikten sonra devam etti.
-Maksat tespihi sonradan bulmuş gibi yapıp Elifle ona göndermek. Bu vesileyle de adam gibi iki çift lafın belini kırmak.
-Konuşabildin mi bari abi?
-Bir pazar günü çarşıya yalnız çıkarken yakaladım. Vaziyeti izah edip tespihi verdim. O sırada konuşmaya başladı. Ağzı bir şelâleydi tıpkı. Su gibi dökülüp aktı yüreğimin dehlizine kelimeleri. O kadar aşikârdı ki ona sırılsıklam aşık olduğum. Gözlerini kaçırmasından da o kadar belliydi ki anladığı. Söz bitti. Dilimde tutuldu. Görüşürüz dedi tam ayrılacakken. Kekeleye kekeleye; gerçekten görüşür müyüz, yoksa gelişi-güzel mi söyledin diye sordum. Senin gelişin kadar güzel değil. Görüşürüz diyip gitti. Bir yandan afallamaya başladım bir yandan da sevinçten turnalar uçuruyorum içimden maviliklere.
"Buluşmaya başlamışsınızdır o zaman." diyerek tebessüm ede ede utandırdım Polat abiyi.
-Görüştük ya, görüşmez miyiz. Ikimizde çocuklar gibi şen. Birimiz Türkan Şoray, birimiz Kadir İnanır. Birimiz Filiz Akın, birimiz İzzet Günay. Şu tepedeki dilek ağacının altıydı meskenimiz. Ne dileğimiz varsa asmıştık. Adımızın baş harfini de kazımıştık. İlk aşk, ilk heyecan. Nasıl çocuklaştırırsa kişiyi, öyle çocuklaşmıştık.
Duruldu biraz. Sustu. Aklı gittiği güne vardı yine. Hatırladı. Anımsadı. Ağlar gibi oldu, delikanlıydı ağlayamadı. Daha da vardı söyleyeceği, yuttu. Yutkundu. Boğazı düğümlendi. Kendine küstü. "Abi." dedim son kez. "Ne hissettin o gün?"
-İçimde sönmüş ne varsa, tutuştu tekrar bir kıvılcımla. Öyle bir cehenneme döndü ki ateş, dedim ki ben bu ateşle yedi cihanı ateşe verir kül ederim. Sonra sonra yüzüme acizliğim öyle acı acı çarptı ki; ben o yangınla ancak kendimi yaktım.
...
Çok geçmemişti ki mahalle bir söylentiyle çalkalanmaya başladı. Elif, hırs ve ihtirasına yenik düşen annesininde zorlamasıyla inşaat firması olan teyzesinin oğluyla nikâh kıymıştı. Herkes Babaeskinin vereceği tepkiye gözlerini çevirmişken, korkulan oldu. Bütün bir mahalle sabaha gökyüzünü kara dumanlar sarmış bir şekilde uyandı. Neresinin yandığını tahmin etmek benim için zor olmasa da, tek düşündüğüm babaeskinin şimdi nerede ne yaptığıydı. Evden koşar adım çıkıp kahvehaneye gittim. Kahvehane çoktan tutuşmuş, cayır cayır yanarken suyla söndürmeye çalışan komşuların; "İçeride kimse yok." nidaları bir nebze de olsa korkumu bastırmıştı. Sadece kahvehaneyi değil, isimlerini kazıdıkları dilek ağacını da yakmıştı. Meraklı gözlerle yangını ahlar vahlar içinde izleyen kuru kalabalığın arasından sıyrılıp biraz daha yaklaştım. Bir aşkın, bir sevdanın yıkımı baba yadigârı hatıratı kül edecek kadar ağır mı olmalıydı? Bütün bir insan topluluğu yanan taş ve tahta yığınını görüyordu. Hâlbuki orada yanan bir ciğerdi, bir yürekti, bir kalpti. Böyle bir kara sevdaydı. Kimse farketmedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.