ÇENGELKÖY'DEN KARŞI KIYILARA BOĞAZİÇİ MARTILARI...
Sevgili okur, oldukça yoğun ve yorucu geçen bir günün ardından, güzel ve sanki geleceğe doğru müjdeler veren rüyalarla, ferahlatıcı ve rahat geçen bir gecenin ardından, alacakaranlık bir sabaha uyanmıştım. Güzelim Boğaz sularının rengine sis oturmuş, yeşile dönmüştü. Uykularıma dalmadan önce bulutları, yıldızları ve ay’ı seyretmeye doyamadığım açık penceremden, neredeyse hırçın esen poyraza direnemeyip yağacak olan yağmurun şiddetli sesini dinlemek istiyorum. Böyle asi ve pervasız sabahları çocukluğumdan bu yana severim, eskileri, çok eskileri hatırlatır bana...
Öyle bir ruh hali uyanırki içimde, sanki kendimi bana şefkatli ninniler söyleyen rahmetli anneciğimin kollarında hissederim kendimi. Hazır bu ortamı bulmuşken, ağlamalara, sızlamalara geçmek en tabii hakkım. Yaralıyım, ey taa uzaklardan bana bakan kadim dostum, vurgun yemişlerin ağırlığı üzerimde sanki. Bu sabah yorgun bedenimi dürten bir ağır bir sabah, öylesine ağır ki, yaşanmış eski sevdaların, dostlukların, arkadaşlıkların, işlerin, güçlerin ve sevdiklerimin yükünü taşıyabilecek mi acaba yüreğim...
“Ne olur yardım et Allah’ım,” diye yalvarırken sessizce, bir yandan dumanını kokladığım Türk kahvemin içine hüzünlerimi karıştırarak içiyorum. Yaş ilerledi ve neredeyse üç veya bir çocukluk arkaşımı veriyorum toprağa. "Sıra sana geliyor reis", diye düşünüyorum bazen. Yağmur çisilemeye dönerken, sis de bulutlara yükselir gibi oldu. Az sonra ben de kalkarım, balıkçı yağmurluğumla botlarımı giyer, inerim Çengelköy iskelesine. Yahu bu iskele meydanı beni sarhoş ediyor iyi mi? Neler neler yaşamıştık bu meydanda...
Neyse, birazdan akrobat Necmi, Baba Asım, Arap Selim, müfettiş Alidin ve uzun Sinan gelir, hep beraber ya 09.25 veya 12.25 motoruyla Arnavutköy’e geçeriz. Öce Kuruçeşme parkı, tekrar Arnavutköy, Bebek, Aşiyan ve Arnavutköy’e kadar yaklaşık beş altı kilometre yürürüz, sonra Arnavutköy Beltur’a oturur limonlu çayımızı içeriz. Bizi bırakan 9.25 motoru, İstinye’den saat 11.00’de döner ve bizi alarak Çengelköy’e bırakır. 12.25 Motoru ise saat 14.00’de döner ve Arnavutköy’den bizleri alır ve 14.05’de Çengelköy’e bırakır. Köye döndükten sonra her birimiz günlük işlerimize bakarız...
Efendim bizler bu motora, yaklaşık on yıldır biner, Arnavutköy’e geçer ve her zamanki yürüyüşümüzü yaparız. Ancak yaz aylarında bizlere, Nihat Hoca, kahveci Ali, Monkirik Aydın, İlhan Öğütçü, İsmail Yıldırım, labada Hüseyin gibi arkadaşlarda eklenir. O zaman sadece yürüyüş değil, denize’de gireriz. Arnavutköy’den Bebek sahilini yürüdükten sonra, saat 10.00 civarında Bebek parkındaki yerimizi alırız. Burada bizi Çengelköy’e götürecek olan, 18.20 motorunu beklerdiz. Denizimize girer, Çengelköy’e özgü atlayışlarımızı yapar, orada bulunan denize alışık olmayanların ve bilhassa Arap turistlerin dehşet, hayret ve korkuyla koskoca açılan gözlerinin önünde, dalışlar ve tüm yüzme stillerinden kısa örnekler verir ve tekrar rıhtımdaki yerimizi alırız.
Sevgili Çengelköy, yaklaşık 45 - 50 yıl önce, Bebek sahilinin suyu, girilemeyecek kadar kirliydi, Çengelköy sahillleri ise pırıl pırıldı. Şimdi ise tam tarsi, Bebek billur gibi, Çengelköy leş gibi lağım suyu kokuyor. Yaklaşık 2004 Yılından bu yana, 15 yıldır arıtma dediler, temizleyeceğiz dediler, kazdılar, yollar bize haram oldu, yıktılar geçemez olduk. Havuzbaşı parkının önünde bir delik açıldı ki, inanın içinden bir ’Tır kamyon’u rahatça geçer, Çengelköy’ün her yanında, devasa delikler açtılar. Yağmurlar yağdı ve Çengelköy’ü yine sel aldı. Bu ne biçim, ne çelişkili, ne büyük mühendislik hatasıdır ki, Bebek’de billur gibi su, Çengelköy lağım suyu. Bu ne biçim, ne çelişkili, ne büyük mühendislik hatasıdır ki, Çengelköy merkezdeki bütün tarihi çeşmelerimizin suyu akmaz oldu...
Üstüne üstlük bu çeşmeler bakımsızlıktan toprağa gömüldü, bazıları ise yok oldu (!). Sonradan öğrendik ki, meğerse sözde uzmanlar ’toprak analizi’ yapmadan 15 yıldır boşuna uğraşmış, boşuna taşeronlara milyonlar ödemiş. Zira bu tünellerin yapımına Çengelköy’ün yumuşak toprakları kesinlikle dayanamaz ve çökermiş. Eğer tam anlamıyla bir ’Toprak Analizi’ yapılsaydı bu tüneller, demir ile güçlendirilimiş sağlam beton sütunların takviyesi ile açılsaymış, bu fiyasko asla olmazmış. Arkadaş biz halk’ız, cumhur’uz, mış, mış, mıi’tan anlamayız. Ancak anladığımız tek bir şey var, o da tam 15 yıldır sizin yüzünüzden çektiğimiz çiledir, eziyettir. Bu konuya tekrar değineceğiz, sevgili okur...
Efendim, Bizim kayınbirader eski Galtasaray ve Fenerbahçe’de kürk çekmiş bir milli kürekçidir. Aynı zamanda eski denizci olan Fethi Karaer, aslen Kandilli’li olup, boğaziçi’nin bir çok semtinde balıkçılık yapmıştır. O günlerde Poyrazköyde bir barakada yuvalanan Fethi reis, çapari için ’Martı Tüyü’ bulmak üzere Poyraz Köyün mendireğine çıkmış, ucuna doğru yürümeye başlamış. Gün o günmüş ki, bir bahtı kara, kanadı kırık bir martı Fethi reisin yanında ki üzerinde ekmek kırıntıları olan iskele babasına, küüüt kamikaze pikesi gibi düşmüş. Fethi reis şaşırıp kalmış öylece, ayakta kalmaya çabalayan martıyı görünce. Martının sülalesi acılı çığlıklar atarak dönenirken gökte, reis diyor ki; "düşen martı, gözlerime dikmişti gözlerini". Mazallah martının sülalesi Fethi reis yaptı sanarak, kafasına bir üşüşürlerse, reisin hiiç şansı olmazdı. Ancak reis durumu tecrübesiyle kurtardı. Martı reisi görünce ürkmedi, ona uzanan avucundan da. Fethi reis; "Bir süre tuttu elimi, avucum açık, gagasının altında, başını yasladı. Uzandım, kucakladım. Sakin ol,dedim, sakin ol, yaralısın bak. Omuzuma yasladığı açık kanadının üzerine eğdi bembeyaz boynunu, yaralı kırığını gösterir gibi"...
Reis devam etti; "Ne bir ses, ne bir itiraz çırpınışı, öylece durdu kucağımda. İçeri barakaya girdik. Yarayı oksijenli su ile güzel güzel temizledim. Bir çarşafı da yırtıp bandaj hazırlayarak, boynu ve ayakları dışarıda olmak üzere sanki mumyalanmış bir martı yarattım; saldım evin içine. İlk gün evde mevcut tüm ton balığı kutularını açıp ekmekle harmanladım bayıldı hoşuna gitti. Önümüzdeki günlerde ona ve ailesine sevdikleri balıkları alacağıma da söz verdim. Belki de buraya kadar az iş yaptım gibi duruyor ama kanape üzerinde, üstelik Yaralı koluma yaslanmış, yorgunluktan bitap öyle bir uyumuşuz ki. Terastan martı haykırışları sanki ninnimiz olmuştu sanki"...
Sevgili Çengelköy, yaralı martı evin içine yerleşirken, sülalesi de dışarıda saf tutmaya başladı. Onu inerse, dokuzu kalkıyor, havradan beteriz. Binbir Martı Masalları’ydı artık yaşadıklarımız. Yaralı’m iyileşip, uçuş brövesini yeniden başarıyla hak ederek ailesine karışana kadar da sürdü bu martıların ağıtı. "Siz martıları bilmezsiniz, onların gönlüne girmek, dostluğunu kazanmak bu dünyada yapılabilecek en zor işlerdendir. Gözlere, uzanan avuçlara, sevgiyle çarpan yüreklere güvenmektir işin aslı astarı. Pek sıradan bir durum değildir yani insanların martılarının olması. Ne sevgiliye, ne evlatlara gösterilemeyen kadar büyük özveri ister"...
Fethi reis; "Martılarla haşır neşirliğim ezelden değil gerçi. Kandilli’de doğduğum ev, enfes deniz manzarasına rağmen, martı trafiğine sadece uzaktan hakimdi. Kumrular, güvercinler ve de serçeler nasiplensinler diye, terasa bıraktığımız yiyeceklere o devirde martılar gelmezdi. Onlar, balıklarını denizden çıkarıp doyururdu karınlarını. Sonra denizden değil, çöplüklerden medet umar oldular. Seyrek de olsa, ‘vapurlarla birlikte uçuşmak oyunu oynamak üzere’ denize indiklerinde, iyi insanların güverteden attıkları küçük simit parçaları girer oldu midelerine".
Martı bahçesi’nin açılışı böylece yapılmış oldu. Yaralı evin içine yerleşirken, sülalesi de dışarıda saf tutmaya başladı. Martıların on’u inerse, dokuzu kalkıyor, sürekli yaralı martıyı izliyorlardı, Tıpkı kargalar gibi. Sonunda yaralı martı iyileşip, yeniden uçmaya başlayınca, Fethi reisin onun iyileşmesi için, verdiği çabaları sabrederek iyilrşinceye kadar bekledi ve bu serüven, artık iyileşen martıcık, ailesine karışana kadar da sürdü.
Biz, yakın arkadaşlarımız ile, hayatın tozlu, dumanlı, fırtınalı, tehlikeli, zor ama bol aşklı, ergenlik yıllarından bugüne kadar, çok yola beraber baş koymuştuk biz, karanlık umutsuzluk bulutlarının, tepemize doğduğu gün, ay ve yıllar da bizi geleceğe umutla baktıran hayallerimiz vardı daima, o hayalleri bir heykeltraşın özenli elleri gibi, ellerimizle beraberce yontup şekillendiriyorduk, tarifi mümkün olmayan, zengin, geniş ve yüksek ideallerimiz de. Beraber aşık oluyor, beraber geziyor, beraber ayrılıyorduk ve sonra yine beraber dertleşiyorduk, kardeş olsa bu kadar yakın, abi olsa bu kadar içten olurdu. Bu dostluklar, unutulur mu hocam, hiç unutulur mu? Unutulmaz elbette çünkü; "İnsan Hatıralar İle Yaşar"...
TUNACAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.