- 340 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yasak Elma
(LaTekmenden Büyüklere Masallar)
Yorgun bir günün sonunda güneşte ısıttığım su ile duş alıp üzerimi değiştirdikten sonra terasa oturmuş keyifle çayımı yudumlarken günbatımını yaşayan ufkun göz alıcı kızıllığını seyreyliyorum.
Yaklaşık altı aydır yaptığım bir şeydir bu benim. Ama her zaman çay olmaz elbet. Kimi kahve olur, tövbekâr değilim; kimi rakı, kimi de bira, şarap. Ne içeceğime o günkü ruh halim karar verir.
Ufuk her zaman kızıl da olmaz. Turuncu olduğu, sarı gibi daha açık renklere büründüğü de olur. Nasıl olursa olsun ama seyri her zaman güzel olur. Geceyi beklerken “ömrümden bir gün daha gitti" diye üzülmem nedense. Aksine içime mutluluk, ruhuma gani gani huzur dolar…
Lakin sebebini bilemesem de bu akşamüstü başkalarına benzemiyor gibi. Birileri topuz uçlu değneği ile dürtüp duruyor sanki sırtımdan. Bundan olsa ki, tuhaf bir huzursuzluk var üzerimde.
“Kalk hadi, kalk!"
Dürtüp durma cadı ebem gibi, neden kalkıyorum?
“Gidip çeşmeyi kapat!"
Kapar dururuz, acelesi ne?
"Aklındayken kapat diyorum. Sonra unutuyorsun da köstebek deliğinden kaçan sular yamaçtan çeşme yanına kadar sel olup akıyor. Sular azaldı, bahçe sulamayın diye anons etmediler mi camiden? Üstelik iki kez! İllaki biri gelip de laf mı söylesin? Laf da kaldıramıyorsun doğrucu ananın doğurduğu doğru oğul gibi; saniyede panikleyip yıkılacakmış gibi tirim tirim oluyorsun."
Tamam, dur az. Çayımı içeyim hele. Hem sarhoş olduğum gece unutmuştum ben onu. Bugün çay var bardağımda, bira içmiyorum ya!
Köy evimin elektriğim yok. Uzun bir kabloyla yolun öte yanındaki içinde oturulmayan evden almışım onu. Suyu da elli metrelik hortumla aynı evin bahçe çeşmesinden taşıyorum. Kabloyu kimi yerde toprağa gömerek, kimi yerde daldan dala gererek sabitlemiştim ama hortum öyle değil. Yol üstünden geçiyor ve üzerinden az da olsa arabalar geçtiği için tekerlekle mıcırlar arasında kalıp ikide bir delinip su fışkırtıyor. O sebepten ihtiyacım olduğu zaman açıyor, işim bittiğinde de çeşmeden kapatıp yol kısmını ek yerinden ayırarak kenar bir yerde topluyorum...
“Kalk hadi kalk!"
Dikilmiş biri arkama; sihirli değneği ile sürekli sırtımdan itekliyor, yetmezmiş gibi koltuklarımdan tutmuş, oturduğum yerden kaldırmak istiyor.
“Kalk hadi, kalk!"
Tamam, diyorum sonunda. Anlaşıldı. Kalkıp içeriye gidiyorum, tedbir için çaydanlığın altını söndürüyorum. Tabii neyin tedbiriyse bu! Çeşmeyi kapatırım, hortumu ek yerinden ayırıp yol boyuna toplarım; hepsi bu kadar. Çok olsa on dakikalık bir iş. Dönüp gene eve gelirim…
Kim olduğunu bilmediğim biri “git" diyor, ayaklarım da onu dinleyip aşağıya doğru yürüyor. Giderken ocağı söndürüyorum ama kapıyı örtmüyorum nedense…
Taş duvarlı eski ev ile ahır arasındaki dar ve alçak yerden eğilerek geçip sahipsiz boş bahçeye giriyorum. Aylardır rutin olarak yaptığım olağan bir şey bu. Ama bu sefer olağan dışı bir durumla burun buruna geliyorum.
Bahçede o var…
Karşı sınırdaki katırtırnağı ile ahır duvarı dibindeki dut ağacı arasına gerdiği beyaz naylon ipine uzanıp uzanıp çamaşır seriyor.
Bu ev onların değil oysa. Bu köylü bile değil o. Burada olmaması gerekir. Şimdiye dek hiç olmamıştı ki!
Ama şaşırmıyorum nedense. İçimi tarifsiz bir sevinç kaplarken gözlerimin içi gülüyor. Altıncı his diyorum içimden. Anladım, beni itip getiren o ama onu kim getirdi buraya? Kozmik bir şey olsa gerek. Ya da reenkarnasyon mu bu?
Bakışlarımı ondan alamazken unutmadan çeşme musluğunu kapatıyorum hemen. Yıllardır veremediğim kararı da işte o an o küçücük su yalağı dibindeyken çarçabuk veriyorum. "Burası dönüm noktası olsun" diyorum kendime ve "hayatımın bundan sonraki seyri de varsın değişiversin" diye ekliyorum. Baskıladığım duyguları azat etmeliyim artık…
Usul adımlarla yürüyüp yanına gidiyorum. Sessiz. Kelebek kanatları takınmışım gibi ayaklarım yere basmıyor sanki. Ne diyecek, ne tepki verecek bilemiyorum ama "ne olacaksa olsun artık yapmalıyım" diyorum. Zincirler, gemiler, ne derler… Yeter! Aslında her şeyi yıllardır biliyorum. Biliyorum da her seferinde korkularıma yenik düşüyorum. Biliyorum, o da biliyor. O da istiyor. Ama onun da korkuları var.
“Ne derler, ne söylerler…"
İkimiz de diyemiyoruz; ne derlerse desinler! Ayıp mı? Günah mı? Ahlaksızlık mı? Tabuları yıkıp gemileri yakmak, zincirleri kırıp kaçmak ahmaklık mı? Daha kaç dünya var yaşanacak, kaç hayatımız var yaşanılacak? Zaman akıp gitmiyor mu su gibi? Bir varmış bir yok misali ömrümüz tükenip bitmiyor mu ahlar vahlar ile? Kim bengisudan içti de ölmedi? Kim öldü de yeniden dirildi?
İyi de kim soruyor bu soruları?
Ben mi?
Başını ellerim arasına alıp usulca kendime doğru çekiyorum. Alnımı alnına dayarken burnum burnuyla öpüşüyor. O an nefes alıp verişini duyuyorum. Lakin titremiyor diyorum içimden. "Korkmuyorum ki" diyor. “Deniz gözlerin…" diyorum. "Hep seni gördüler" diyor. “Saçların yumuşacık…" "Hep okşamanı beklediler." “Ellerin…" "Hep ellerini aradılar." “Dudakların..." "Hep öpeceğin günü beklediler." “Yanakların kızarmadı hiç." "Yapma, ateşler bastı!"
Yanakları avuçlarımdayken “artık yeter" diyorum fısıldayarak. Öpüyorum yanaklarından. Konuşmuyor hiç. Susarken deniz gözlerini yumup bekliyor.
Dudaklarım dudaklarına değiveriyor sonra. Dudakları dudaklarıma. Sarılıp kenetleniyoruz hızlıca. Tek beden oluyoruz. Ne çok özlemişim diyorum içimden. Ya ben diyor içinden. Göğsünün yumuşaklığını göğsümde, tanininin sıcaklığını da tenimde hissediyorum. Burnum yaban gülü kokusunda, dilim balözü tadındayken ben de yumuyorum gözlerimi. Bir daha açmıyoruz. Açarsak sihir bozulacak…
Dakikalarca. Dudak dudağa, sarmaş dolaş. Doruklara çıkarken nefessiz kalıyoruz. Sonra başımız dönüyor ve düşüyoruz…
Uzun ve yorucu bir yaz gününün sonunda fayanssız küvetsiz banyomda duş alıp ter ve kirden arındıktan sonra çıkıp terasa oturmuşum. Cilasız ahşap masamın üzerinde mor taneli bir salkım üzümle bir dilim beyaz peynir ve bir çatal kaşık var. Bir bardak da aklaşmış rakı… Sandalyeye oturmuşken günbatımını yaşamış ufkun üstünde kümelenmiş ateş yalımı gibi kızaran top bulutları seyreyliyorum. Biraz sonra közler sönüp küllenince gece karanlığa bürünecek. İşte o zaman Çobanyıldızı parlayacak ama ay çıkıp gelecek mi evinden, işte onu bilmiyorum...
“İçme!" demiş bir ses.
Neden?
“Nefesin kokmasın…"
Bu yüzden mi bardak hala dolu? Peynir dilimi hiç kesilmemiş. Mor üzüm tanelerini koparıp koparıp tek tek ağzıma atarken bir şeyler anımsar gibi oluyorum. Düşte görmüşüm gibi. Ya da rüyamda… Veya başka bir yaşamda…
Tuhaf hisler içindeyim. Susuzluktan yanmışım, günlerce aç kalmışım gibi yüreğim karnımda atıyor sanki. Kanmak için bira mı içseydim acaba? Doymak için yağlı ızgara mı yeseydim?
“Öyle bir şey değil ki bu!" diyor birisi. Bir başkası da “Rakı içme!" diyor. Onlar her kim iseler?
Nefesim. Nefesi. Damağımda bir tat... Balözü. Burnumda bir koku… Yaban gülü. Hatırlar gibi oluyorum. Menekşe. Evet Menekşe. Terk edilmiş evin büyülü bahçesinde. Ben on dokuz, sen on yedisinde. Ah keşke! Değil miyiz? Keşke! Sen otuz beş, ben ondan öte. Olsun, bundan kime ne? Sen genç, ben geçkince... Öyle deme. Yetmiş olurum sonra, sen hala gerilerde. Olsun, elinden tutarım. Yapma menekşe! Ben ölürüm sonra, sen tek başına. O zamana kadar yaşadıklarım yeter bana… Ah Menekşe!
Tadı damağında, hevesin kursağında kalmışken böyle boş boş oturulur mu gamsızlar gibi? Kimsin sen? Üstelik karnın da ağrıyor. İyi de neden? Yapma koca adam! Aşktan mı diyorsun? Sana demedi mi? Ne dedi? Ömür boyu birlikte olamayacaksak bari bir kızımız olsun. Öyle mi dedi? Gözleri bana benzeyen, kaşları sana. Hatırlamıyorum. Demedi mi; biz gidince o kalacak ikimizden geriye. Onun bir kızı var zaten, bir de oğlu. Benim iki kızım var, bir de oğlum. Varsa var, ne olmuş? Dul mu o, kocası yok mu? Olursa olsun, ne olmuş? Boş mu oldum ben, bir karım yok mu? Olursa olsun!
Kimsin sen be, neler diyorsun böyle?
Yer siyah olup gök mavide kalınca ufuk çizgisi belirginleşiyor. Önce Çobanyıldızı doğuyor ufkun az üstünden, peşinden de milyarlarcası gökyüzünde. Sokak lambaları tek tek yanıyorlar. Ay, evinden çıkıp gelmiş; gümüş tahtında oturuyor. Uzaklardaki gece kuşlarının seslerini duyuyorum...
Tadı damağımda, hevesim kursağımdayken…
Bir ses işitmiştik gaipten. Boğuk bir ses; “utanmazlar!" diye bağırıyordu bize. “Ve de günahkârlar!"
Hazzın doruğuna çıkarken nefessiz kalınca başımız dönüp düşmüştük. Dudak dudağa ve sarmaş dolaşken yuvarlanıp gürlük dibine gitmiştik. Görüldük. Görüldük mü? Ama kimseler yok ki! Yok mu? Öyle ise akşama… Akşama mı? Gene… Gene mi? Ay tahtına oturduğunda. Bekler misin? Ezelden ebede. Ebede… Bir iz bırakalım adamım, o kalsın ikimizden geriye…
“Ay tahtına oturdu" diyor bir ses. Evet, oturdu. “Uzaklarda gezinen siluetleri görüyor musun?" Görüyorum. “Hadi öyleyse, vakit tamam." Tamam, diyorum.
Kelebek kanatları takınıp uçarca gidiyorum. Ve sessiz. Kapısı kırık dar ve alçak geçit ay gölgesinde kalmışken "öteden" diyorum kendime. Karanlık dar yamacı inerken ateş çakan böcekleri ışık tutuyor adımlarıma. Az gidince duvar dibinden sola dönüp efsunlu bahçeye giriyorum. Giriyorum ama ne zamandaki yolculuktan izler, ne kozmik ışın denen şeyler, ne ruh gücü; kapıları kapalı, camları ışıksız evde insan değil cinler oturuyor. Lakin beyaz naylon ip hala katırtırnağından dut ağacına dek gerili…
Ay ışığı usul usul sallanan çamaşırlara ak boyalı duvarlarda hayalet dansı ettirirken onu değil ama şalvarlı bir kadın görüyorum orada. Uzanıp uzanıp plastik mandalları açıyor, ipten aldığı çamaşırları da sol kolunda topluyor. Gözlerimi kocaman açıp dikkatle bakıyorum. Ama öncekinin aksine bu sefer şaşırıyorum. Çünkü çamaşır toplayan şalvarlı kadın Menekşe’nin anası...
Bu ev onların değildi oysa! Üstelik bu köyden bile değildi o. Burada olmaması lazım. Hiçbir vakit olmamıştı ki! Sonra ürküyorum. Ve titriyorum. Beni görmüyor henüz ama ya görürse! “Ne işin var dul bir kadının evinde?" deyip diklenirse! Kelebek kanatlarımı çırparak uzağından sessizce geçip harabe olmuş ambar evine doğru gidiyorum. İçinde iki araba tekerleği var, eski zamandan kalmış. Birini alıp siyaha boyadıktan sonra evimin teras duvarına asacağım. Onu almaya gelmiştim ben. Yalancı! Gerçekten Emine Hanım, başka ne işim olur sizin sahipsiz bahçenizde? Yalancı! Rica ederim Emine abla! Ne ablası be, ne ablası; yaşıt değil miyiz biz?
Kızım yaşındaki birisiyle mi öpüştüm ben? Öyle utanıyorum ki, zangır zangır titrerken dilimi yutmuş gibi oluyorum...
Öyle zor bir durumdayken o geliyor yanıma. Ay aydınlığında. Yüzünde aynı masumiyet, gözlerinde aynı gülümseme, bakışlarında aynı derinlik; “korktun mu?" diyor. Korktum. “Görmez ve duymaz o. Hem de konuşamaz." Öyle mi? “O gerçek değil ki!" Öyle mi? “Ne sanmıştın ki?" Ya sen? Sen gerçek misin? Elimden tutup “yürü" diyor bana. Nereye? “Ay gölgesinin düştüğü yeşil çimenlikler üstüne..."
Tadı damağında, hevesi kursağındayken…
El ele olup koşarca gidiyoruz. Ama normal değil ağır çekimli filmlerdeki gibi. Dar ve kırık kapılı yerden geçip bahçe dışına çıkınca birden duruyoruz. Ne oldu? İşaret parmağını kapalı dudaklarına götürüyor. Susup dinliyoruz. Ve bize doğru gelen birilerinin seslerini işitiyoruz.
Ay ışığı sıra sıra dizilmiş bardak eriklerine vuruyor. Gölgesi çimenler üzerinde. Çok geçmeden sigara ateşlerini kızartarak gelenlerin iki er kişi olduklarını görüyoruz. O an korkuyla ürperiyor. Sıkıca tutuğu elimi bıraktığı gibi hiçbir şey söylemeden kopup gidiyor.
En son gördüğüm dar ve karanlık yamaç bir yola doğru koştuğu oluyor. Orada kıyılmış odun yığını yanında kalakalmışken sokak ışıkları altında yürüyüp buraya doğru gelen iki kişiyi ben de tanıyorum...
Kaçmalıyım! Saklanmalıyım! Ama koşamıyorum! Zor bela geven dikenlerinin gölgesine ulaşıp yere düşünce bir ayakkabımın olmadığını fark ediyorum. Yırtık çoraplı pabuçsuz ayağımı altıma alıp saklıyorum. Başım da ağrıyor. Onu da ellerim arasına alıp sıkıyorum. Hem de korkuyorum. Büzüştükçe büzüşerek küçücük oluyorum...
İki er kişi, yol boyundaki kıyılmış odun yığını yanına gelince duruyorlar. Biri kocası bunların, diğeri de erkek kardeş.
Sakinken birden asabileşiyorlar. Yanan sigaralarını yere atıp el kol hareketi yapıyorlar. Sonra koşuyorlar. Dar ve karanlık yamaçtaki kurumuş sığır bokları tozurken sığır sidiğine bulanmış samanların ekşi kokularını duyuyorum.
Sonra taş duvar dibindeki siluetleri görüyorum. Çömelmiş, başı elleri arasında suçlu bir kadın ve ondan hesap soran iki adam. Sesleri duyamıyorum. Ne diyorlar acaba? Kadına ne yapacaklar? Tabancaları var mı? Veya kıyma satırları…
Uzun ve uykusuz bir geceden sonra uyanıyorum. Gün aydınlanmış. Yeni doğmuş güneş küçük pencereden geçip dağınık odamda geziniyor. Dut ağacındaki sığırcık kuşlarının ıslıklarını duyuyorum. Ve yeni gün karmaşasına karışan türlü sesleri…
Ter duman içindeyim. Yastığım göl olmuş. Üstüm açık oysa. Gece çöl sıcağına gömülüp boğulmuş muydu ben uyurken. Öyle olmalı…
Kimse gelip de günaydın demesin bu sabah bana. Öyle yorgunum ki. Çok da canım sıkılıyor…
Eski bir inanışa göre iki ruh yaşarmış insanda. Biri gezentiymiş bunların. İnsan uykuya dalınca bedeni terk edip gidermiş. Ama uyku uyanmadan dönüp geri gelirmiş. Gezerken görüp duyduklarını da uyanık beyne anlatırmış.
Buna rüya derlermiş.
Diğeri durağanmış. Ne uyurken, ne de uyanıkken bedeni terk edip hiçbir yere gitmezmiş. Giderse bir gider pir gidermiş ki, bir daha dönmezmiş.
Buna da ölüm derlermiş...
LaTekmen. Kasım/2015/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.