AHH O KARA KUTUNUN DİLİ OLSA DA KONUŞSA...
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Sevgili Çengelköy, o çook eski bir Çengelköylüydü, Belki Rum, belki Ermeni, belki de Türk’tü. Yüzyıllar önce Çengelköy’ün Yenimahalle semtinin, köyün merkezi olduğu zamanlarda, Türk, Ermeni ve Rum cemaatleri, bir arada yaşardı, bu topluluklar o kadar çok birbirine girmişti ki, o bile kendini bu toprak ve toplulukların hepsine aitmiş gibi hissediyordu...
1800’lü yılların sonu, 1900’lü yılların başında ki yılların merkezi Yenimahalle meydanının, dört bir yanının meyhanelerle dolu, eğlence, mutluluk, arkadaşlık ve muhabbet kapısı olarak görüldüğü, çarşının pazarın burada olduğu, günlerden geliyordu. O daima, nedense kapalı bir kutuda biriktirirdi anılarını. Mutluluklarını, hüzünlerini, gözyaşlarını, kahkahalarını, umut ettiklerini, hayal kırıklıklarını hep o kutuya koyardı. Kapağını sıkı sıkı kapattığı, kimse bulmasın diye, her seferinde gizli köşelere sakladığı; "Ahh o kutunun bir dili olsa da konuşsa"…
Bu hoş görülü ve alçak gönüllü Çengelköylü, kararsız kaldığında veya hayat onu çaresiz bıraktığında hep o kutuyu açar, içindekileri çarşaf gibi serip yaşadıklarını hatırlar ve rahatlardı. Nerelerde hata yaptığını, hangi yollardan geçerken nelerin onu mutlu ettiğini, pişmanlıklarını, cesaretini nelerin kırdığını, nelere ses çıkarmadığını, nelerle yüzünün güldüğünü, o anılarında görür doğru yolu arayıp bulmaya çalışırdı.
O kıymetli kutusunda sakladığı bazı parçaların bazılarının anısını hatırlayamaz olsa bile, kutusundan onların parçalarını alır, kalan diğer parçalarını da bulup birleştirip düşünmeye başlardı. İşte o parçalar birleşince, hemen hatırlardı o unuttuğu acı veya tatlı anısını. Çoğu kez düşüncelere dalar bazen günahlarının bağışlanması için Allah’a dua eder, bazen de olan bitene şükrederdi. Bazı parçacıklar, diğerlerinden farklı olur ve film şeridi gibi beliriverirdi hayalinde. Sanırdı ki o an’ı yeni, daha dün yaşanmış gibi hissederdi. İşte o zaman bir garip olur ve yaşadığı mutlu günlerin, o canlı renkli tablosuna doya doya bakardı. O resmin içine girer, sanki bu günmüş gibi, tekrar tekrar yaşardı.
O kara kutuda, unutmak istediği anılaın siyah olanlarını da olabildiğince, ufacık hale gelene kadar uzaklaştırmaya çalışır ama yine de kıyıp atamazdı kutusundan. Boğazı düğümlenir bir damla gözyaşı düşüverirdi kutuya. Bir damla gözyaşıyla ıslanan anılar, bazen de kocaman gülümseyen bir yüzü alıverirdi içine. Sanırız bu hâl, mutlaka bir hikmeti olan, kötü anıların arkasından gelen, o hikmetlerin, mutlulukları ve sevinçleriydi. Kutu, içinde birikenlerden ağırlaşıp kapağı kapanmaz hale gelince ne yapacağını şaşırır telaşla saklamaya çalışırdı. Bu durumdan endişelenip başka anılar biriktirmemeye karar verirdi. Eee tabii ki, bunda da bir hikmet saklıydı...
Eski Çengelköylü adam gece birden sanki bir ses duymuş gibi uyandı, ama sadece bahçeden yükselen zakkum, şebboy, hanımeli karışımı güzel bir koku burnuna çarptı. Sıcak yaz gecesinde, dışarıda yaprak bile kımıldamıyordu. Her taraf sakin ve sessizdi. Dolunay gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatıyordu. Bir süre mehtabı seyretti. Aya bakıp hafif hafif şu ıslığı çaldı; "Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde, tatlı bir kız yaşarmış Çengelköy’ünde, işte bir sabah erken, masal böyle başlamış, delikanlı genç kıza iskelede rastlamış, bakışmışlar gözgöze, gören kimse olmamış, fakat Çengelköy’ünde dedikodu başlamış"... İşte bu şarkı ona Çengelköy ve Çengelköylüleri anımsatır ve hemen gamzeli yanağının kenarında bir gülücük çizgisi oluşurdu...
Sabah güneşi odayı doldurduğunda, önce komşunun horozunun sesiyle uyandı. Saate bakıp geç kaldığını anlayınca telaşla yataktan fırlayıp banyoya koştu. Vücudundan sızıp akan su damlacıklarıyla duştan çıktı ve kurulandı. Evden dışarıya çıktığında temmuz sıcağı daha sabahın erken saatlerinden itibaren etkisini göstermeye başlamıştı. Yüksek kavak ağaçlarının altı bile güneşin etkisiyle hamam gibiydi. ÇengelköYde kavak ağacı demek, orada çok su var demektir. Doğrudur, zira kavak ağaçları Çengelköy’ün Bekarderesinin hemen yanında biterlerdi...
Sevgili okur yazımızın kahramanı, belki Türk, belki Rum, belki de Ermeni olan kişi, yine çaresiz kaldığı bir gün oturdu o kutunun başına, aldı onu önüne açtı kapağını, bir bir yırttı tüm iyi kötü anılarını, buruşturup attı çöpe. Koydu kutuyu ulu orta bir yere. Artık ne saklayacağı bir kutu ne de onları birinin görebileceği korkusu kalmıştı. Şimdi vereceği kararda, artık geçmişin hiç bir etkisi olmayacaktı. Ve kendisine bir soru sordu; "geçmişte yapmış olduklarını unutup, hayatı sil baştan tekrar tekrar yaşamak zorunda olsaydınız siz ne yapardınız"?
Sevdiğim şeyleri seyrederken onlardaki özellikleri seviyorum… Güzelliğini seviyorum, ondaki gizemli ve mistik havayı, yetenekleri, insan sıfatını, iyiliğini, bilgeliğini, hoş görüsünü, sabrını ve cömertliğini seviyorum… Birisi beni sevdiğini söylerken, bendeki özellikleri seviyordur aslında… Oysa ki, hiçbir varlıktaki özellikler kendine ait değildir… Çünkü onun gerçek bir sahibi vardır… Güzel bir yüzdeki güzellik hiçlikten ve topraktan yaratılmıştır… Güzel bir yüzü severken, onun karşısında ona hayran olurken, hayran olduğumuz o güzelliği “Yaratan” (Allah) değil miydi aslında? Bir insanda ki yeteneği överken, hayran olurken, hayran olunan onu Yaratan değil miydi? Yaratıcı adına sevilmeyen her güzellik, her yetenek boşa gitmiş, tükenmiş, övünüp ve silinip gitmiştir…
Sevgili Çengelköy, âşık olmanın büyülü havası çok çekicidir. Aşk, sevgi, yalnızlığa karşı en büyük kalkandır. Dipsiz ve kör bir kuyuya doğru salınırken tutunduğunuz bir umut dalıdır belki de. Kendi başınıza olduğunuzu anladığınız an, yaşam anlamını yitiriyor, duygular inciniyor, dünya üzerinize çöküyor, yaşamak için acılarınızı dindirmenin tek yolu insanları, hayvanları, bitkileri ve hayatı sevmek ve hayata sıkıca tutunmaktır. Sevgi ve sevmek gibi erdemli duygular, sancıları kesen bir ilaç gibi, acılara sürülen en kolay, en mükemmel, en etkili ve en insancıl, ilâhi bir merhemdir.
Çevrendeki her canlıyı kucakla, hayatla barışık ol, kendini sev, özünle gurur duy, başkaları için değil, sadece kendin için bakımlı ol. Örneğin kadınsan; ’basenlerinmi geniş, tayt giy, sesinmi çirkin, yüksek sesle türkü çığır, Gülüşünmü çirkin, kahkaha at, kilolumusun dans et, ayaklarınmı büyük, bacak bacak üstüne at, sesinmi kötü, şarkılar söyle, selilütinmi var, mini etek giy, kollarınmı tüylü, kısa kollu giy, gözlerinmi şaşı, gözlerimin içine bak, boyunmu kısa, topuksuz giy’, erkeksen; ’kendine güveninmi yok, spor yap, kızlar sana bakmıyormu, sende onlara bakma, sakalın bıyığınmı az, sevin daha az traş olursun, yalnızlıkmı çekiyorsun, bir ağaca sarıl bu ağaç, sevdiğiniz kızın yaşadığı mahalleden onun sesini getiriyor farzedin. Arabanmı yok, eee yok artık, benimde yok ne yapalım bunları sakın dert etme, utanma, sıkılma.
Gel dostum, gel arkadaşım, bu hayatı kendine zindan etme. Başkası olmak için uğraşma, sadece kendin ol. Mutluluğu ancak böyle yakalayabilirsin. Unutma ki; "seni sevmek isteyen, bunlara rağmen seni daha çok sevecektir. Sevmek istemeyen bir insan için, zaten önünde hiç bir engel yoktur, sevmemek için ne yapsan da, hiç bir sonuç vermeyecektir, hayâl kırıklığı ise, bu direnişin sana hediyesi olacaktır. Seni sevmeyen birisi için harcadığın zamanlar ise, tükenerek pişman olacağın zamanlardır. Şu kısacık dünya misafirliğinde, fileni iyi şeylerle doldur, gideceğin yerde ihtiyacın olacak, zamanını kendine ve seni sevenlere ayır ki, hayâl kırıklıklarının ardından gelecek olan, keşkelerin bir ömür peşinden gelmesin. Unutma ki; ’Olmadığın birisi gibi görünerek kazandığını, olmadık bir zamanda kaybediverirsin"...
Sevgili okur, yaratılışımızın esası olarak biz insanlar, sürekli birbirimizi sevmek ve sevilmek ihtiyacı duyarız. Sevildiğimizi görebilmek, duyabilmek, kokusunu duymak, onu hissetmek, başka biçimiyle de "onay" almak için elimizden geleni yaparız. Sonrada; "bu kadar sevdiğim bir insan, bana nasıl böyle bir kötülük yapar?" diye küçücük bir haksızlığa uğradığımızda acılar içinde kıvranırız. Her insanın sevgiye ve sevildiğini hissetmeye ihtiyacı vardır. Sevgilisi tarafından, eşi, annesi, babası, kardeşleri, iş arkadaşları ve çevresinde önemsediği insanlar tarafından sevildiğini hisseden kişi nasıl da ayaklarının üzerinde "güçlü" durur. Sevginin verdiği güvenin "başı dik" duruşudur bu...
Kadınlar durmadan tekrarlanmasını isterler sevgi sözcüklerini, erkeklerin ise, her aklımıza geldiğin de onarı sevdiğimizi söylediğimiz için, erkeklerden bolca duyarlar bu sözleri. Sakın bundan yakındıklarını düşünmeyin, tam tersi bütün insanların yeme içme ihtiyacı gibi sevgi sözcüklerine de ihtiyacı vardır. Biz onlara her "Seni seviyorum" dediğimizde, evet seviyoruz ama "Sen de beni seviyor musun?" sorusunu da yanında sorarak ve cevabını bekleyerek. Bu kendimize güvenmediğimizden, karşımızdaki kişinin bizi sevip sevmediğini kontrol etmek ya da sevdiğini bilmediğimizden değildir; yalnızca "Hayatımdan memnunum, senin de memnun olmanı istiyorum ve elimden geleni yapıyorum"un cevabını alabilmek ve mesut olmak içindir...
Sevgili genç kız kardeşlerim, nasıl yetiştirildiğimizi bir düşünün; aileni memnun etme, hayâller, aşk dolu Türk filmleri, eşini memnun etme, çocuklarını sevme, koruma, bolca fedakarlık, fedakarlık... Tamam erkekler de bu "memnun etme"lerle yetişiyor ama onlara "maddi memnuniyetler" aşılanarak büyüyorlar. İhtiyaçlarımızı karşıladıkları ölçüde sevgilerinden de emin olmamızı bekliyorlar ve bu onların sevgilerinin kanıtı haline geliyor. Ah, bir bilseler insanın sevildiğini duymak ya da birine sevdiğini söylemek kadar ihtiyaç duyduğu başka şey olmadığını...
Neymiş efendim; "Sevdiğimi gösteriyorum ya, Sevmiyorum durmadan bunu kodlamayı, sana sevdiğimi göstermek daha çok hoşuma gidiyor." Bu da erkeklerin ağzından sıkça duyduğumuz bir cümle. Evet, haklılar da... En az kadınlar gibi erkeklerin de, sevgiyi duymak kadar hissetmeleri de çok önemli. Ama, o sihirli iki sözcük var ya, dünyaya bedel geliyor insana. Stresli, yorucu bir günün ardından ya da hayatınızda her şey yolunda giderken sevdiğinizin size gönderdiği bir öpücük, size sarılması yanında, gözlerinizin ta içine bakarak "Seni seviyorum" demesini istemez misiniz"? Ben çok isterim doğrusu...
Sevgili Çengelköy birini sevdiğimizde, onun kendi hayatına dair, bizim pek de görmek istemediğimiz huyları, davranış biçimleri bizi nasılda huzursuz eder, değilmi? Çok garip, nedense sevdiğimiz kişinin kendine ait bir dünyası olduğunu asla kabul edemeyiz. Her şeyi kendi açımızdan düşünür, "ben böyle bir durumda şöyle yapardım, şöyle ederdim" der, hep onu suçlarız.
Sıklıkla da, onda gördüğümüz hatalar ve kusurlar, aslında bizlerin özümüzde var olan eksikliklerin yansımalarıdır. Dolayısıyla bizler karşımızdaki kişi aracılığıyla gerçekte kendi kendimizi eleştiririz. Başkalarına kusur bulmak ne kadar kolay, ne kadarda basit değil mi? Kendimize olan öz güvenimiz azaldığı oranda, mükemmeliyetçi bir ilişki arayışımızda o oranda artar. Bunun nedeni aslında bizler bu arayış ile mükemmel bir insan seçerek kendimize olanöz güvenimizi tekrar arttırma çabasıdır. Bu duruma realist olarak baktığımızda işin aslı, mükemmel gördüğümüz biri tarafından seçilmek içindir bütün bu çabalamalarımız. Ahh, keşke içimizdeki güzellikleri dışarıya vurmak elimizde olsaydı, değil mi sevgili Çengelköy?
Şöyle derin bir nefes alın, arkanıza yaslanın. Her şey yerli yerinde. Ama , her şey o iki sihirli sözcüğe bağlı. "Seni Seviyorum". Eee her şeye rağmen madem seviyorsunuz, söyleyiverinde gitsi bari. Bir düşünün bütün gün ne sözcükler sarfediyorsunuz. İki güzel kelimenin lafı mı olur yani? Arkadaşlar, sevseniz de, sevmeseniz de, sevilseniz de, sevilmeseniz de, an’ı yaşayın, sevincinizi, mutlu veya mutsuzluğunuzu, dertleri, kederleri, parçalar halinde gelin o ’Kara Kutuya’ atın ve saklayın. Bir gün gelecek o kara kutuda ki anılara ihtiyacınız olacak... Tıpkı o çook eski bir Çengelköylü, belki Rum, belki Ermeni, belki de Türk olan, kişi gibi...
Tunacan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.