Yaraları saracak insanı / ''sırf denizin sessizliği bozulsun diye''
Beynimin içinde dönüp duran binlerce sorunun beni sersemleştirdiği bir ruh haliyle avm’de alış veriş yapmaya çalışıyordum.
Avm’leri her zaman boğucu bulmuşumdur, o soğuk vitrinler…indirim levhalarının olduğu yerlerde kalabalıklar…satıcıların müşteriyi ikna etmek için yapay ve aynı sözcüklerle telkinleri…
Hepsi bir yana dayanılmaz bulduğum o uğultu…
Her taraftan gelen müzik sesleri ve insanların konuşmalarının da eklenmesiyle seslerin yarattığı o bunaltıcı kaos…
Alış verişe gelip de birçok mağazaya uğrayıp beğeneceğim hiçbir şey bulamayınca içim daha da daralmış, kendimi sinema kapısının önünde bulmuştum. Beklediğim seansa çok zaman vardı, alışverişle zaman kaybetmek yerine sinema salonunun bekleme salonundaki koltukta oturup beklemeyi tercih ettim..
Buz gibiydi bekleme salonu, ağustos sıcağında üşümek hissi önce hoşuma gitse de bir süre sonra tam anlamıyla üşümenin verdiği ürpertiyi hissettim.. Sadece üşümek miydi hissettiğim?
Keşke öyle olsaydı, duvarda asılan afişlere takıldı gözüm, çoğu film hakkında bilgim yoktu. Birkaç gün önce ve hatta bu yaz izlediğim filmleri düşündüm…Nasıl bir tesadüf ki son günlerde izlediğim filmlerin ikisinde geçmişe dair izlerin insanda bıraktığı etki vardı..Bunların biri Ostrov/The Island ( Ada) hikayesi…Keşiş olan Anatoly’in savaş sırasında yaşadıklarından sonra bir manastırda geçirdiği süreç ve dünyası anlatılıyor. Peder Anotoly’in ermişlik ve delilik arasındaki o ince ayrımdaki yaşayışına ortak oluyor insan..Kömür taşıyan elleri, yüzü kömür isi olan, gülerken bile çileli bir yüzün resmi gibi…Kayıkla denize açılırken dua ederken pişmanlıklarının sızısıyla kıvranan bir yaşlının dünyasına tanık oluyor izleyici siyah beyaz bir fotoğrafın içinde… Adeta izleyici de o denizin içinde sürükleniyor pederle beraber.. Filmin aslında çok alışıldık bir konusu olmasına rağmen insanın geçmişe dair pişmanlıklarının insanının hayatına etkilerine seçimlerine , tepkilerine ve hayata bakış açısına nasıl etkide bulunduğuna tanık oluyoruz…Ve insanın yüreğindeki saf inancın yüceliğine…eğer isterse insana dair en önemli iki çatışma noktası iyilik ve kötülük arasında erdemin ve onun olağanüstü duygusu: İnsanın iyiliğe adanmışlığına tanık oluyoruz.. İnsana dair en anlamlı olan daima sadeliktir diye düşünüyorum, insanın yüreğinin sadeliği.. Elbette insan, bu sadeliği duygularına, inançlarına ve davranışlarına yansıyınca belki sıradan ama nitelikli olan’a ulaşmış olmaz mı?
İnsan; yaşadıkları, sezgileri, inançları ve basma kalıp olan kavram, davranışlar ve hayatın gerçekleri arasında kaldığında nitelikli olan’a nasıl ulaşacak sorusunu sorduruyor film biraz da, Ölüm korkusu, vicdan, din duygularından yola çıkarak.
Keşiş Anatoly, filmde ocağın kenarında kömürün üzerine her yatışında cehennem azabını çekmiş; ama inançla arayışını yitirmemiş..Adanmışlığı insanın yüreğinde görmüş..Filmi izlerken Hermann Hesse’nin Siddhartha’sını düşündüm…Şöyle diyordu Hesse:
‘’Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara, özverilere hazırdın."
Belki de hayat dediğimiz sadece insana dair en önemli olanı ‘’Gaye’yi arayış’’tı .İnsan kendi içinden başlamalıydı yolculuğa ,sade dolambaçlı olmayan en içten haliyle ve en saf inançla…Çünkü bazen geçmişten gelen en ufak iz, insana dair tüm anlamları alt üst edebilecek boyutta karanlık, uçsuz bucaksız bir boşluğun fotoğrafı olabilirdi…Peki ya belirsiz bir iz’in dahi yaşamın anlamını ortaya koyacak denli sarsıcı olması gerçeğine ne demeli?
Karamazov Kardeşler romanındaki:
‘’Oysa kişiliğini belirtmek için kendini geliştirmeye çalışan insan , bu çabalamanın sonucunda ruhsal bir yalnızlığa düşer.Böylece dolgun, dört başı mamur bir hayat yerine manevi bir intiharla yüz yüze gelir.’’sözü Keşiş Anatoly’in hikayesinin özeti gibiydi.
Siyah beyaz fotoğraflar geçiyor gözümün önünden, gri gökyüzünde denize açılan bir kayıkta pişmanlıkla yoğrulan bir yüreğin yankılanan sesi kulaklarımda…yaşlı adamın ruhunu hissediyorum.Sabah oluyor sonra yine hayat kaldığı yerden aynı devinimle sürüyor, yalnızken insan oluyoruz en çok ve geceleri…Gündüzleri ise kalabalığın içinde savrulan herkes’ten biri, tamamen sıradan biri..Şimdi bu Avm’de sıradan olduğum gibi.
İzlediğim bir diğer film ise Asghar Farhadi’nin Le Passe (Geçmiş) filmiydi..Bu filmde de İnsanın geçmişten gelen veya geçmişe dair geçmeyen yaraları, söylenmemiş,dile gelmeyen bilinemezliklere dair ve insanın göründüğü gibi olmayan içsel yönlerine dair çarpıcı karmaşalara tanık oluyoruz…Herhangi bir sonuca varılamayan hikayelerdeki insan duygularının kişilerde yarattığı boşluk ve savrulmuşluk duygusu…İzlediğim iki filmde de aslında insanın varoluşsal anlamda ne kadar karmaşık ve ne çok yaralı olduğunu görmemek mümkün değil..İnsan her zaman ve her yerde sancılı, her zaman koca bir bilinemezlik...
Oturduğum yerden bakıyorum insanlara, en çok da sevgililer ilgimi çekiyor, coşkuları, telaşları…Bazıları birkaç defa önümden geçiyor aceleyle, gidiyorlar, geliyorlar…Yerlerinde durmalarını engelliyormuş gibi bir şeyler, sürekli bir yerlere gitme talaşındalar…sürekli de konuşuyorlar…Aslında herkes hep konuşuyor, ben bu aralar sessizim diye mi bana öyle geliyor,bilemiyorum.…Tam karşımda bir masada bir çift var, her birinin elinde telefon uzun süre başlarını kaldırmadan en kötüsü birbirlerine hiç bakmadan telefona dalmışlar..
Bir başka masada bir grup genç oturmuş, birisi telefonda izlediği ya da okuduğu bir şeyleri gülerek arkadaşlarına anlatıyor ve nedense ayaklarını durmadan oynatıyor, ben hayatımda böyle ayak üstüne ayak atma şekli görmedim, bir ayağı adeta havada duruyor, tam karşısında oturan arkadaşının hiç dikkatini bile çekmiyor arkadaşının oturuşu, o sadece anlatılan komik şeye odaklanmış, saçını savura savura gülmekle meşgul…
Tüm bu hengame içinde hani tiyatrolarda birden tüm ışıklar karanlıkta duran monolog yapan kişiye odaklanır ya, ben de birden kendimi küçücük, daracık ve karanlık bir sahnede hissettim…Bir tiyatro sahnesinin kenarında karanlıkta kendimle konuşuyorum adeta.Oysa o an sadece hissediyorum. O an herkes o kadar hareketli herkes o kadar çok konuşurken kendimi öyle bitkin, öyle yorgun hissettim ki…Anlamı sağlayacak sözcükler neredeyse kalmamış konuşmak için, ya da hani bir şey diyecek olsam sanki tek sözcük bile konuşamayan bir çocuk gibiydim.
Bir bekleme salonunun tam ortasında , etrafımda kalabalıklar, sesler, hareket edip duran görüntüler…Sanki her şey benim dışımda, ben her şeyin içinde değil de inanılmaz uzağından bakar gibiyim…Gözlerimi görmekten korkuyorum o an, nasıl bakıyorum bu insanlara acaba?
Gözlerimdeki anlam hangi iklimden almış rengini?
Biri beni fotoğraf çekse o halime bakmaya cesaretim var mı? Sanmıyorum.
Belki de insan en çok kendine yabancılığından kaçar böyle kalabalıklar içinde. Bazen en uzak kendisi değil midir insana? Hesse’nin dediği gibi:
"Ah, nereye baksam, düşüncelerimi nereye yöneltsem, hiçbir yerde beni bekleyen bir sevinç, bana yollanmış bir çağrı, beni kendine çekecek bir şey yoktu. Her şeye kokuşmuş bir kullanılmışlığın, kokuşmuş yarı memnunlukların pis kokusu sinmişti; her şey eskimiş, sararıp solmuştu, gri, peltemsi, tükenmiş durumdaydı her şey."
Etrafımdaki insanları seyretmeyi bırakıp çantamdan telefonumu alıyorum. İçimde hala bir yara… her an kanıyor hissi…Tam geçti derken bir daha bıçaklanma hissi…Sonra bir daha… bir daha…
Alışverişe gelirken yakın arkadaşıma bir mesaj yazmıştım… Baktım,cevap yazmış:
‘’Unutacaksın inan her şeyi, emin ol sandığından çok daha kolay olacak...bekle..’’ diyordu.
Telefonu yerine koyarken etrafıma yeniden baktım, canımın acıdığını hissediyordum, tüm bu devinim, konuşmalar, gülüşmeler…
Bir gün unutacak olmak için mi her şey…Unutmak için mi hissettiğimiz her şey, unutacak olmak için mi yaşıyor etrafımdaki şu insanlar?
Başımın döndüğünü hissediyordum artık, bu ses bu uğultu, içimi acıtan sızı…
Yavaşça kalktım yerimden, elimdeki bileti oradaki bir çöp kutusuna atıp o gürültü kirliliğinden yavaşça uzaklaştım…
O an sözcüklerin tükenmediğini hissettim. Kendiliğinden ağzımdan dökülüyordu sözcükler:
‘’Hayır, hayır…
o kadar kolay değildi hiçbir şey…’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.