YAZARIN ÖLÜMÜ
BESTSELLER
-BİR YAZARIN ÖLÜMÜ-
‘Bunu hayatta basamayız dostum…’ dedi hafif kırlaşmış ve uzun dağınık saçlarını alnından geriye doğru iterken iki katım yaşa ve cüsseye sahip ihtiyar kurt. ‘Ben böyle bir hikâyeyi basamam…’
Şaşırmış, daha doğrusu şaşkınlıktan öte üç yıllık emeğimin iki cümleyle paçavraya dönmesine içerlemenin öfkesine yenik düşmek üzereydim ki gülümseyerek devam etti: “Bu bizi aşar… Bunu daha büyük bir yayınevine vermelisin!”
‘Ama…’
Devam etmeme izin vermeyecekti… ‘Benden haber bekle…” dedi kapıyı göstererek…
Bu onu son görüşümdü ve bugün önümde yeşil çuhanın altında artık hiçbir şey basamayacak kadar çaresiz yatmaktaydı. Gözlerimde yarım kalmış bir hayata dair acınmaya benzer ifadeyle tabuta bakarken, yanıma yaklaşıp omzuma hafifçe dokunan kişiyi bile fark edemeyecek kadar dalgındım… Başımı yere eğerek teselli maksatlı bu dokunuşu cevaplarken de aslında tek düşündüğüm ihtiyarın zamansız vedasıydı… Öyle ya… Ortada, üzerinde onca yıl emek verdiğim ve belki de çok satanlar listesinde ilk 100’e hatta daha iyimser bir tahminle iki haneli rakamların ortalarına bir yerlerine kurulup bana da hatırı sayılır bir ün ve elbette para kazandıracak kitap piç gibi kalmıştı.
Ya ben?
Karısından bile fazla başının etini yiyen bir baş belasından kurtulmak için elini çabuk tutmuş bu ihtiyarın yerini nasıl dolduracaktım?
Ya kitap?
Nasıl olacaktı da daha büyük bir yayınevinin simsarlarından birinin eline onun dâhice planları ve oldu-bittileri olmadan geçiverecekti?
Tüm bu düşüncelerimden utanmak şöyle dursun, elimden gelse ve karşılık bulabileceğime inansam tabuta bir tekme vurup ihtiyarın tekrar canlanması için harekete geçebilecek kadar gözü karaydım… Gittikçe kalabalık artıyor ve içim daha fena daralmaya, içimdeki karanlık bedenimi parçalayarak beni de o ihtiyarın yanına gönderecek derecede zorlamaya başlamıştı ki…
‘Başınız sağ olsun üstat…” diyerek beni içinde bulunduğum durumdan çekiveren sese teslim oldum… Sahte bir hüzünle –ki içimden ihtiyara bu zamansız veda için öfke kusarken üzülecek değildim- ‘Sağ ol dostum…” demiş buldum kendimi… ‘Hasta mıydı?” dedi sesin sahibi… Şöyle bir adım geriye gidip suratının orta yerine… Her neyse kendimi tutup yine hüzünlü bir sesle cevapladım; ‘Sanmıyorum… Sadece başlangıç düzeyinde prostat, azıcık şeker ve sanırım o sürekli yakasını bırakmayan migren dışında bir derdi yoktu…’
Duydukları karşısında müteessir olan –bunu görebiliyordum ve hayretle yüz hatlarını incelediğimi fark etmemesi için de kaçamak bakışlarla teyit ediyordum bu ifadeyi- genç yazar dostumun omzuna dokunarak sonlandırdım bu anlamsız seremoniyi…
Sanırım milenyum denen -bu bize oldukça yabancı- çağın başlarıydı…
Daha dünyanın kaç bucak, yayın dünyası denen bu dev kerhanenin kaç kapılı ve bu yayıncıların ne dolaplarda mahir olduklarını anlamaktan uzak, kariyerinin başında bile olmayan içeri sızabilmenin kolay yollarını aramakla boğuşan bir yeni yetmeyim… Eşimden azatlık belgesini yeni almış olmanın havailiği başımda, güç bela tuttuğum tek gözden ibaret bir bodrum katında fantastik bir dünya yaratmış olmanın da heyecanıyla günlerin okumak ve yazmak bir de benim gibi hayata tutunamamış üç beş avanakla telefonda geyik yapmakla geçirilen zamanlar işte…
Anamızın devrin ritüellerine başkaldıramayacak kadar pasif olmasından dolayı kasabanın bakkalıyla evlenmesinden mütevellit doğan beş çocuktan ortancası olduğumdan mıdır nedir, kısmetim hep ya benden büyüklerce kapışılmış ya da küçüklere kendi rızamla terk edilmiş gibiydi… Gerçi babam güzel adamdı, günahını almayalım… Fazla dürüstlükten ve doğru bir yaşam sürmekten servet yapmaya vakit bulamamıştı kuşkusuz. Zira onunla aynı dönem esnaflık yapanların büyük bölümünün her birinin küçücük kasabanın yarı mülkünün sahibi olduklarını bilmeyen yoktu… Ama onlarda da babamda olan özellikler yoktu.
Mesela babam her sabah –erken kalkmazsan rızık dağıtımına geç kalınırmış- hava daha ağarmadan dükkânının kapısını bereket duasıyla açar, kapısının önünü kıçından ter çıkana kadar süpürür ve muhtemelen küçük piknik tüpte mavi ve isli çaydanlıkta demlediği çayı yudumlayarak siftah etmeyi beklemeye koyulurdu.
Babamların babası –bir de amcam var işin içinde- kasabaya köyden indiğinde tek çöpü olmayan adamken şansı yaver gidip tuğla harmanlarında çavuş olmasının avantajlarını değerlendirmek suretiyle daha ilk yılda üç mülk edinerek sülalenin temellerini atmış… Babam evin karıncası amcam ise gariban bir adam… Gel zaman git zaman babamların babası olacak aile büyüğü bir takım nedenlerle akılca da biraz gariban olan amcamı kayırarak –babamın ticari dehasını öne sürerek, deha da ne dehaymış dedirtecek türden sadece karın doyuracak kadar birikimle göçtü adamcağız- mal paylaşımını daha ölmeden gerçekleştirmiş. Neyse gereksiz ve uzun bir hikâye…
Bir yazarın bu tür hikâyelerle kaybedecek vakti olmadığından kendime önce iyi bir hikâye yazarak koyuldum işe, doğduğum kasabada ünsüz bir adam olarak ölmeye hiç niyetim yoktu açıkçası… Anlayacağınız üzere kendi hikâyemi yazmaya başlayarak koyuldum işe.
Garip olan şuydu; kurguladığım her şey gerçekleşiyordu… Enteresandır, hayal ettiğim her şey…
Önce bizimkileri çok önemli bir üniversiteyi kazandığıma ikna ettim… Kasabalarla içinde yaşayan insanlar birbirine benzerler… Ya da her insan yaşadığı kasabaya… O yüzden büyük hayalleri olmaz küçük kasaba insanlarının. Mesela birçok çocukluk arkadaşım bana acırlardı! Neden mi? Onlara benzemiyorum ve o küçük kasabadan kaçıyorum diye…
Daha okula bile gitmezken bir şeyler çiziktiren parmak çocuktan ortaokul sıralarında aşk romanı karalamış bir yazardan beklentileri, olsa olsa onlar gibi sabah gidilecek bir işi, akşam ise tahta sandalyeleri yağdan kararmış kahvede pinekleyecek vakte sahip olmaktı… Bir de evlenmek ve birçok istikbali meçhul velet peydahlamak…
Babam saf –arı, tertemiz bir yaradılışa sahip- bir kasabalıydı. Hayalleri bile olmayan; iman ehlinin hayali olmazmış o öyle derdi… Hayal şeytan işidir, aman evladım der bir daha demezdi… Ben ise görünürde tasdik eder görünür ama içimden aslında en büyük hayalin hayal kuramamak üzerine yaşamak ve bunu ispatlamak olduğuna kendimi şartlandırır dururdum. Saçma bir eylem belki ama o zaman için öyle gerektiği ortadaydı.
Sonra hayali bir üniversiteye kayıt yaptırmak üzere hatırı sayılır bir birikimi de yanıma yolluk olarak alıp kasabadan ayrıldığımda ergenlikle veletlik arası bir evrenin bocalamalarında olduğum da bir gerçekti… Daha fenası ise şuydu; başlangıçta ikna edebildiği okulun bir tarihte bitmesi gerekiyordu ve bir mesleğim olmalıydı… Onu da sonra düşünürüz diye bir rahatlığı da katlayıp cebime koymuş olduğumdan hiç de rahatsızlık duyduğum söylenemezdi…
Satırları arasında kaybolduğum, her kitapta ayrı bir dünyada beni harikulade gezintilere çıkaran sahte tanrıların dünyasına adım atmak, onlarla buluşmak için can atıyordum… Onlarla tanışmak, karşılıklı sohbet etmek, onları birebir tanımaktı tüm bu planların ve sakıncalı hayalin sebebi.
Garajda indiğimde sigara yakmak için yere bıraktığım çantanın buhar olması –içinde param da vardı- bile canımı sıkamamıştı. Düşünebiliyor musunuz, hayalim gerçekleşiyor ve tanrılarla buluşmak için bu şehrin kalabalığı arasında buhar olmam yetecekti…
Kolumdaki okul hediyesi –üniversite kazandığım için alınmıştı- saati satarak birkaç gün idare edebilirim diye düşünürken, mola yerinde yediğim yemeğin üstünden artan para geldi aklıma… Elimi cebime attığımda parmak uçlarımla varlıklarından emin olduktan sonra önüme çıkan ilk minibüse atlayıp tanrıların şehrine nüfuz etmenin heyecanıyla titrediğimi hissedebiliyordum…
Renkli tabelaların altında, yığınla her renk ve türden giysilerle kuşanmış her yaştan insanlar baş döndüren bir hızla bir yerlere yetişme telaşındaydılar… Hayatımın şu vaktine kadar görmediğim çeşit arabalar, kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar… Bir yaşam ırmağıydı akan gözümün önünde; şaşkınlıkla ve bir rüyada gibi tepkisiz izlemekteydim.
İtiraf etmek gerekirse hala daha şaşırtıyor beni bu şehir… İlk günkü gibi dizlerimi ve yüreğimi titretecek kadar hem de…
Yedi tepeli ve bu dünyanın kâinat mabedi koca şehir çok kutsaldı diğer milyarlarca insanda olduğu gibi benim için de… İmparatorluklar, imparatorlar, kraliçeler, onlara dair yaşanmışlıklar, ihanetler, kıskançlıklar, ölümler ve hepsinden önemlisi tanrılar… Hepsi hiç kuşkusuz bu kente varlıklarını borçluydular…
Cennetten kaçıp dünyaya sığınan âdem gibi yalnızdım ve tanrılardan birinin bana eş ikram edeceğini düşünüyor olmam gerekmesine rağmen umurumda bile değildi… Günlerce bu anlamsız geliş gidişlerin öznesi insanları gece gündüz izledim… En sonunda –sanırım üç tam gün ve gece- bir parkta pes etmiş olmalıyım ki gözümü açtığımda bir sokak köpeği saçlarımı, yüzümü yalamaktaydı… Yerimden doğrulduğumda köpek de irkilerek geri çekildi ve ben yerimden doğrulup önüme çıkan ilk ara sokağa kovaladım kendimi…
Yıllar sonra…
Taptaze anımsadığım bu birkaç günün ardından zor günlerle tanışmam sürpriz olmamıştı aslında… İş arayışlarım –daha önce hiç çalışmamış olanlara tecrübe eksikliğinden iş vermiyorlardı- sonuç vermiyor ve bir sokak köpeği gibi saçma sapan hayaller kuruyordum. Bir ilk yardım hastanesinde sabahlıyor, günün ilk ışıklarıyla –erken dağıtılan rızıktan pay umarak- hiçbir planım olmadan kendimi sokaklara atıyordum.
Sonra bir hanın giriş kapısında BEKÇİ ARANIYOR yazan kâğıtla hayatımın geri kalan evresine geçit verildiğini sezdiğimde Hazreti İsa’nın kendine ilk inanan havariyle kucaklaşması kadar mutlu olduğumu söylemeliyim. Muhammed’i bilmiyorum…
O han… Orada işe kabulümün kitaplarından tanıdığım kadarıyla merakımın kudurmasında aktör olan haşmetli tanrıların sunağına da ilk adımım olduğunu kestiremiyordum elbette. Görevlerim basitti… Sabah erkenden –rızık dağıtım saatinde- kalkıp 7 katlı binanın merdiven ve hollerini temizlemek, çaycı gelmeden çayları demlemek -her gün ilk postada 5 demlik- sonra da günün kalanında toz olmak. Günlerim su gibi akıp geçiyor, daha bir şehirle irtibatlı hale geliyordum. Hatta birkaç kitapçıyı, birkaç sohbet mekânını da keşfetmiştim bile…
Handa birkaç tane de yayınevi vardı…
Tam da şu an önümde cansız yatan adamla da o yıllarda tanışmıştım…
Aslında ilk tanışıklığım onunla değil sekreterliğini yapan İkbal hanımefendi ile idi. Yaz kış üzerinden çıkarmadığı mavi bir pardösüydü benim gözümde, hafızamı da hiç yanıltmamak için sanırım tamı tamına bir iki on yıl aynı pardösüyle selamlaştım her sabah…
Alımlıydı… Zümrüt gözlerini kırpıştırdığında değme adam karşısında gözünü kaçırmaksızın inatlaşamazdı. Lavanta kokardı… O pardösünün altında ne olduğunu tam üç sene sonra hanın çaycısının ani ölümüyle yerine geçtiğim gün görebilmiştim… Düzgün ve tanrıçalara özgü bir kalıba sahip bedeninden hayat fışkırıyordu. Kahvesini masasına bırakırken biraz fazlaca göz teması kurmuş olmalıyım ki, tebessüm ederek ikaz eden bir bakışla haddimi bildirdiğinde zor toparlanmıştım…
Sonraki sabahlar kahvesini bırakmaya girdiğimde raflarda ve masanın üzerindeki yeni yeni kitaplara bakarak oyalanıyor, mevzu açmaya uğraşıyordum ama nafile… Bir gün tüm cesaretimi toplayıp bunlardan birini ödünç alıp alamayacağımı sorduğumda gülümseyerek onaylayınca, istikbalime aralanan kapının kanadına elimi değdirdiğimi hissettim.
Haftalar sonra okuduğum kitaplar üzerine İkbal hanımla konuşur bulmuştum kendimi… İşte öyle bir gün, ben de yazıyorum demek gibi bir hadsizlik yapmamla kendimi yayınevi sahibinin karşısında hazırlıksız, değersiz, anlamsız bir koltuk işgalcisi olarak bulmam da bir oldu.
Orta yaşlarda, kumral, yakışıklı ve muhtemelen yüksek tahsilli adam sekreterinin getirip karşısına bıraktığı adamı süzmekle meşguldü. Çok rahatsız edici bir durumdu ve bir an önce bir sualle sessizliğin bozulmasını beklemek mecburiyetiyle içime içime soğuk terler boca ediyordum adeta…
Neden sonra derin bir nefes alarak kendime geldim…
- Yazıyormuşsun öyle mi?
- Evet efendim…
- Ne yazıyorsun bakalım? Bu aşağılama barındıran suale alınganlık göstermem icap etmesine rağmen sükûnetle karşılık verir buldum kendimi…
- Kısa öyküler, şiirler, denemeler efendim…
- Benim ufaklıkta yazıyor o dediğin şeyleri… Diyerek daha bariz bir aşağılanmaya muhatap bırakıldığımı sezinlediğimde iş işten geçmişti… Neden sonra güç bela toparlanarak dikkatimi karşımdaki kibir abidesinin ince bıyıklarının gölgesi gibi duran incecik dudaklarına odaklayabildim.
Meğer beyefendinin mahdum da yazarmış, bunu sohbetin ilerleyen safhalarında anlayarak rahat bir nefes alacaktım… Sonra yazdıklarımdan örnekler bırakmak üzere ayrıldım odadan…
Tam bir beyefendiydi aslında… Çok arzu etmesine rağmen hayatında tek sahip olabildiği değer olarak ifade ettiği biricik oğlu onun telkinlerinin aksine mühendis olmak yerine serseriliği, yani yazarlığı seçmişti. Tabi bunda kendi yaşantısının ve etrafında bulunan, hayallerinden başka bir gelirleri olmayan yazar bozuntularının da payı yok değildi ona göre…
Yazar takımına tavırlı olmasının nedeni yaptıkları işe saygısı olmadığından değildi, yüzde beşler düzeyinde bir hedef kitleye aydınlanma, modernlik, çağdaşlık gibi değerleri aktarabilmek uğruna kendi hayatlarını heba etmelerine duyduğu acınmaydı ve oğlunun da bunlar gibi sahte bir dünyanın kölesi olarak göçüp gitmesini istemiyor oluşundandı.
Sonraları bu oğulla birkaç defa karşılaşmış olmamıza rağmen neredeyse rutin soru cevap ve gündelik merak konuları dışında pek de alış verişimiz olmamıştı. Ta ki bu sabaha kadar…
Telefonun akıllı ekranında ismini gördüğümde ilk önce açmamak iştiyakıyla dikkatimi son düzeltmelere kaydırsam da ısrarlı çalan sese duyarsız kalamadım ve hayatımın en kötü haberini aldım… Bizim BESTSELLER güme gitmişti… Daha doğrusu yayıncım olacak huysuz ihtiyar kitabımı basabilecek daha büyük bir yayınevi bulamadan ölmüştü…
Teşvikiye Camii’nin avlusunda kalabalığın bir parçası ve hatta şu an önümde yatan cenazenin de sabık bir öznesi olmamın dışında bu yaşama dair bir haklı varlık nedenim de bu adamla beraber toprağa gömülecekti işte…
Herkes üzgündü… Ama benim kadar olamazdı… Çünkü hiçbirinin üzüntüsünün benden derin olabilmesi ihtimal dâhilinde değildi ve hepsini pataklayarak cami avlusundan çıktıkları yere kadar kovalayacak denli hırslıydım… Dokunsalar ağlayacak gibiydim. Hayır, ölünün vedasından değil, neredeyse parmak uçlarımda hissettiğim servet şuracıkta, önümdeki tabuttaki adamın iki kelimesiyle beraber uçmaktaydı.
Elbette kimseye söyleyemezdim bu içimdeki patlamaya sebep hakiki ızdırabın nedenini… Bu ise dayanılmaz bir yüktü… Tüm dünyanın hatta geri kalan çağların en çok ünlü yazarı olmak fırsatımla birlikte ölüveren bu ihtiyarla birlikte çökmüştüm… Deyim yerindeyse ben de ölmüştüm ve katilim de şuracıkta önümdeki tabutta cansız yatan ihtiyarın ta kendisiydi…
Tabutun içinden benim talihime sessiz çığlıklar ve kahkahalar attığını duyabiliyordum…
Az sonra kalabalığın omuzlarında toprağa verilmek üzere yolculuğa çıkan cenaze benden başkası değildi yani… Acı olan ise, etrafımdaki yüzlerce insan bunun farkında bile değildi, umurlarında da olduğunu sanmıyordum.
Kalabalığı yararak cami avlusundan kendimi dışarı attığımda eski bir dost dikildi karşıma…
- Geç kaldım… Kaldırmadılar değil mi?
Hiç latife kaldıracak durumda değildim ve soğuk bir sesle cevapladım;
- Muhtemelen seni bekliyorlar üstat…
Muhtemelen bir şey anlamadı ama hızlı adımlarla kalabalığın arasında gözden kayboldu. Dert ettiği şeye bak diye geçirdim içimden, ben neyin derdindeyim adam neyin telaşında? Gelecek çağın en büyük yazarının toprağa verileceği böyle bir günde edilecek laf mıydı?
Kendi cenaze törenime ve orada döktürülecek nutuklara seyirci kalamazdım. Boğuluyor gibiydim ve bir büyükle ancak teselli bulabileceğim düşüncesiyle ihtiyarla sürekli buluştuğumuz boğazdaki salaş meyhaneye yolcu ettim kendimi…
Rakı bardağını kaldırıp karşımdaki boş sandalyeye uzatarak “Şerefe dostum…” dedim…
İhtiyar olanca hınzırlığıyla acınacak halime gülüyordu…
Ve şehir belki de binlerce hayale daha mezar olacak şuh bağrında güneşi sektirerek günün son demlerinin keyfini sürüyordu. Deniz ise kendine nazır kaderine içen yazarın ölümüne son ağılını döktürüyordu, martı çığlıklarının senfonisine komşu olarak…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.