Cesaret ve gönüllü esaret üzerine...
“Her insan önce çocukluğunun, sonra gençliğinin katili, yaşlılığının ise kurbanıdır…” der bir yazar…
Düşünsenize farkına varmadan yaşadığınız çocukluğunuzdan kaçıp sığındığınız gençlikten bıkıp orta dem bir insan olmaya kulaç atarken kendinizi kurban ettiğiniz bir yaşın kurbanı olmuşsunuz… Ona yaşlılık diyorlar… Ben sanırım kurban almaya ramak kala dondurmayı başardığım bir uzun orta dem olmaya kulaç atan bir bahtiyarım…
Önce farkına varmadan yaşadığım ve tadı damağımda çocukluğumun şiirini yazmakla başladım hayata… Sonra bir gençlik romanı gibi çalkantılı, fantastik bir evlilikle taçlandırılmış bir serüvene nokta koymakla yelken açtığım bir muhteşem yolculuğun tadını çıkarmaya başlamış bir seyyah olarak buldum kendimi…
Okuduğum her kitabın kahramanı olduğumdan mıdır nedir hiç yorulmadım sanki… Her kahramanla kendimi yeniden doğurdukça tekamülü geciktirmeyi, yaşlılık denen sonun kurbanı olmayı da savuşturmayı başardım sanıyorum…
Düşünsenize…
Herkesin fersah fersah kaçtığı yalnızlıklar en güvenilir limanınız olmuş…
Herkesin hayal bile etmekten korktuğu ölüm sadece merakınız olmaktan öte bir anlam bulamamış sizde…
Hayal mi?
Hiç tanışmadım demeyeceğim ama…
Ne zaman ki, hayatın bütün hayallerimize ağzının payını vermekteki maharetine aşina olduğumda öğrendim eğlencelik olduğunu…
Dahası da var…
Nazım’la tanıştıktan sonra keşfettim gerçek yaşamak denen nimeti… “Yaşamakta ayak direyeceksin. Belki bahtiyarlık değildir artık, boynunun borcudur fakat düşmana inat bir gün fazla yaşamak…”
O yüzden hiç yorulmadım da…
Yorulmaya üşendim belki de…
Kafka olacak halim yoktu elbette… Düşünsenize; bir sabah uyanıyorsunuz ve tutuklusunuz! Ama neden, suçunuz ne? Bu soruların cevabını öğrenmek en büyük hakkınızken yalnızca suçlu olduğunuzu kabul etmenizi bekliyorlar.
Hayat tam da buydu işte aslında… Bedeniniz özgür diye ruhunuzun da hür mü olduğunu sanıyorsunuz? Düşünün bir… Eşiniz, çocuklarınız, malınız mülkünüz, unvanınız, taparcasına adandığınız namınız… Hepinizin esareti farklı farklı… Sadece esaretlerinizin çeşidi farklı… Şekli şemali aynı…
Neden mi?
Cesaretiniz…
Hani şu her nedense baskıladığınız, sürekli zincirlerinizin sarmalında boğduğunuz cesaretiniz… Ona yaşam şansı verdiğinizde kaybedeceğiniz endişesiyle daha bir sarılıyorsunuz esaretinize…
Victor Hugo bilgeliği ne söyler? “Sadece bedenleri, şekilleri, görüntüleri sevenlere ne yazık! Ölüm her şeyi yok edecek. Ruhları sevmeyi deneyin…” Ama o da cesaret olmadan ortaya çıkması imkânsız bir meleke…
Neden ölümsüzlüğe özlem duymamıza rağmen ölümlü olan, gelip geçici olana esareti yeğleriz?
Oysa…
Hamileyiz hepimiz… Ölümsüzlük özlemi ile ruhlara âşık olabilecek kadar saf doğmayı bekleyen çocuklar doludur beyinlerimiz… Esareti bir tek çocukluğumuz bilmez… Bir de çocuksu kalabilenlerimiz…
Zira kuşatılamayacak en güçlü kale bir çocuğun beyninin içidir bence… Sizi bilmem ama… Beynimin içindeki çocuklar doğacakları günün sancısını yaşatıyor bana her dakika…
Yaşımı merak ediyorsunuz kuşkusuz: Yaşım sonbahar, aklım ise ilkbaharda…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.