- 343 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir insan ne zaman Allah'tan belasını ister?
Bakınız, yazıyorum amma korka korka yazıyorum, çünkü yazı bitince "Ulan ne cahil adammışsın!" da diyebilirsiniz. Böyle bir risk var. Neden? Belki sizin için epeydir malum olan birşeyi ben şimdi yeni bir bilgi gibi paylaşacağım da ondan. Efendim, uzatmayayım, hızlıca sadede koşayım. Mevzuun özü şu: Kur’an okumalarımda sürekli denk gelip "Acaba neden böyle?" diye sorduğum bir mesele var(dı). Hani hep soruyor(d)um ama kalbimi tatmin eder bir cevap da bulamıyor(d)um. Kafamda sual-i müşkülküşa olarak bekleyip duruyor(du). Söyleyince hemencecik "Ha o mu?" diyeceğiniz birşeydir de üstelik. O da şudur:
Peygamberleri hakka çağırdıktan sonra isyankâr kavimler şöyle bir argümanı, belki buna ’argüman’ değil de ’iddialaşma’ demeli, dilegetiriyorlar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Birçok kıssada var bu. Birkaç tanesinin meallerini alıntıladıktan sonra yazıya devam edelim. Yunus sûresinin 48. ayeti haber veriyor: "Onlar ’Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad ne zaman yerine gelecek?’ diyorlar." Enbiya sûresinin 38. ayeti haber veriyor: "Doğru sözlü iseniz (bildirin) bu vaad ne zamandır, derler." Neml sûresinin 71. ayeti haber veriyor: "Bir de ’Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad (ettiğiniz azab) hani, ne zaman?’ derler."
Kur’an’da birşeyin tekrar edilmesi ne demek? ’Onun ayrıca bir önemi var’ demek. ’Kaçırmaman için uygun makamlarda tekrar tekrar karşına çıkarılıyor’ demek. Hatta ’İlk seferde anladıysan dahi sık sık tekrar et ki unutma!’ demek. Kur’an’daki tekraratın böylesi hikmetlere sahip olduğunu Emirdağ Çiçeği gibi metinlerden ders alıyoruz. Elhamdülillah. İşte, mürşidimden böylesi bir dersi aldığım için, şu ayet-i celilelerdeki mananın karşısında da beklentili bir suskunluk içinde dururdum. "Burada neyi kaçırıyorum?" diye düşünürdüm. Şimdi onlardan bir tanesine uyandım. Belki siz bunu çoktan biliyordunuz. Ama ben yeni uyandım. Uyanışımın heyecanıyla da paylaşmak istiyorum. Başlıyoruz:
"Şeytanın İkinci Bir Küçük İtirazı" başlıklı bölümde, İblis, Kâf sûresinin 18-24. ayetleri hakkında soruyor: "Kur’ân’ın en mühim fesahatini siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur’ân’ın ekser yerlerinde böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"
Uzun cevabın başında şöyle birşey söylüyor mürşidim: "Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın esas-ı i’câzı en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır." Ve yine misal getirdiği bazı ayetler üzerinden diyor: "(…) cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder."
Yani burada ne deniliyor? Anladığımızca aktarmayı deneyelim: Kur’an az kelamla çok şey anlatır. Kısaca söyler ama söylediği yine de uzun olur. Mucizevî yönlerinden birisi de budur. Hatta bunu öyle sanatla yapar ki, ne muhatapların anlayışları yorulur, ne akış bozulur, ne de ’aklın payı’ görmezden gelinir. Bir kıssada dikkatimizin çekildiği noktaların hikmeti ayrıdır. Çekilmeyenlerinki apayrıdır. Verdiği detayların hikmeti ayrıdır. Vermediğinin apayrıdır. Açıkça söylediklerinin hikmeti ayrıdır. Söylemediklerinin apayrıdır. Yani Kur’an bazen boşluk gibi görünen ’hikmetli atlayışlar’ ile kelamı içinde ’akılla çoğaltılacak’ bilgi kaynakları bağışlar bize. Böylece ’istikametli okumalarca çoğaltılabilecek’ hakikatler ortaya çıkar.
Gelelim yazımızın asıl konusuna: Kelamı içindeki boşlukları dahi kulları için birer hikmet hazinesine çeviren Alîm-i Hakîm, acaba, isyankâr kavimlerin mezkûr iddialaşmaları ile bize neyi anlatmıştır? Arkadaşlar, elbette öncelikle "Allahu’l-a’lem!" diyerek, benim aklıma şöyle bir hikmet geliyor: Bu azap talepleri aslında o kavimlerin ’çaresizliğini’ anlatıyor. Nasıl bir çaresizlik? Peygamberlerin getirdikleri hakikatlere karşı mücadele etmedeki çaresizlik.
Nasıl ki, Mekke müşrikleri, Kur’an’ın "Sıkıyorsa benzerimi getirin!" manasındaki meydan okuması karşısında çaresiz kalarak kabakuvvetle mücadeleye giriştiler. Çünkü Kur’an’ın mucizeliği, hakikati ve hidayeti onları karşı koyma konusunda nâçâr bıraktı. Aynen öyle de: Geçmiş peygamberlerin getirdiği hakikatler de ümmetlerini ’haklı argümanlarla karşı koyma bağlamında’ çaresiz bıraktı. Bu tükenişin en son evresinde artık şuna sığındılar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Yani vaadedilen azabın gelmeyişi üzerine haklılıklarını bina edecek kadar çaresiz kaldılar. Delil/yol bulamadılar. Kendi felaketlerini çağırır oldular.
Hülasa: Burada aslında ’peygamberlerin tebliği’ ile ’isyankâr kavimlerin azap talebi’ arasında atlanmış birçok münazara-münakaşa var. Hepsinden peygamberler galip çıkmışlar. Müşriklerin nihayet vardıkları yerse burası: "Seni yenemiyoruz, ama sen de bizi helak edemiyorsun, naber?" Tıpkı İblis’in kendisine verilen mühlete sığınması gibi bunlar da ellerindeki mühlete sığınıyorlar. Hakikate değil mühlete. Dalalette kalmalarının bedellerini ödemedikleri bir zaman dilimine. Sığınabildikleri yalnız bu. Bu bir açıdan bugünün seküler dalaletine de işaretler taşıyor. Ancak bu yazı haddinden fazla uzun oldu. Mevzuun o kısmını, Cenab-ı Hakkın lütf u keremiyle, başka bir yazıda ele almayı planlıyorum. Tevfik Allah’tan. Dileriz o Rahîm’den ki bağışına muhtaç bu dilencileri kapısından çevirmesin. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.