- 876 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
RÜZGÂR GENÇ MİYDİ?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
RÜZGÂR GENÇ MİYDİ?
NURŞEN KAYGISIZ
“Duyguları kadar aklının da soluklanmaya ihtiyacı var. Sen bunu bilmiyor musun?”
Kıpkızıl saçlarıyla yeni açmış bir gelincik gibiydi Feride. Ortası kara, kapkara etrafı kızıl. Başını kaldırıp Hacer’e baktı. Gözlerini yerden kaldırmadan sordu:
“Nereye? Niye geleyim ki?”
Hacer soruyu duymazdan geldi. Başındaki örtüsünü bir hınçla sıyırdı. İki ucundan tutup silkeledi. Uç yerleri düzelmemişti. Elinin tersiyle düzeltti. Sonra tekrar bağladı. Tam kulağının üstüne tülbendinin kenarından sarkan bir çiçek düştü.
“Şimdi düş önüme. Eve gidiyoruz. İki elim ahanda yakasındadır onun. Amma… Sen de inatlaşma. Bir usul ol. Bir söz dinle…”
Hacer yaşından ve cüssesinden beklenmeyecek bir yumuşaklıkla konuşuyordu. Mutfakta, salonda, balkonda katlanıp da kullanılan iki parçalı bir masa sandalye gibiydi ayakta dururken. Öyle kanepeye oturduğu zamanlar ayrımında olmuyordunuz bunun. Ancak ayağa kalktığında yılların sadece ezip geçmekle kalmadığını aynı zamanda kırıp geçtiğini görebiliyordunuz. Belinden yukarısı ve aşağısı birbirine sanki emaneten tutturulmuş gibiydi. Basitçe. Azıcık zorlasanız elinizde kalacaktı parçalardan her biri.
Hacer, Feride, Macide ve çocuklar.
ELİF, Naz ve Dürü.
Kapının yumruklanmasıyla beraber irkildiler. Hiç kimsenin bir fikri yoktu. Gözleri Hacer ve Feride’den ayrılıp kapıya yöneldi.
“Kim acaba gelen? Alacaklı gibi kapıyı yumrukluyor.”
İyiden iyiye gerilen ortamda havada asılı kaldı Macide’nin sorusu.
Hacer güç bela aldığı nefesi yutkunarak yanıtladı soruyu.
“ Ya Rüzgâr olmalı gelen ya da…” Diye sürdürdü sözünü. Naz büyükannesine bakarak,
“ Yadası madası yok bunun. Ya Rüzgâr gelmiştir ya da korkup kendi yerine başka birini göndermiştir. Bilmiyormuşsun gibi lafı gevelemesen.”
Hacer’in gözlerinde öfke bulutları dolaştı. Tam Feride’yi ikna etmek için uğraşırken Macide’yle didişmek istemiyordu. Yutkundu. Derin bir nefes aldı.
“Tövbe, tövbe…” dedi.
Bu, konuşmayı çok uzatıp birbirimizi kırmayalım. Ben teslim oluyorum. Savaşmak istemiyorum demekti.
“Açsana kızım kapıyı” dedi anası. Macide” Ben mi, bu olmaz, sen aç” der gibi anasına baktı.
Elif Kadın kapıya yöneldi.
“Kim o?”
“Kimsiniz?”
Kapının vurulması devam ediyordu. Elif kadının soruları bu gürültünün içinde kaybolmuştu.
“Jandarmalar geldi…”
“Jandarmalar Rüzgâr’ı arıyorlar.” Dedi kapıdan içeriye seslenerek.
Tüm dünya omuzlarına yüklenmiş gibi çökmüştü Elif Kadın odaya döndüğünde. Kaygılıydı. Üzgündü. Mutsuzluğa dair ne kadar sözcük var ise Elif kadını tanımlamak için kullanılabilirdi şimdi.
Hacer pek de umursar görünmedi Elif kadının durumuna.
“Bulurlar” dedi. “Bulurlar. Hele az daha arasınlar. Her şeyin bir vakti saati vardır. Bilmez misiniz vakit gelmeden ne güneş açar ne yağmur, kar yağar.”
Naz ve Dürü başıyla onayladı Hacer’in sözünü.
Duvardaki siyah beyaz resim gibi sönüvermişti her şeyin rengi bir anda. Sesin rengi, dudakların, ellerin, ayakların hatta bakışların rengi.
Bir tarafta ölümdü beyaz. Taze, soğumuş bir bedene giydirilmiş, nefessizliğin ve soğukluğun ifadesi.
Donmuşluğun. Kalakalmışlığın.
Korku… Kapkara. Zift gibiydi. Gözlerinde, ellerinde.
Peki. Rüzgâr.
Rüzgâr genç miydi?