- 470 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Yaşamak
Bir didişme mi yaşam? Sonu gelmez isteklerimizin peşinden koşturduğumuz bir türlü bitmek bilmeyen bir sancı mı? Olmasını istediğimiz ama bir türlü değiştiremediğimiz haliyle hayatımızı kucaklayabiliyor muyuz? Yoksa hep bir bunaltı, hep bir şikâyet içinde miyiz? Hep olmaması gerekenler, hep bizim istediğimiz gibi olmayanlar, hep güçlükler, hep zor, hep baş edecek gücümüzün kalmaması… Böyle mi hayat? Peki, niçin böyle? Hangi kapıdan baktığımıza ve sırtımıza ne yüklediğimize bağlı bakış açımız. Eğer bir masal kahramanı gibi her günümüzün köpük baloncuklar üstünde yaşamsız, pürüzsüz, bizi hiç yormadan, elimizde sihirli bir değnek varmışçasına ilerlemesini istiyorsak, evet, zordur, bizim gibi prens ve prensesler yahut kral ya da kraliçeler için… Ancak, kendimize yüklediğimiz, örneğin her gün taşımak zorunda olduğumuz bir küfe dolusu odun ve uzun bir yolsa o zaman baştan zorluklarını kabul ettiğimiz bir hayat içinde çok fazla da sızlanmayız, aksine en küçük şeylerle mutlu oluruz çünkü güçlüğün ne demek olduğunu bilmekten geliyoruzdur.
Bir arkadaşım “hayattaki en büyük umutsuzluk, henüz hiçbir şey kaybetmemiş olmaktır” demişti. Bu sözün anlamını şimdi şimdi anlıyorum. Anadolu kültüründe çok çile çekenler, çok kayıp yaşayanlar için “sen Allah’ın sevgili kulusun, seninle diyaloga giriyor…” benzeri söylenen sözle kesişiyor bu söz. Kaybetmeye başladığında mutlaka yerine koyacak bir şey arıyorsun. Yerine koyacak bir şey ararken mücadele ediyorsun. Mücadele ederken güçleniyorsun. Diyalog bu. Yaşam içgüdüsü. Gece gündüz, bizler tek bir nefes kalıncaya kadar ilmek atan yaşam içgüdüsü.
Geçmişte yaşadığın acılara bakıp tasalanmama manasında bir ders veren mitolojik bir öykü var: “Arkana bakarsan bir daha ileri gidemezsin. Karanlıktan ışığa çıkamazsın,” der bu öyküde. Yeraltında yaşayan kızın kurtarılabilmesinin tek şartı, yukarıya çıkarılırken, yolda arkasına bakmamasıdır. Ama kız, kaybedeceğini bile bile, uzun süre geçirdiği o karanlığa son bir kez bakmadan edemez. Çünkü orası, onun yatağı olmuş yaşantısıdır. Başını çevirir, bakar ve bu yüzden yeraltından yeryüzüne çıkma hakkını kaybeder, orda kalır. Bu öyküde, beni en çok düşündüren o bakıştır. Başına gelen şeyler için oturup tasalanmak, geçmişe dalmak yerine daima yapılabileceklere bakmamız gerekiyor. Geçmişe saplanıp kalmak yerine geleceğe, şimdiye bakmak gerektiğini anlatıyor.
Hayat hepimize sonsuz deneyimler sunmaz. Neresindeysen orasını doğru anladığında, doğru yaşadığında, bütün odur. Bir Japon bilge şöyle der; “İnek su içer süt olur, yılan su içer zehir olur.” Aslında hangi durumda olursak olalım, asıl olan niyettir, nasıllık’tır. Ölümün merceği altında yaşayan hepimiz ister hasta olalım, ister sağlıklı olalım, ürkek güvercin gibiyiz, çünkü baş ve son elimizde değil. Yalnızca orta verilmiş. Bilginin ışığıyla karşılaşmamış biri için böylesine ortada olmak çok büyük acı. Çile. Tedirginlik. Ancak bütün dünyayı dolaşarak yahut okuyarak ya da olduğu yerde derinleşerek aydınlananlar için baş ve son görünürdür. Sondan sonraki sonsuz görünürdür. Karanlığının gücünden sezdiği ışığın gücünden alır yaşam, yetisini. Basit bir fotoğraf makinesi düzeneğini çoğumuz biliriz. Diyafram daraldıkça netlik artar. Yaşamda da böyleyiz; bola saçayken her şey; ayağımıza yollar, başımıza gök… Yaşama bakışımız bu genişliğin verdiği rahatlık içinde fludur… Ne zaman ki dertler artar, sınır taşları alanımızı belirler, o zaman derinleşir düşüncelerimiz, kendimize ve dünyaya bakışımız netlik kazanır…
Kimi zaman düşünüyorum da iyi ki kendimizi başkalarının gözüyle görmekten korunmuşuz. Çünkü başkasının yaşamını, çoğumuz bir süreç olarak görmeye değil de bir sonuç olarak görmeye meyilliyiz. Başkalarının bakışı sonu, sonucu görür. Ancak yaşayan, hikâyesi olandır. Her gün umut ettiğin, teselli ettiğin durumun bir adım daha gerisine düşmek, sanki biri sana durmadan “al sana al sana”, diyormuş gibi, ilk başta öfke yaratır. “Yeter, yetmedi mi” diye bağırırken yakalarsın kendini. İsyan edersin. Zaman geçer. Bütün sesler, renkler alındığında karşılaştığın bir çıt sesi yahut tek bir renk anlamlıdır. İçinde bir dinleme ve dinlenme sahanlığı oluşmuştur. Anlamaya başlarsın. Koca keşmekeş içinde iken tıkanmış iğne deliğinden, akıyormuş gibi geçer iplik şimdi, yağ gibi akar anlamak… Kendi kendinle diyalogun, anlaşman, uyuşman başlar. Artık yine kendine tanıdık biri olmuşsundur. Dertlere, “buyur, hoş geldin, başköşeye otur” diyen bir gönül genişliği kazanırsın, en baştan varacağın yeri görmüş olmanın büyüklüğü başlamıştır. Bir bebeğin saflığını yeniden kazanmışsındır, başkalarına muhtaç olduğunu yeniden öğrenerek… Ödüller bir bir gelir, minimalist bir dinginlik, yere düşen tüyün sesini duyacak denli açık duyargalar, yüksek konsantrasyon yeteneği ve kendi yaşadığın güçlüğü aşarak başkalarına verdiğin güç; daha ne olsun?
Sevgi sevmekten kalan bir izdir, emanettir, yaşayan mirastır. En güzel hayat fotoğrafımızdır. Çok yaşayın sevgi dolu insanlar…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.