BİR DOĞUMDA ÖLEN ÜÇ KİŞİ
BİR DOĞUMDA ÖLEN ÜÇ KİŞİ
Aynı siyasi hareketten arkadaşım olan Vedat, bir tiyatroda oyunculuk yapıyordu. O günlerde işsiz olduğum için haber verdi. Tiyatro da bir elemana ihtiyaç varmış. Beraber gittik. Oyunun yönetmeni sahneye koyduğu oyun için salonu kiralamış. Dekorcusu işi bırakmış. Bir dekorcusu ihtiyaç varmış. Dekor teknisyeni olarak işe başladım. Oyundan önce dekoru kurup, kalan zamanda birçok işe koşuyorum. Kostümlerin giyime hazır hale getirilmekten tutunda bilet gişesine kadar her işi yapıyordum...
Ekip beni sevdi. Bende ekibi ve tiyatroyu sevdim. Arada bir oyunlarda figüranlıkla işe başlayıp, küçük rollerde çıkmaya başladım. Oyunlar, Cekov’un Vişne bahçesi, Martı gibi oyunlardı. Vedat’dan dersler alıyorum. Oyunun pankart, afişlerini gece gündüz hazırlıyoruz. İstanbul’un çeşitli yerlerin astık. Ben ve Vefat bu işleri bilmiyorduk. Yönetmende bir işi nedeniyle İstanbul’dan uzaklaşmıştı. Meğer afiş ve pankartlar için belediyeden izin almak gerekiyormuş. Bu işleri de ayrılan dekorcu yapıyormuş. Bizim astığımız afiş ve pankartları belediye arkamızdan toplamış. Neyse yönetmen ve tiyatro müdürümüz olan Salih Abi geldi. “Ulan parti afişi pankartı mı asıyorsunuz. Bu iş için belediyeye ücret ödeyip izin almamız gerekiyor.” Dediğinde, bayağı üzüldük. O kadar emeğimiz boşa gitti. Yani anlayacağınız bu işleri o kadar sevdik ki, jest olsun diye yaptığımız işi elimize yüzümüze bulaştırdık. Afişlere ve pankartlar gece gündüzümüzü vermiştik. Bu nedenle belediyeden tekrar istedik. Topladıkları izinsiz afiş ve pankartları imha etmişler.
Her şeye karşın güzel günler geçiriyorduk. Bazı devrimci arkadaşlar özellikle militan ruhlu olanlara bizi küçümsendiği de okurdu. Onlara göre bu işler başka bir kadronun işi idi... O yıllar sekter yıllardı. Hiç unutmam Kapalı Spor Salonunda Pol – Der’in gecesinde, sahneye gitarıyla çıkan Selda Bağcan’a burjuva sanatçısı olduğunu haykıran sloganlar atılmıştı. İnsanlar bilime ve sanata yabancı idi... Bütün bu uğraşların yanında biz yaptığımız işten emin güzel bir tiyatro başarısının hayalini kuruyorduk. Altyapımızı şimdiden oluşturmaya başlamıştık…
. Bu arada Vedat, tiyatro ekibinden Emel’e tutuldu. Çok iyi bir ikili oluşturdular. Artık ben ikinci planda kalmıştım. Ama üzüleceği mi düşünerek çoğu yere beni de çağırıyorlardı. Artık üçüz olmuştuk. Her yere üçümüz gidiyoruz. Başka tiyatrolara üçlü bilet alıyoruz. Oyun üzerine birlikte eleştiriler yapıyoruk. Vedat, artik tiyatronun yanı sıra Emel’i de içeren tiyatro hayalleri kuruyordu. Bir tiyatro ekibi kuracak, çocuk oyunları oynayacağız. İşe çocuk oyunlarıyla başlayacaktık. Çocuklarımız da bu oyunlarda oynayacak, seyredecek çok farklı oyunlar sahneleyen yönetmen olacaktık. Kendimizi çok iyi yetiştirecek, dünyanın tiyatro mirasından çok iyi faydalanacağız. Sinemaya bile geçebilecektik. Ne de olsa sinema daha geniş kitlelere ulaşıyordu…
Böylesi çalışmalar içinde Vedat ile Emel nişanlandı. Bir süre de böyle götürdüler. Ailelere karşı rahat olabilmek için evlenmenin daha uygun olacağını düşündüler ve evlendiler. Her ikisi de varlıklı sayılabilecek ailelere sahiptiler. Maddi soru olmayınca bu işler kolay ve çabuk olabiliyor. Çiftler sade bir nikah töreniyle evlendiler. Bende nikâh şahitlerinden biriydim. Adeta bir tiyatro sahnesinde gibiydik. Nikâhtan sonra boğazda bir restoranda yemek yedik, eğlendik. Herkes yavaş yavaş evlere gidiyordu. Bana evde devam edeceğiz sende gel dediler. Bir gurup arkadaş evde devam ettik. “Ben arkadaşlar içkiyi fazla kaçırmayın. Buradan çiftleri yalnız bırakarak evlere gideceğiz.” Dedim. Bir kadın arkadaşınız “neden yalnız bırakacakmışız.” Dedi. Şaşırdım, bende biraz içkinin verdiği cesaretle "ya gerdeğe girecekler" dedim. Aynı kadın arkadaş, gülerek "bunlar çoktan gerdeğe gitmişler, yakında bebek gelecek" Demez mi? Bir kez daha şaşırdık. Vedat “oğlum o eski kuşağın bir geleneği” diyerek, kadehlerimizi dolduruyordu. Kadehler bu kez bebeğe kalktı. Anlayacağınız bebe’nin ana rahmine düşüşünü bile kutladık. Anne, babayı da kutladık. Şakalar, eskiriler, ne kadar hızlısınız göndermeleri vs...
Şu anda oyunun ismini hatırlayamadım. Emel hamile haliyle bir oyunda hamileyi bile oynadı. Bu da yönetmen abimizin parlak fikirlerinden biri. Keşke şu andaki teknolojisi o günlerde olsaydı da videoya çekerdik. Gerçi yeni yeni ortaya çıkıyordu. Ama çok pahalı bir uygulama idi. Zaten her teknoloji ilk çıktığında pahalı oluyor. Yaygınlaştığı da fiyat düşüyor.
Emel’i her ihtimale karşı doğumun öncesinde doğum iznine aldık. Zaten tiyatro sezonu da bitmek üzere idi. Vedat bir heyecan bir heyecan bu hayat dolu çift müthiş bir sevinç yaşıyordu. Çocuğun ismi bile hazırdı. Hiçbir oyununu kaçırmadığımız ve bizlere çok emeği geçen Dostlar Tiyatrosu kurucusu Genco Erkal’in ismi "Genco" olacaktı. Genco Erkal’de bir sürpriz olacaktı…
Günler sonra doğum yaklaştı. Emel’i hastaneye kaldırdık. Artık Genco yaşama merhaba diyecekti. Heyecanla beklediğimiz uzun gün, çok çok uzun olmuştu. Genco gelmişti ama bir aksilik vardı. Çocuğun kanının değişmesi gerekmiş, bir sürü operasyonlar vs. Sevincimiz kursağımızda kaldı. Çocuğu kurtulmuştu. Ama insana söylemesi çok zor geliyor ama keşke ölseydi diyesi geliyor. Keşke de ölseydi, böyle sürünmektense. O günden sonra Vedat’ında Emel’i de ölümü oldu. Bu iki hayat dolu, ülkeye, sanata verimli insan hüznün batağına gömülmüşlerdi. O balıketinde esmer güzeli ve sürekli gülen, kadından canlı bir cenaze kalmıştı. Göz kenarlarındaki halkalar onun sanki çok ağır bir hastalık taşıdığını gösterir gibi idi. Vedat’sa Emel’den daha beterdi. Beterdi çünkü canından çok sevdiği eşinin hali onu daha beter yapıyordu. Aileleri de onların bu hallerini görüp kahroluyorlardı. Bebek bir de kuvöze alındı diyorlardı. Bütün bunlarla arkadaşlar ilgileniyordu...
Bizde Vedat ve Emel’le ilgileniyoruz, onların üzüntülerini paylaşıyor ve teselli etmeye çalışıyorduk. Ben bu iki arkadaşının halini görünce çok etkilenmiştim. 12 Eylül’de öncesi idi. Birçok arkadaşımız hain pusulada alçakça katledildi. Onların anne babasının gördüm. Ama Vedatlar kadar beni üzememişti. Halk arasında bir söz vardır. "Ateş düştüğü yeri yakar" gerçekten de öyle. Bende Vedat’la Emel’le bir aile idim. Çok yakındım. Bu nedenle onlar kadar yanmıştım. Ben kardeştim ve çocuğun amcası idim. Aradan aylar geçti. Emel’le Vedat biraz toparlandı. Ailelerden çocuğu tedavisini devralarak, hastaneden hastaneye koştular. Bu arada tiyatrodan da konuştuk. Eski sevkimiz kalmadı. Ben başka alanlarda yine işten işe girdim çıktım. Zaman zaman evlerine uğruyorum. Hal hatır soruyorum. Moralim bozuluyor. Vedat sigarayı üç pakete çıkarmış. O ağzına sürmeyen, Emel de başlamıştı. İkisizinde parmakları sararmıştı. Vedat ise parmaklarının yanı sıra bıyıkları da sigaradan sararmıştı. Emel’i o her daim gülen yüzü her daim ağlar olmuştu...
Oysa ne hayaller kurmuştuk. Bebek sağlıklı doğacaktı, bir ‘sıfır’ yaş kutlaması yapıp, kutlamaya Genco Erkal’i de davet edecektik. Ona sürpriz yapacaktık. Yapamadık. Bir oyununa gittim. Oyundan sonra gördüm. Tebrik ettim. Ama üzmemek için hiç söz etmedim. Bu hevesimiz bile boğazımızda kaldı. Çocuğa “Emrah” ismini verdik. Emrah spastik bir çocuk olmuştu. Bir kaç insanın yardımı olmadan yaşaması zor bir çocuk olmuştu. Bütün arkadaş çevremiz Vedat çiftine yardımcı olmak için koşturduk. 12 Eylül de birçoğumuz dağıldık. Ben de iş nedeni ile başka şehre gittim. Arada bir haberleşiyoruz. Bu iki insan bir doğumda birlikte ölmüştü. Onlar yaşayan bir ölü gibiydi. Onurlarla içki içmeyi ne kadar özledim. Anlatamam. Öyle bir içki muhabbetin tadını hiç bir zaman bulamadım. Bir ara içelim dedim. “Yılmaz ben içmeye başlarsan bir daha bırakamam. Emel bir bulaşıksa kendine gelemez. Sigaraya alıştı. Bir de içkiyi başlarsa hapı tuttuk. Bu nedenle ikimizi de korkuyorum.“ Dediğinde çok sevinmiştim. Böyle düşünmekte acılara ne kadar direndiğini anladım. Tiyatromuz bu iki güzel insan yitirmişti…
Her tiyatro gittiğimde onları düşünürüm. Sahne de bile onları görür gibi oluyorum. Vedat ve Emel’e ilişkin düşüncelerimin yoğunlaşması zaman zaman onlara ilişkin anılarda daha da yoğunlaşıyordu. En çokta şu haberden sonra oldu. Bir haziran ayı idi. Gazetedeki küçük haberde, ”Muğla civarında bir araçta bulunan çift çocuğuyla birlikte denize uçtular. Kurtulan olmadı.” Haber pek ilgimi çekmedi. Ne de olsa son yıllarda bu tür kazalar bir yaygın haline gelmişti. Ehliyet kursları özelleşmiş ve yoğunlaşmıştı. Otomobil edinmek ve ehliyet edinmek her genç insanın yaptığı bir işti. Ben ve Vedat da bu kurslardan geçtik ehliyet aldık. Vedat özellikle oğlunun sakat doğmasından sonra sürekli hastaneler arası mekik dokunmayı kolaylaştırdı diye araba edinmişti. Arada bu arabayı bende kullanırdım. Haberde ölenlerin isimleri koyu italiklerle belirtilmiş yanlarına da parantez içinde yaşları yazılmıştı. Âdete biz yakınlarının gözüne sokmak için yapılmış gibiydi. Gazetenin ön sayfasında özet bir bilgi ve bitiminde iç sayfa da detaylarını gösteren ibare vardı. Hemen içteki sayfayı açtım. Aynı bilgileri birkaç kez tekrardan başka bir ayrıntı yoktu. Hemen fırladım. Bütün gazetelerden birer tane aldım. Bazı gazetelerde yoktu. Diğer gazetelerde de aynı haber, aynı haber metni. Anladım bir haber ajansından alınmış bir haberdi. Hemen İstanbul da bulunan arkadaşları aradım. Babasının yazlığına tatile giderken yağışın etkisiyle uçurumdan denize uçmuşlardı. Hep korkardım Vedat’in bir kaza yapmasından. Gerçi onunda benimde ufak tefek kazalarının olmadı değil. Ama hep arabaya gelen ufak tefek sıyrıklardı. Gittik cenazeleri devin ettik. Herkeste bir hüzün ve yaş havası vardı. Ama bir anlamda da bir rahatlık vardı. Vedatlar sanki açılarından kurtulmuş gibi düşünüyordu da onun rahatlığı vardı. Belki de ben kendini öyle hissediyorum da herkesi aynı durumda görüyorum. O koşturmaca bunun pek ayrımına varamadım.
Bir de beni en çok etkileyenin bunun bir kaza değil bir intihar olduğu idi. Size önceden anlatmadım. Şimdi bu kaza ile aklıma geldi ve müthiş bir rahatsızlık duydum. Vedat çok iyi bir okurdu. Hemingway, Stefan Zweig, Mayakovski, Yesenin, Dostoveski, Tostloy, Beltolt Brehch vs. Ama özellikle Stefan Zweig ve Beltolt Brecht’ i çok severdi. Beltolt Brecht, bir şair olmasından çok bir tiyatro insanı olarak severdi. Onun epik tiyatro kuramını çok incelemişti. Birlikte "Üç Kuruşluk Opera", "Kafkas Tepeşir Dairesi" ,"Cesaret Ana" vs. Oyunlarını izlemiştik. Genco Erkal’in Brecht şiirlerinden uyarladığı "Brecht Kabere" yi defalarca izlemiştik. Genco Erkal o oyunu Zeliha Berksoy’la oynamıştı. Benim de aklıma yıllar sonra bu oyunu Emel’le birlikte sahneye koymayı, kafasına koymuş gibi gelirdi. Ama kendisine böyle bir imada da bulunmadım. Hani çok iyi de olurdu. Oyunu defalarca izlemeyi, Genco Erkal’i ve Zeliha Berksoy’u çok beğendiğini söylerdi. Sanırım Zeliha Berksoy’un ismini Nazım Hikmet tarafından konduğunu da o söylemişti bana. Daha sonra oyun sahneden çekildi de biz de başka oyunlara yönelebildik. Sonra kaseti çıktı. Oyunu bu kez teyp bulduğumuz her yerde kasette dinledik. Brecht şiirleri ve müzikler çok güzeldi…
Ama size asıl Vedat da Stefan Zweig tutkusunu anlatmak istiyorum. Vedat, Stefan Zweig ’e "Yıldızın Parladığı Anlar"la başlamış ve bu yazarın bütün eserlerini okumuştu. Hatta Türkçe ye çevrilmemiş eserleri edinip, İngilizcesini de okumuştu. Türkçeye sen çevir demiştim. Beni aşar, bu işi çok iyi yapan ve meslek edinmiş insanlar var demişti. Özellikle Burhan Arpad’ın çevirisini çok beğenirdi. Vedat, bu yazarı çok seviyordu ve ilerde onun eserlerini tiyatroya uyarlama gibi planlarda yapıyordu. Hem bütün eserlerini okumuş hem de yazar hakkında yazılanları okuyordu. Onun kendisinin ‘ruh ikizi’ olduğunu söylüyordu. Evine bu yazarın posterlerini aşmıştı. Yazarın eşi ile birlikte posterleri çoğunlukta idi. Ben onlara baktığımda Vedat’la Emel’i görürdüm. Vedat bana olduğu gibi Emel’e de Stefan Zweig tutkusunu aşılamıştı. Bende onun sayesinde bu yazarı sevdim ve okudum. Aslında Vedat da bir takıntı olmuştu. Hep konuşmalarından ondan alıntılar yapar, veciz sözler söylerdi. “Bu cehenneme şeytan bile daha fazla dayanamaz” (Ay Işığı Sokağı), “Uzun süren bir hastalık yalnız hastayı değil, onun çevresinde bulunanların acıma duygusunu da yorar.” (Acımak), “ Her insan hayatında yıldızının parladığı bir an vardır. ‘Dahi’ o anı kullananlardır.” (Yıldızın Parladığı Anlar) vs…
Hep intihar eden yazar ve şairleri okuyordu. Bunu uzun uzadıya sabahlara kadar tartıştık. Özetle şu kanıya yatmıştı. “Abi bu insanları hayata bağlayan üretim tutkusu. Onlar üreterek yaşama tutunuyorlar. Üretim bittiğinde yani bir şekilde tıkandıklarında, intiharı seçiyorlar “demişti…
Vedatlar öldükten sonra onları en yakından tanıyan biri olarak, bu intiharı ben görmüştüm. Özellikle en çok sevdiği Stefan Zweig örnek almıştık. Onun eşi ile birlikte bir otel odasında intihar etmeleri bu iki insana ilham vermiş olmalı. Bir birilerini ikna etmeleri de zor olmamışlardı. Hem 12 Eylül’ün ettirdiği devlet terörüyle devrimci mücadeleden de kopmuşlardı. Bir süre bu yasama direnç gösterdiler, bunu da devrimci bilinçleri ne borçlu idiler. Devrimci düşünce statik değildir, yaşamın akışında beslemeden o da diğer canlılar gibi küser ve sahip olduğu insana bir şey vermez. Kopuşu en çokta yalnızlık tetikler örgütsel bağları koparırsan yaşam bağları da kopar. Bir kez daha adım gibi emin oldum. Bu iki değerli insan birlikte karar vererek intihar etmişti…
Vedatlar, Emrah üzerine çok hayaller kurmuşlardı. O hayal yıkılınca onlarda yıkıldı. Tıpkı birçok devrimci insan gibi... Kaç defa ikisinden de dinledim. “Yaşamın anlamı kalmadı, yaşamdan tat almıyorum” demişlerdi. Kim söylemişti. Gogol’un "Bir Delinin Hatıra Defterinde", "Çekilmez olunca hayat ölmek en iyisi" galiba bu söz Pişkin"e aitti. Gogol da Puşkin’den alıntı yapmıştı. O da genç yaşta bir düello da yaşamını yitirmişti. Ölenler, acıları ile çekip gidiyordu ya diğerleri... Arkalarında kalan birer enkaz ve yıkıntı idiler. Bu yıkıntı, harabeler de daha çok en yakınları idi. Bu olaydan sonra bir yaprak dökümü gibi Vedat’in ve Emel’in ailelerinde ölümler oldu.
Daha çok da bu olaydan sonra Vedat gibi Stefan Zweig’e ait ne varsa okuyordum. Hatta Vedat’ın kütüphanesini ailesinin izniyle aldım. Yazar hakkında müthiş bir arşiv yapmıştı. Bende yalnız kalmıştım. Yaşama tutunmak için insana ait ne varsa sarılıyordum Sanırım yazma tuttum da bunlar arasında. Oysa taa ilköğretimden beri dil bilgisi ile aram iyi değil. Bunu oğlumda da gördüm. Uzman siz ailece dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunuz var. Bu genetik bir sorun... Yine de sorun ne olursa olsun yazacağım. Kim demişti. "Yazsam çıldıracağım" sanırım bende yılların verdiği okumalarla bu sendrom yakalanmıştım. Nedendir bilmem bunu Vedatlara bir borç gibi hissediyorum. Keşke daha fazlasını yapabilsem…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.