- 432 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ATMIŞ BEŞE KAGKA GODUM
ATMIŞ BEŞE KAGKA GODUM
-İnsanlar doğuşta yaratıcının bütün güzelliklerini ve özentisini üzerinde taşıyarak dünyaya gelir.
-Bünye ve zeka olarak eşit doğanların yetişme şartlarından dolayı kimileri zeki, kimileri saf, kimileri de uyanık olarak gelişimlerini tamamlarlar.
-Saf ya da tahsili, bilgisi başkalarına göre zayıf olanların ‘kendilerini uyanık sanan’ bazı kişilerce onların bu zaaflarından faydalanmaya kalkması kadar dünya da başka bir ayıp var mı bilemem.
-Kırklı yılların birinde Kasım ayına kadar sanki gökyüzü muhanet olmuştu da yere bir damla olsun yağmur tanesi düşmemişti. Tohumunu kuruya eken çiftçilerin gözleri her gün gökyüzüne ümitle bakıyordu. Aralık ayında nasıl olduysa gökten birkaç yağmur damlası düşmüş Ocak ayında da kuru ayazla beraber ekinleri örtmeyecek kadar bir sefer kar yağmış bu da rüzgarla toz olup havaya uçmuştu.
-Orta Anadolu’nun her köyünde olduğu gibi Karacaören’de de ahaliyi kıtlık korkusu sarmıştı. Baharın gelmesiyle gökyüzünü kara bulutlar kaplamasına rağmen yağmur vicdana gelip bir türlü yağmıyordu.
-Köyde yapılan yağmur dualarında semaya kalkan eller boş kalmış haliyle yağış olmadığından dolayı ekinler, otlar sararmış, kavak, söğüt gibi ağaçlarla beraber kuruyup gitmişti.
-Köyde her evde olduğu gibi Emine bacının evinde de kış katığı neredeyse bitmek üzereydi.
-Baharın gelmesiyle beraber bahçeye ekilen domates, patates, fasulye gibi sebzeler yeterli su alamadığından ‘maşalasında’ geçmişti (kurumuştu.)
-Emine bacıyı kara bir düşünce almıştı. Üzüntüden aynı açılıp yüzü gülmüyor, “bir kalbur horantaya (aile efradı) ne yedirir, ne içiririm” derdine düşmüştü.
-Eve geçim lazımdı, koca bir ev olmuşlardı, iyi-kötü çeşitli ihtiyaçları oluyordu. Düşünürken birden aklına ahırdaki dana geldi. Ona hiç kıyamazdı ama “mal canın yongası” derler “cana geleceğine mala gelsin” diyerek onu satmaya karar verdi.
-Sabah erken kalkan İbili eşeğinin semerini vurduktan sonra danayı kendisi gibi hayvan pazarına satmaya gidenlerin hayvanlarına katarak Daşlıgedikten şehrin yolunu tuttular. Kervansaray dağlarının şehir tarafına laflaya laflaya bazen eşek üstünde bazen de yaya olarak hayvanları yaya yaya (otlayarak) geldiklerinde güneş arkalarından bir minare boyu kadar yükselmişti.
-Güneş yükseldikçe havada ısınmaya başlamıştı. Birden nasıl oldu, neden oldu hem otlamakta hem de yürütmekte olan o masum hayvanlar kuyruklarını diktikleri gibi delicesine sağa sola bir şeyden korkarcasına pirem-pirem dağılıp kaçışıyorlardı. Meğerse hayvanları halk arasında “buvelek” denilen sinekler tutmuştu (ısırmıştı.)
-İbili’nin de danası bu hengabe de kaybolmuştu. Uzun aramalardan sonra kan-ter ve telaş içerisinde kaldığı bir anda danasını Kındam Mahallesi’nin kenarında bir ağacın gölgesinde kuyruğunu sağa sola sallarken bulduğunda o an neşesine diyecek yoktu. Ama köylülerini kaybetmenin hüznü daha ağır bastı.
İbili Kındam da edindiği bir yuları dananın boynuna geçirdikten sonra eşeğine binip kendi önde, yuları elinde olan dana arkada hayvan pazarının yolunu tuttu.
O gün hayvan pazarı çok kalabalıktı. Pazar girişinde ‘iri yarı pala bıyıklı’ bir adam “hemşerim danayı satacaksan ben onu şu fiyata alırım” diyerek değerinin iki katını verdi. Aslında bu adam satıcıya sabah tuzak kurup akşama kadar onun verdiği paranın fazlasına hayvanını satamayanlara akşam dönüşte verdiğinin dört de birini verip naçar kalana tepik vuran cinsten birisiydi.
-İbili adama pek aldırış etmeden yoluna devam etti. Onun derdi hem danayı adamın verdiğinden fazlaya satmak hem de kaybettiği köylülerini pazarda bulmaktı. Bunun için pazarın altını üstüne getirmesine rağmen ne köylülerinden birine rastlayabildi ne de adamın verdiği paranın fazlasını veren bir alacıyı bulabildi.
Vakit ilerliyor, kafasından geçenlerin hiç birisi gerçekleşmiyor, pazarın ortamı da adeta başını döndürüyor, aynı zamanda üstüne bir ezginlik çöküyordu. Sersemlemişti. Ne yapacağını şaşırmış bir haldeyken “İrbaam; İrbaam; Tertibim” diye kendisine hiçte yabancı gelmeyen sese doğru başını çevirdiğinde gördüğü kişiyi hemen tanımıştı. Bu askerlik yaparken acemi birliğinde tanıştığı arkadaşlarının “fırfır” dedikleri Necati’ydi.
-Hoş, beş, hal, hatır derken Necati İbili’yi pazarın kenarında bulunan bir ağacın gölgesine götürdü. Orada Necati’nin üç-dört kadar daha arkadaşı bulunuyordu. Adamlar ortaya diktikleri rakıdan, şaraptan arada sırada atıyor, sırasıyla da pazarda olup biteni tetkik ediyorlardı.
Necati İbili’yi arkadaşlarına tanıştırdıktan sonra eline aldığı kadehi İbili her ne kadar “ben onu asla kullanmam” dese de ‘yemin billah edip’ içmeğe zorluyordu. “Arkadaş hatırına çiğ et yenir” diyen İbili tiksinerek de olsa on dakika arayla bilmeden iki duble ‘göölemeyi’ mideye arkadaş zoruyla hatıra indirmiş oldu.
-Aslında bu kişiler İbili’nin Pazar girişinde rastladığı ‘kelepirci alınıcının’ adamlarıydı. Aradan bir müddet geçtikten sonra İbili’nin ayakları yerden kesilmiş, kafası zoklamaya, başı dönmeye, dili peltekleşmeye başlamıştı. Böyle bir şey yaşamında ilk defa başına geliyordu.
Necati İbili’nin bu durumunu fark ettikten sonra onun danasına müşteri oldu. Diğer meyacıların da (Necati’nin arkadaşları) araya girmesiyle pazarlık başladı. Ne verilen fiyatı, ne de danasına kendisi ne istedi, aklı karışan İbili bunları düşünecek halde değildi. Adeta Pazar üstüne üstüne yıkılıyor, danaya verilen paranın azını çok, çoğunu az zannediyordu.
Danayı nasıl teslim ettiğini, oradan nasıl ayrıldığını hatırlamıyor, sadece Necati’nin “sıkı sahip ol” dediği atmış beş lirayı cebinde eliyle tutuyordu. Rast geldiği bir çeşmede elini-yüzünü iyice yıkadıktan sonra kendisini biraz toparlar gibi oldu.
Anasının salık verdiği ısmarıçları eşeğin heybesine doldurduktan sonra yola düştüğünde baş dönmesi devam ediyor, “acaba benim eşek ayağını bir yere mi vurdu da topallıyor” diye iç geçiriyordu. Yol aldıkça dağın temiz havası onu kendisine getiriyor, beynin de doksan, seksen beş, atmış beş gibi rakamlar oluşuyordu.
Köye geldiğinde hayatın kapısında anası ile hanımı kendisini karşıladı. Hanımı onun eşekten inmesine, heybesini kaldırmasına yardım ederken üstüne çavan ‘ne idiği belirsiz’ bir kokudan dolayı da burnunu tutuyordu. İbili’nin elleri ateş gibi yanarken yüzü de kulaklarına kadar kızarıyordu. Bu durum anası Emine’nin gözünden kaçmadı. “Gel bakalım yanıma İrbaam, ne ettin, ne yaptın, danayı kaça sattın oğul anlat bakalım?..”
İbili sendeleyerek anasının yanına vardığında aradan bunca zaman geçmesine rağmen daha kendisini henüz toparlayamamış, beyninde danaya verilen paranın azlarını çok, çoklarını da az bilmesi halen devam etmekteydi.
-İbili bundan biraz cesaret alarak büyük bir vakar içerisinde “Ana; danaya (o tıkalı burnundan doğan yarım ses tonuyla) doksan verdiler vermedim, seksen beş verdiler vermedim, atmış beşe kaka kodum” deyip olduğu yere yığılırken “iyi halt etmişsin İrbaam”diyen anasının sesini duymamıştı bile.
-Aradan bunca yıl geçmesine rağmen Karacaören’de insanlar halen alış-verişlerin de “aman İbili’nin dana sattığına dönmesin” derlerde, İbili’nin bir arkadaş hatırına onun kalleşçe tuzağına nasıl düştüğünü bilmezler. Uyanıklara saf olmayalım.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN KIRŞEHİR……….. GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR.
Öyküleri şahısları küçük düşürmek, mirasçılarını rencide etmek için yazmıyorum.
++++++++++++++++++++++++++++++
YORUMLAR
Yaşanmış bu güzel hikayeler insan ruhunu dinç tutan imbikten süzülmüş nağmeler gibi gelir.Tebrikler bu akıcı ve alıcı usluba... saygılar