Eksiliyoruz/ çünkü hâlâ yaşıyoruz...
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Yaz günlerinin tuhaf bir zaman algısı var sanki, güneş erkenci değildir hiçbir zaman..Aceleciliği tercih etmez..Usul usul gelir kızıl renklerinden doğan en olgun adımlarla..
Güneşin doğuşunda müthiş bir tazelenmiş hissi duyarım hep…Ruha dokunan o tertemiz ve serin havada tüm başlangıçların dokunaklığını duyumsarım içimde ve iyiye dair her şeyi barındıran o güzelim dokuyu…Bana öyle geliyordu ki insan, tüm kötülükleri alt edebilir isterse neye dokunsa mükemmele çevirir gün doğumunu izleyip ruhu tazelenirse…Balıkçılar ,işçiler, tarlada çalışan insanlar belki de doğanın en kusursuz güzelliği onlara sunuluyor her sabah…
En çok balıkçılar…
’’uyandığımda ilk işim denize bakmaktı, birazdan güneşi kucaklayacak o muhteşem denize…’’diyordu günlüğünü okuduğum o balıkçı…Nasıl bir heyecan bu, sevgiliyi heyecanla beklemek gibi…Hesapsız, koşulsuz ve tutkuyla sarılmanın o heyecanını hissederek beklemek…Kim bilir neler geçiyordu içinden denizle güneşin kucaklaşmasını izlerken…Hem onlar öyle kısa mesafelere bakmaz, bakışları en uzağa uzanmaz mı…Herhangi birinin göremeyeceği kadar uzağa… bizim gibi değil ki…Suya bakışları da bizimki gibi değil..Onlar suyun derinliğini de bilir ruhunda saklı her hüznü de..
Sonra bir gazete üzerinde kahvaltısını ederken belki de üçüncü sayfa haberlerini okur. Arada başını kaldırıp denize baktığında şunu düşünüyordur belki:
‘’İyi, insanın içinde neden bu kadar eksik, oysa o duygu neleri değiştirmez ki bu hayatta?’’
Uzandığım yatağımdan aralanmış perdeden fırsat bulan güneşin ışıklarını duyumsayarak doğruluyorum , hiç kimse uyanmamış henüz…En tatlı bulduğum yalnızlık hali…Mutfağa gidip çay demliyorum, çayımı alıp tekrar odama çıkıyorum. Son günlerde elime aldığım yeni kitabı okumaya devam ediyorum:
‘’Bu dünyada en şanslı olanlar bence çirkinlerle aptallar. Yan gelip yayılarak yaşam denen oyunu ağzı açık seyredebilirler. Zafer denen şeyi bilmeseler bile hiç değilse yenilgiyi de tatmazlar. Aslında hepimizin yaşamamız gerektiği gibi yaşar onlar, kaygısız, kayıtsız, çalkantısız.’’
Bu sözlerin altını çiziyorum hemen, bazı kitaplar insanın aklından geçenleri nasıl da estetik şekilde okura sunuyor.
Okumaya devam ettikçe aklıma şu soru takılıyor: Her isteğin mutlaka bir bedeli mi olmalı bu hayatta? Güzelliğin, sevginin, aşkın, iyiliğin…her şeyin…Duyulan, istenen, özlenen her şey için bir bedel mi ödemek zorunda insan denen varlık…Ruhunun gittikçe değişimine, gittikçe kötüleşeceğine hangi güzellik için kayıtsız kalabilir ki insan? Güzelliğin kalıcılığı, insanın varlığı için bu kadar eşsiz bir mükemmeliği mi zorunlu kılıyor? Ve aslında en kötücül ruha sahip olunarak bedeli ödenen güzellik ne kadar kalıcı olabilir ki? İnsan kendi yüzünde her gün yenilenen bir çizgiye dokundukça…Hele o çizgi bir yaralanmışlığın izi olarak kalıyorsa…
Annemin beni çağıran sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp aşağı iniyorum..Kahvaltı hazırlıklarına başlamış annemin her zamanki gibi olumsuz ayrıntılara dair hüzün hikayelerini dinliyorum..Anne:’’bari sabahları daha pozitif olsan,bunu yapman bu kadar zor mu?’’diye sormak geçiyor içimden ama desem bile griye boyadığı yaşamı renklendirebileceğime dair en ufak bir umudum olmadığı için sadece dinliyorum onu..Dışarda kahvaltı etme fikrine annemin ne gerek var,şurda kahvaltı edelim itirazları olsa da ben bildiğimi yapıyorum..Önce dışarıyı güzelce süpürüp sonra hortumu elime alıp her tarafa su serpiyorum,o tatlı serinlikle müthiş bir huzur buluyorum,hızımı alamayıp dış kapının önünde sokak yoluna da su serpiyorum,arada tanıdık olup araçlarıyla geçenlerin arabalarına da su serpiyorum,bir selam verme biçimi oluyor aramızda..Tepemde bir incir ağacı bana bakıyor,onu da ihmal etmiyorum,hortumu yukarı tutup incir ağacının yapraklarına su serpiyorum,incir ağacının serinlediğini hissediyorum,mutlulukla bakıyor bana..O an yoldan geçen yaşlı bir teyze ‘’Bir su ver de elimi yüzümü yıkayayım kızım’’diyor,elini yüzünü yıkadıktan sonra gözden kaybolana kadar dua ediyor benim için..Su’yun hürmeti işte…Su’yun şefkati..
Annem kızmaya başlayacak ki suyu kapatıp kahvaltı masasını hazırlıyorum,artık her şey hazır..En önemlisi çay tabi..İşte günün en güzel saatinde yaşadığın için şükredeceğin bir an…Sadece güzel bir kahvaltı masası bile mutlu etmeye yeterdi bize…Yaşamı bunca sadelikle sevenlerdendik…Annem akşama kadar yapılması gereken işlerden söz ediyordu,abimin pek umrunda değildi. babam birazdan çıkıp gelecekti, kapıdan içeri geçtiğindeki ilk bakışıyla karşılaşmamak için neler vermezdim..Çünkü babama göre geç kalkan ya da geç kahvaltı eden kişi şeytanla işbirliği halindeymiş..Babam Dorian’ın portresinde güzelliği uğruna kötülüğü seçen Dorian’ı eminim çok şiddetle eleştirir, şeytan ancak geç kalanların ruhunda yer edinir der ve henüz bitirmediğim kitabı elimden alır, dışarı fırlatırdı.
Ama neyse ki o sabah çok beklediğim halde babam kahvaltıyı basmamış,o bakışı görmemiştim..Ama başkası gelmişti: Gülden abla.
Biz koro halinde ‘kahvaltıya gel’ derken o bir adım attı, tek kelime bile etmeden hepimizin bir anda yüz ifadesini allak bullak edecek şekilde yere yığıldı.Ne olduğunu anlamadan yerimizden sıçradık hepimiz…Kolonya getir diye bağırdı annem, içeri koştum hemen yüzü gözü kolonyayla yıkadık adeta, ayılmıyordu bir türlü.. Annem bir baktım hemen biraz ötede duran soğan kasasından kocaman bir soğanı kırıp gülden’in burnunun üstünde tuttu. Gülden başını sallayıp anlamsız sözcükler söyleyerek ağlamaya başladı, ne dediğini anlamıyorduk, hele bir uyansın…anlatır dedi annem..zorlukla yerden kaldırıp içerdeki kanepeye götürdük, ağlıyordu hala..Annem bir tarafta… ben öteki tarafta… elimde kolonya ellerini ovuyordum, annem neyse ki soğandan kurtarmıştı bizi.Güldenin gözleri bulanıklaştı tekrar, bir an tekrar gidecek gibi oldu ama direnç gösterip usul usul kendine gelmeye başladı..Annem çok naif bir sesle: ’’Ne oldu kızım sana,korkuttun bizi,ne oldu anlat’’diye ısrar ettikçe gülden daha çok ağlıyordu. Annem baktı ki konuşmayacak,güldenin yanında kalmamı öğütleyip kahvaltı masasını toplamaya gitti..O güzel kahvaltı seromonisi böylece tamamlanmıştı…Ama o an gülden daha önemliydi.. Aradan bir saat geçmişti ve biz odada öylece oturuyorduk hiç konuşmadan, sadece gülden’in iç çekişlerini duyuyordum arada...Ne oldu diye de sormuyordum artık.Yavaşça doğruldu yatakta..Gözlerini ve burnunu sildi,konuşmak için sözcükleri seçiyordu adeta..
‘’Ben yolumu şaşırdım,bulamıyorum, kaybettim’’dedi.
Gülden lise mezunuydu, zeki ve olgun bir kadındı.Bu sözleri doğrusu beni çok şaşırtmıştı.İnsan en çok çok akıllı bulduğu kişilerin çaresizliğinde şaşırır sanırım,hatta o çaresizliği kendi içinde de duyumsar..O an ben de o ruh haline bürünmüştüm bir anda.
‘’Neden gülden, niye öyle hissediyorsun?’’ diye sordum..
‘’Aslında nedeni yok, neden olmaması asıl sorun zaten, her şey o kadar olağan ki…Her şey olması gerektiği gibi akıyor,günlerin ne kadar hızlı geçtiğini fark etmiyor musun? (Sabahleyin tam tersini düşünmüştüm ama hiçbir şey söylemedim ona)Ama bizim dışımızda bizim isteğimiz belirlemiyor bu akışı...Hiçbir oluşumda hükmümüz yok. Neyi belirleyebiliyoruz ki bu hayatta…İnançlarımız ,düşüncelerimiz ,duygularımız, doğrularımız…Hangisi tamamen sana ait bunu düşündün mü, neyin kararını verebiliyorsun gönlünce, ne kadar özgürsün?’’
Hiçbir şey anlayamamıştım doğrusu..Kendine gelemediği için saçmaladığını da düşünüyor olabilirdim.Bir insan, girdabın derinliğinde boğulmasa bayılmaz ki…
‘’Ama Gülden,bu hissettiklerini çoğu insan hissediyor zaten, bunun için kendini bu kadar üzmen doğru mu’’
Başını iki yana sallayarak konuşmasına devam etti..
‘’Sorun şu ki ben ait olmadığım bir hayatın parçasıyım, ‘’uyum’’ isteniyor ve bekleniyor benden her şeye dair…Oysa ben uyum gösterdiğimde her gün güneşin doğduğuna tanıklık ederek hayata karşı yenilgimi yeniden hissediyorum…Her şey beni kategorize etmeye çalışıyor, eşim, çocuğum, ev, toplum her şey…Dürüst olmak, vazgeçmeyi zorunlu kılıyor bana ; uyum ise yenilgiyi…’’ Oysa vazgeçmek…O kadar yakın ki bazen…’’
İkimiz sustuk..
Elini tutuyordum hala, yavaşça bıraktım, odadan dışarı çıktım, incir yapraklarında serptiğim suyun eseri kalmamış, sokak yolunda araç geçerken tozlar yükselmeye başlamış yeniden…
Gülden’i düşündüm, o içerde.. koltukta uzanıyordu.Kafam karmakarışık olmuştu.Gülden belki de haklıydı.
O an kitapta bir gün önce altını çizdiğim cümle döküldü ağzımdan:
‘’Çünkü hayat dediğin, kısacık bir andı.’’
YORUMLAR
Hayatın içinden bir dolu yaşanmışlık. Geçip gidiyor işte zaman birilerini içimizden eksilterek, çoğu zaman bizden de bir şeyler alıp götürerek... Dik durmaya çalışmak, yıkılsak da yine de metanetimizi yitirmemek anlamlı olacaktır... Kimi zaman bedel öder insanoğlu kimi zaman da bazı şeylerin bedeli yoktur, anne sevgisinin evlat sevgisinin mesela, vatan sevgisinin... Allah hepimizin yar ve yardımcısı olsun şu mübarek günlerde... Kutluyorum güzel yazınızı...