sonra.../ yalnızca bir hatırlayıştı yol dedikleri...
O, gitti…
‘’Bu kapıdan çıkarsan bir daha sakın dönme!’’ diye bağırıyordu ardından öfkeli adam.
Dönüp arkasına bakma gereği bile duymadan sessizce yürümeye devam etti Hazal.
Bir yazarın dediği gibi:
"Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz...
Konuşanların sırrı yoktur."
Hazal, tam çıkarken duyduğu sözün yıkıcılığının etkisindeydi. Gelen ilk dolmuşa soluk soluğa atladı,
o öfkeli ses hala kulağındaydı.
Dolmuştakilerin kendisine tuhaf bakışlarına hiç aldırmadan boş bulduğu koltuğa adeta yığıldı.
O çok korktuğu veda faslı bitmişti işte, tuhaf bir hisle düşündü bunu, ve ‘bitti’ dedi sadece kendisinin duyacağı bir sesle..
Nasıl da sandığından daha az zor olmuştu, uzun yıkıcı bakış ve o sözler..
ve işte son..
Ama zaten hep öyle olmaz mıydı… Yapmayı planladığı, o an kendisine zor gelen bir durumu yaşarken daha katlanılır ve daha az yıkıcı bulmaz mıydı hep.
Derin bir soluk aldı; ama bu soluk bile içindeki ağırlığı bütünüyle yok edemedi. Kaşları çatık, öyle bir gerginlik belirmişti ki yüzünde… o an yüzünü gören savaştan çıktığını düşünür ve ona çok kötü görünüyorsun demeye bile cesaret edemezdi.. Kaskatı kesilmiş ruhunu iyi hissettirecek bir arayışa bile gereksinim duymuyordu şimdi, belki bunun gücünü bulamıyordu kendinde. Normal zamanda olsa pencereden dışarıyı izler, belki hayal kurar. Oysa şimdi… öyle bir dünyanın içinde hissediyordu ki kendini…Hiçbir güç hiçbir ses içindeki yangını yok edemezdi….bir zamanlar heyecanla okuduğu Nietzche’nin
‘’Kendini yakmak istemelisin kendi ateşinde. Yoksa nasıl yeniden doğmak isteyebilirsin ki önce kül olmadan’’ sözlerini anımsadı..O an ilk defa anlamsız bir tebessüm belirdi yüzünde. Gerginliğinden sıyrılmaya çalışarak olanlara dair düşünmeye çalıştı..
Kül olmanın sınırı ne acaba?
Kül olmak sonsuz yitirişlerde ve mutsuzlukla yeniden doğmak…
Yeniden doğmak düşüncesinin ürkütücülüğünü iliklerine kadar hissetti…Yeniden…Yeniden nasıl başlanabilir ki, bu nasıl mümkün olabilirdi ki?
Dönmeyeceğim bir daha oraya diyordu içinden ısrarla ve inatla...Oysa İstanbul’dan dönüşünde nereye gideceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Annesinden ve yakın arkadaşından toparladığı bir miktar parayla İstanbul’daki işlerini halledip geri dönecek...Ama sonra...Sonra ‘dan sonrası sessizlik…Bilinemezlik…Sonrası karanlık…
Hem farklı bir yerde ne kadar yaşayabilirdi ki.. Belki bir iş bulursa…ama sınavlara çalışması da gerekiyordu bir işte çalışırsa ders çalışmaya imkan olmayacaktı..
Etrafına baktı.Şimdi düşünmemeliydi bunları.
Bitti işte! dedi içinden.
‘’…Bir daha sakın dönme!’’ sözü tüm acımasızlığıyla kulaklarında çınlıyordu hala,
niye öyle olur ki…niye bir ‘an’ın hissettirdikleri o an’ın görüntüleri insan unutmaya çalıştıkça inatla takılı kalır zihninde, orada durur öylece…o ‘an’ sözcüklere karışır, geceleri rüyaya girer, konuşurken dil sürçmesi olur, gözyaşı olur belki ama bırakmaz insanın yakasını..
Otogara yakın bir yerde dolmuştan indi, biletini almamıştı henüz, sessiz adımlarla yazıhaneye doğru yürüdü, hem çok acelesi olanların telaşı vardı üzerinde hem de hiçbir bekleyeni olmayanlara özgü bir durgunluk…Hangisini daha çok hissettiğinin kendisi bile farkına varamıyordu.
Biletini aldığında otobüs hareket etmek üzereydi, hızla otobüsün kapısına yöneldi. Bilette belirtilen sırayı buldu, orta yaşlarda kitap okuyan kadına selam vererek yanına oturdu. O an sadece limon kolonyasının otobüste yayılan kokusunu hissediyordu. Başını koltuğa yaslayıp uyumak istedi, düşünceler onu engellemezse saatlerce uyumak istiyordu. olmadı, başaramadı…Çantasından kitabını çıkarıp okumaya başladı.
‘’İçinde yaşamana izin verilen dünyanın, bütün dünyanın ancak yarısını oluşturduğunu biliyordun, ama yine de ikinci yarısını hasır altı etmeye çalıştın. Başarabileceğin bir şey değildir bu! Bir kez düşünmeye başlamış kimse, böyle bir şeyin üstesinden gelemez."
Bilinçsiz bir sürüklenişle yol alırken neyi başarabilir ki insan hayatında?
Hem neye ve kime göre başarı?
Bazen içimizde ya da dışımızdaki gerçekliğe ne kadar hakim olabiliriz ki hem ‘unuttuğumuz!’,’ yok saydığımız’,
Görmezden geldiğimiz her şey yine bizi bulmayacak mıydı bir gün?
Mutsuzluk insana en çok ne zaman uzak?
İnsan, insana?
İnsan…kendine?
Özgürlük, mutluluk, iyilik ve inançla ilgili tüm sorgulamalar hayatın içinde nereye ulaştırıyordu insanı?
Tüm bu düşünceler alt üst ediyordu benliğini…çıkmaz da sayılmazdı bu…Belki arayış…Bir çıkış yolu vardı soluk almayı anlamlaştıran… İçinde sevgiye dair olan her şey değerliydi hala,ve sevgi…sevdikleri… sevgi tüm güzelliklerle bütünleştiriyordu o’nu.
Düşleri var eden de çoğaltan da yalnızca sevgiydi.
Sevgisizlik hissi ise en koyu karanlık, puslu, kötücül yalnızlığıydı.
Pencereden dışarıya baktı bir an…
Yolların kendine has bir dili var diye düşündü Hazal, öyle bir dil ki…her insanın kendini bulduğu …Öyle bir alaşım ki bu, sözleşmiş gibi art arda sıralanır insanın içine gömülü her şey…Görünmeyen…Boşluklara bırakılan yalnızca yaşanmışlıklardır…oysa yollar bakar insanın içine…Yollar bakar insanın gözlerine…Görür tüm derinlikleri…Yolculuklarında kim saklayabilir ki kendini o dağlardan, denizlerden ve camlardaki parıltılı düşlerinden..
Birden yanında oturan orta yaşlı kadının tebessümüyle karşılaştı, Hazal da gülümsedi…Elindeki kitabın kapak resmini incelemeye başladı, yanında oturan kadın da aynı yere kilitlenmiş gibi sabit bakışlarla bakıyordu. Aynı yere bakan bambaşka iki dünya…Dışımızda olan her şey hep farklı da biz mi hep aynı olarak algılıyorduk yaşamı diye düşündü Hazal?
‘’Türkiye’yi çok özlemişim’’ dedi Hazal’ın yanında oturan kadın…derin derin içini çekip zoraki gülümseyerek…
’Özlemek’ düne, yarına ve tüm geleceğe dair bir reddedişti oysa Hazal için...Bir hayatın en dışındayken özlem duygusu gibi insancıl bir his ona ne kadar uzaktı şimdi..
Sadece ‘ne güzel’ diyebildi yanında oturan kadına..
‘’Uzun zamandır yurt dışında yaşıyorum, eşimden ayrıldığımdan beri…Oğlumun mezuniyet töreni ve ailemi ziyaret için geldim İstanbul’a; ama ne ilginç yıllar önce bıraktığım gibi değil bu şehir, galiba bizim gibi değişiyor şehirler de…Değişiyor değişmesine de anıları sır gibi saklıyor döndüğümüzde bize sunmak için…Bu yüzden sevmiyorum şehrin girişlerini, hissettiğin özlem duygusunu daha ilk dakikadan yerle bir ediyor fütursuzca…Galiba herkes hikayesini bir de terk ettiği şehirden dinliyor bir gün...Döndüğün şehir buna zorluyor seni.
Kulağına fısıldıyor…Dinlemek istemezsen de kaçamazsın bir yere …Çaresiz dinlersin… orada durmuştur sırların, itirafların…daha şehre girer girmez o eski benliğin de bekliyordur seni, itiraflarının yanı başında.
Uzak şehirlerin işi buymuş gibi…Sonra seyreder durur insanın yaralarını sarışını,
Ben hep bunu derim: acı çekmenin ve yalnızlığın en iyi tanıklarıdır terk edilen şehirler…
Tıpkı insanlar gibi…
anlıyor musun?’’
Hazal, hiç cevap vermedi,
Pencereden dışarıya baktı..uzun uzun seyretti güneşin yol kenarında sıralanmış ağaçlara düşen parıltısını..
YORUMLAR
Yol, hikâyelerin başlangıcı ve mutlak sonlandığı yerdir.
Hazal'ı getirdim gözümün önüne. Hangimiz o a'nı yaşamadık ki? Sanırım çok azımız. Öfkemiz, hüznümüz sevdamız mutlak sığmıştır kalbimizle beraber bir bavula, bir çantaya, bir bilmem neye.
Sonra alışirsın Hazal dedim. Mutlak alışırsın. Çunki hayatın ölmeden önce insana sunduğu en acı şerbet alışmak oluyor.
İçiyorsun...içiyorsun...hep içiyorsun.
Güzellikle Hena. Sevgi ve hoşlukla.