- 487 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sen de yaşamaktan korkuyor musun?
“Bazı hastalar acı ilaçlara tahammül gösteremeyip hastalık çekmeye devam ederler. Bazıları da kalbin tedavisindeki zorluğu düşünerek hastalıklı yaşamayı tercih eder. Bazen de kişi ilacın acılığına katlanmak istese de kalbini tedavi ettirecek ehil doktor bulamaz. Çünkü bu hastalığın doktoru âlimlerdir. Oysa artık kalp hastalığı onları da sarmış durumda. Kendisi hasta olan doktorun yazdığı reçeteye pek iltifat edilmez. Bunun için günümüzde hastalık müzminleşti, dert ağırlaştı ve bu ilim ortadan kalktı. Öyle kalktı ki kalbin tedavisi ve hatta hastalığı bile tamamen inkar edildi.” (İmam Gazalî (k.s.), İhyau Ulumi’d-Din, 3/63)
Fabio Volo’nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum’unda geçen bir diyalog vardı. Doktor bir yerde esas oğlanımız Francesco’ya diyordu ki: “Sen ölmekten değil yaşamaktan korkuyorsun.” Neden mi böyle söylüyordu? Çünkü Francesco sürekli ‘ölüm fikriyle’ uyanıyordu sabahları. Yalnız kaldığında duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Sesler, en küçükleri bile, kulaklarını boğacak bir çınlama gibiydi yalnızken. Meşgul ediyordu kendini ’kendi dışındaki herşeyle’ karanlıktan kaçmak için. Hayat düşmesi hiç bitmeyen bir boşluktu ona göre. Boşluktan kaçabilmenin tek yoluysa bir şekilde boşluğun varlığını unutmaktı. Bunu da ’hareketin sarhoşluğu’ ile başarıyordu:
“Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum; korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela. Çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum.”
Fakat Francesco doktorun bu söylediğine önceleri bir anlam veremedi. Nasıl ’yaşamaktan korkuyor’ olabilirdi? Hayatta tatmadığı şey, lezzet, tecrübe kalmamıştı. Uyuşturucu, içki, sigara. Her cinsten sefih eğlence, çılgın anı, türlü türlü delilikler, yığın yığın haz. Bunlardan onun kadar nasiplenmiş, tabir-i diğerle, hayattan onun kadar kâm almış ikinci bir kişi gösterebilmek mümkün müydü? Peki bu doktor nasıl olup da onun ’yaşamaktan korktuğunu’ söyleyebilirdi? Neye dayanarak?
Dayanamadı. Böyle demekle neyi kastettiğini sordu ikinci bir ziyaretinde. Doktor da ona yaşamaktan kaçtığı/korktuğu birçok şey olduğunu söyledi. Francesco itiraz etti. Mümkün değildi böyle birşey. Doktor anlattı. Francesco sigara içmeyen bir insanın dünyayı nasıl algıladığını bilmiyordu. Uyuşturucu alınmadığında hayatın nasıl birşey olduğunun farkında değildi. Alkolsüz bir beynin nasıl bir uyanıklık içinde olacağını unutmuştu. Doktorun iddiası şuydu ki: Francesco’nun yaşamak sandığı tüm sefihlikler aslında ’asıl hayatı yaşamaktan duyduğu korku’dandı. Yaşamaktan korktuğu için bunların arkasına sığınıyordu Francesco.
Roman, Francesco’nun kendi içinde yaşadığı böylesi sorgulamalar eşliğinde sürüp gidiyor. Fakat en nihayet doktoruna hak veriyor Francesco. Ve tüm kötü alışkanlıklarını bir kenara bırakıyor. Ondan sonraki halet-i ruhiyesini anlattığı bölüm çok güzeldi ama kitap elimde mevcut olmadığı için doğrudan aktaramıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla tarif edeyim:
Kendisi gibi olanların ve fıtratlarını koruyanların aynı dünyada iki ayrı boyut, iki ayrı hayat, yani bir tür ’paralel evrenlerde’ yaşadıklarını farkediyor Francesco en nihayetinde. Yani, ne aynı şekilde hissediyorlar, ne aynı şekilde algılıyorlar, ne de aynı şekilde görüyorlar dünyayı. Bir sigara örneği veriyor orada mesela. Bıraktığında koku farkındalığının şaşırtıcı bir şekilde arttığını belirtiyor. Daha önce tatmadığı şekilde tadıyor tüm lokmaları. Çiçeklerin varlığını daha bir hissediyor. Kötü alışkanlıklarını terk etmek onu asıl hayatın içinde bambaşka bir boyuta taşımış. Hem itiraf ediyor:
“Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu.”
Farkında olmak hayata tutunmanın en güzel yolu. Francesco üzerinden Fabio Volo bize bunu öğütlüyor. Tabii buraya kadar aktardıklarım beni ister istemez ’takva’yı da konuşmaya zorluyor. Takva nedir? Takva bir bedel midir sadece Allah’ın rızası için ödettiği? Bence takvayı böyle algılarsak yanlış algılarız. Yük gibi taşırız takvayı. Takva, hâşâ, Allah’ın ihtiyaç duyduğu birşey değildir. Bizim ihtiyacımızdır. Canımıza da iyi gelendir. Bize ikramdır. Takva ve ibadetle kurduğumuz ilişki, onların Allah’a bağışımızmış gibi algılanmasıyla başlıyorsa, bu ilişki sakattır. Bediüzzaman pekçok metninde bu nazar sorununu düzeltmeye çalışır:
“Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: ’Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?’ Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.”
Allah, ne ibadeti, ne de takvayı bizi birşeylerden mahrum etmek için emrediyor. Daha fazlası oradayken razı olunmuş bir ’bu kadarcık’ değil takva. Ya? Aslında takva bizi hayat içinde asl-ı hayata davet ediyor. Almıyor da aksine ikram ediyor. Ne demek asl-ı hayat? el-Cevab: Daha üst bir farkındalık. Daha uyanık bir yaşam. Daha asil ve şiddetli bir hissediş. Bunlara davet ediliyoruz aslında takvayla. Yani ’hayatı daha kaliteli yaşamak’tır takva. Biz takvaya uygun hareket ettikçe Allah’ın o uyum içinde sakladığı güzelliklerle tanışıyoruz.
Hayatı hazlardan ibaret görenler çılgınlığın ’yaşamak’ olduğunu sanıyorlar. Bizim buna karşı iddiamız şu: Hayır, hayatı yaşamak haz değil, hissediş meselesidir. Ve ehl-i takva, kaçındığı herbir günahla, aslında daha üstdüzey bir hissedişe talip olur. Birçok örnek verebilirim buna. Fakat sırf oruç hakkında konuşmak bile yeter. Oruç bize ne yapıyor? Nasıl yeni farkındalıklar kazandırıyor? Açken tokken uyanamadığımız nelere uyanıyoruz? Ramazan Risalesi’ni bu gözle yeniden bir okuyalım lütfen.
Zaten hayat dediğimiz de bir ’farkedişler süreci’ değil mi? Biz birşeyin canlı olduğunu nasıl anlıyoruz en temelde? Çılgınlık yapmasından mı? Yok. Ondan değil. Ya? Farketmesinden değil mi? Daha canlı olan da ’daha çok farkeden’ değil mi? Peki ’çılgınlık yapmak’ ne ara yaşamanın ölçüsü oluverdi? İnsan hayvandan, hayvan bitkiden, bitki taştan çılgınlığıyla değil, farkındalığıyla üstün. O halde hayatı daha dolu yaşamak için talip olunması gereken şey de uyuşmak değil daha çok uyanmak! Daha çok farketmek!
Ve takva, bu pencereden bakılınca, gafletten koruyuculuğu ile ’bizi mahrum etme’ aracı değil, ’daha fazlasıyla muhatap kılmanın’ aracı. Yeni farkedişlerin aracı. Yeniden hissedişlerin aracı. Oruç tutmamışların anlayamadığı bir dünyaya sahip oluyor oruç tutan. Göğsü yarılıp genişliyor yeniden. Namaz kılmayanların sezemeyeceği bir huzura eriyor namaz kılan. Eğilmeyi öğreniyor harbiden. Yani demem o ki: Şemsiye, seni yağmurdan mahrum etmek için değil, daha fazlasıyla muhatap etmek için var. Hasta olmadan yağmur altında yürüyesin diye var. Daha zengin bir evren keşfedesin diye var. İmam Mâlik rahmetullahi aleyhin bir sözüyle bitirelim bu yazıyı da: “Muhtaç olmadığı birşeyi satın alan kimse ihtiyaç duyduğu şeyi satmış olur.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.