- 440 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İSLÂM AHLÂKI PROTESTANLIK VE MODERNİZM
Max Weber, çığır açıcı kitabında kapitalizmin doğuş ve dönüşümlerini mümkün kılan zihinsel yapıların oluşumunda Protestanlığın temel belirleyici nitelik olduğunu iddia etmektedir. Söylemek gerekir ki kapitalizmin oluşumuna katkıda bulunduğunun tespit edilmesiyle birlikte sosyolojik ilgi alanına giren Protestanlık, gitgide bir dinsel mezhep olmaktan ziyade sosyolojik bir nesneye doğru ilginç bir seyir çizmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk yıllardan itibaren devletin din politikasında aranan durum, İslam’ın Hristiyanlığın Avrupa’daki misyonunu gerçekleştirecek bir versiyonu olma yolunda adımlar atılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti yerleştirdiği birçok yeni kurumunda olduğu gibi din konusunda da batıyı taklide dayalı bir politika gütmüştür.
1928’deki İsmail Hakkı Baltacıoğlu başkanlığındaki Darülfünun İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden müteşekkil bir heyetin hazırladığı dinde reform hareketlerinden köylerde halka dağıtılan dini görevler cümlesine hatta bizatihi laikliğin Türk toplumuna uygun resmedilmesine kadar ki tüm dini uygulamalarda bir Hristiyanlık anlayışı vardı. Kaldı ki bu Hristiyanlığın Protestan’ca bir uygulama olup olmaması o kadar önemli değildi. Çünkü istenilen özellikte bir dini öğrenmek açısından dinin Avrupalı olması, hayata karışmaması politik ve toplumsal gelişmelere meşrulaştırıcı uyumlu bir rol takınarak ayakta durması yetiyordu. Böylesi bir dini, hayattan topyekûn kaldırabilmek açısından özellikle Türkiye’de gerekli ve elverişli bir araç olarak görülüyordu. Oysa dini politikalarda gerek Hristiyanlık arayışı diye nitelendirilebilecek 1933’e (İlahiyat Fakültesinin kaplatıldığı yıl) kadar ki dönemde gerekse sonraları dini kurumlaşmanın her çeşidinin tasfiye edildiği dönemde belirgin olan yöneliş dinin etkisini toplumsal hayattan tamamen yok etmek olmuştur.
Protestanlık kapitalizmi bireyselliği ön planda tutmuştur. Bireysellik dinsel anlamıyla her insanın Allah katında tek başına ve sadece kendisini ilgilendiren konularda muaheze edileceğini, dolayısıyla başkasının sorumluluk ve yükümlülük alanıyla hiçbir bağlılığının olmadığını öngören bir tavır sayılabilir. Protestanlık kapitalizme hatta daha üst belirlenim konumunda modernizme götüren süreçteki katkılarıyla, aynı zamanda kendi ölüm fermanını da imzalamış oluyordu. Çünkü rasyonelleştirilen ve büyüsü bozulan bir dünyada Protestanlık da diğer dinlerin kortejindeki yerini almaktan kurtulamayacaktır.
Müslümanlar arasında gelişen ve Kur’an-ı Kerim’i bireyin tek başına muhatap olduğu bir düzlemde temel almanın sonuçta Protestanlığın inanç sistemine benzer sonuçlara mahkûm olduğu söylenebilir. Bu sistemde insanın ilk etapta bireyselliğe, oradan da sekülerizme ve modernizme kapılarını ardına kadar açacağı ima edilir. Dolayısıyla insanların Kur’an’a ve eleştirel tutuma belli bir mesafede durmaları üzerinde durulur.
Falih Rıfkı Atay şöyle demektedir:
“Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı bir peygambere verdiği şeraiti ikinci bir peygamberde değiştirmektedir. Hatta Kur’an’ın bir ayetindeki emri başka bir ayet kaldırarak toplumdan soyutlanmıştır.” Kemalizm ibadetler dışındaki sosyal hayatı düzenleyici bütün ayet hükümlerini kaldırmaya çalışmış ya da hükümsüz bırakmaya çalışmıştır. Bu çerçevedeki laiklik her şeyden önce mevcut İslam dinin reforma tabi tutma, bazı hükümlerini yok sayma, sistemle veya resmi ideolojiyle uyuşan hükümlerinin de devlet kontrolünde tutulması ve bir İslam yaratma çabası şeklinde değerlendirilebilir. Arapça kamet getirmek, ezan okumak yasaklanmış aksi hareket edenlere üç aya kadar hapis cezası getirilmiş, bu kanuna uymayanlara da bu cezalar uygulanmıştır.
1950 seçimlerinde iktidarın Demokrat Partiye geçmesi üzerine siyasal bir kararla ezanın aslına dönerek asıl şekliyle okunması mümkün olabilmiştir. Ezanın Arapça okunmasına razı olmayanlar, bunu Atatürk ilkelerine ve laikliğe aykırı bulmuşalar ve bu alanda verilmiş bir taviz olarak değerlendirmişlerdir. 1960 askeri ihtilalinden sonra toplanan IX. Türk Dil Kongresi coşkun alkışlar arasında Diyanet İşleri Başkanlığında ezanın yeniden Türkçe okunmasını istemesine karar verdiyse de Milli Birlik Komitesi bu talebi uygun bulmamış ve bunu yerine getirmemiştir.
Ezana benzer şekilde Kur’an ve Hadislerin Türkçe okunması da kararlaştırılmıştır. 1927 yılında bu durum Diyanet İşleri Reisliği tarafından teşkilata duyurulmuştur. Ne var ki buna kimse uymamış ve yönetimde bunun üzerine gitmemiştir. Türkçe ezana yurdun çeşitli yerlerinde duyulan tepkilere karşı, sistem çok sert karşılık vermiş, Türkçe ezanın direnişle karşılandığı Bursa’da; halk gerici, yobaz, cahil ve mürteci olarak nitelendirilmiştir. 1935-1948 arasındaki dönemde Türkiye’de laiklik adına okullarda din derslerine yer verilmemiş, bir yandan da genç neslin din eğitimi ve din bilgisi alması engellenmiştir. Laikliğin savunucusu ve uygulayıcısı olduğunu iddia eden CHP 2 Aralık 1947 tarihinde Ankara’da toplanan VII. Kongresinde izlenen laiklik politikasını tartışmaya açmak mecburiyetinde kalmıştır.
Tek parti döneminde izlenmiş olan genel din politikası ve laiklik konusunda yeni düzenlemelere devam eden Demokrat Parti, bu düzenlemeyi takiben radyoda ilk defa dinsel programların yapılması ve yayınlanmasının imkânı sağlamış (1950), CHP’nin ihtiyaç duyulan din görevlileri yetiştirmek için açmış olduğu İmam Hatip kurslarını İmam Hatip Okullarına dönüştürerek kurumsallaştırmıştır. Ta başından beri uygulanan dinin genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kamu kurumu ile denetlenmesi politikasını 1961 anayasasında benimsemiştir.
Mümtaz Soysal’a göre; “Atatürk’ün izlemiş olduğu laiklik politikasının temel amacı dini kişilerin iç dünyasından dışarıya taşımayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplumsal görevlerden sıyırıp vicdanlara itmektir.” Din politikasıyla ilgi yeni bazı ilavelerde de bulunulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasın 136. Maddesinde laiklikle ilgili: “Din ve Ahlâk eğitimi devletin gözetimini altında yapılır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, İlk ve Orta Öğretimde okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” İbaresi mevcuttur. Türkiye’de laikliği yanlış yorumlamaları ve uygulamaları toplumu bölmüş ve gereksiz şekilde Laik-Müslüman ikilemine yol açmıştır. Türk toplumu da islâmizasyona tabi tutulmuş ve bunu gerçekleştirmek için de toplum; tarihsizleştirilmeye, dilsizleştirilmeye ve dinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.
Türkiye’de laikliğin temel amacı resmi ideoloji tarafından zaman zaman bir slogan olarak tekrar edilmekte olan “Din ve Vicdan Hürriyeti”nin sağlanması, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, temel amaç değil esas itibarıyla temel amaç İslam dinin reforma tabi tutulmasıdır. Onun toplumsal ve siyasal niteliklerinin unutturulup dinin sadece kişilerin vicdanlarda yaşayan ama toplumsal hayata hiçbir zaman yansımayan, davranışları etkilemeyen bir kurum haline dönüştürülmesidir. Aslında bu tür amaçlar ve bu çerçevedeki gayretlerin bir bakıma Hristiyanlaştırılmış bir İslamiyet yaratma olduğu söylenebilir.
Türk laiklik sistemi, toplumun bilhassa kırsal kesimi ve taşra toplulukları zaman zaman benimsememiştir. Müslüman toplumların temel klasik dilleri olan Türkçe, Arapça ve Farsça’da laikliği karşılayacak hiçbir kelime yoktur. Bir toplumda herhangi bir siyasal yönetsellikle kurumsallaşıp benimsenmeyen ilkeler ve bu konudaki tartışmalar hâlâ devam etmekteyse bu ilkelerin toplumsal yapı tarafından benimsemediği bir bakıma bünyenin bunu kabul etmediği söylenebilir. Bunun örneği sadece Türkiye’de değil, mesela Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ve diğer İslam ülkelerindeki uygulamaları da dikkate aldığında bu anlayışın Müslüman toplumlarda demokrasi çerçevesinde uygulanabilir bir kurum ve ilke olmadığı görülecektir.
İnsanların en tabi hakları olan inandıkları gibi yaşama siyasal, yönetsel sistemin toplumsal yapıya uygun olarak şekillenmesi sadece bu ilke gerekçesiyle göz ardı edilmektedir. Bu meyanda talepleri olanlarsa şeriat istemek, aşırı dinci olmak, devlet düzenini dine dayandırmak gibi suçlamalarla yaftalanarak hakaretlere uğramaya, toplumdan dışlanmaya ve zindanlarda hayatlarını sürdürmeye mahkûm edilmektedirler.
İslam ülkelerindeki laiklik uygulamaları ve pratikler dikkate alındığında zulme ve baskıya, toplumun dinden uzaklaştırılmasına, dinin devlet eliyle reform edilmesine, devletin kontrolü ve vesayeti altında tutulmasına, ayrıca dinin evrenselliğinin ortadan kaldırılarak ulusallaştırılmasına ve dini politikaların üretilmesine zemin hazırlamış olduğu görülecektir.
1993/Konya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.