1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
858
Okunma

"Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye’de, hanımların giyim kuşamına, başörtüsüne özel yaşamlarında hiç kimse karışmıyor. Ancak burası hiç kimsenin özel yaşam mekanı değildir. Burası devletin en yüce kurumudur. Burada görev yapanlar devletin kurallarına, geleneklerine uymak zorundadırlar. Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!"
02 Mayıs 1999, bir takvim yaprağını fersah fersah aşan günlerden biri. Bir meclis oturumunda sarf edilen üstteki cümlelerde kulaklarımızda yankılanan sesin tınısı, frekansı ülkemiz toplumsallığını derinden etkilemiş bulunmaktadır.
Kanımca, bugün kimi çevrelerde vurgulanan eski Türkiye/yeni Türkiye parantezinden yansıyan radikalizmin nirengi noktası 2002 03 Kasım seçimleri ve neticesinde ortaya çıkan hükûmet değişiminden ziyade bu 1999 tarihli hadise olmaktadır. Kuşkusuz her olayın, değişimin, dönüşümün arkaplanında muhtelif etkenler bizleri bekleyebilir. Ne ki, sosyal psikoloji üzerinde travmatik sonuçları olan, olduğunu gözlediğim bir olay meydana gelmektedir o gün.
Eski Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit meclis kürsüsünden haykırmakta ve sözleri TBMM koridorlarında çınçın çınlamaktadır. Abartılı gelmesin sözlerim. Yeni nesil üzerinde meydana gelen psikolojik etkileşimi de göz ardı etmemek gerekir açıkçası.
Hiç şüphesiz yaşanan, 28 Şubat sürecinin bir parçası olduğu gibi; evveliyat vurgusuyla rejim kaygısı üzerinden de okunabilecek niteliktedir.
Gerçektende, ülkemizde türban konusu etrafındaki tartışmalar 28 Şubat süreciyle peyda olmuş değildir. Atatürk, laiklik, kamusal alan gibi kavramlar üzerinden devamlı bir engellemeye maruz kalan, özgürlük kapsamında bir türlü aşılamayan konu olsa olsa o gün en sert biçimde patlamaktadır. Bir bakıma bir şehrin kenarında yıllar hatta nesiller boyu birikmiş çöp yığınlarının biriktirdiği gaz yoğunluğunun sıkışma neticesinde bomba gibi patlamasıdır yaşanan. Dolayısıyla, tek başına bir hadiseye muhakkak bir yükseklik tanımakta bizleri fena halde yanıltacaktır.
Açıktır ki, 1980’ler ve 90’lar boyunca en yoğun tecrübenin üniversite alanlarında başörtülü derse girebilmek/girememek noktasında yaşandığı bir problemden söz ediyoruz. Bu öyle bir dönemdir ki, baş örtülü ya da türbanlı dersleri izlemek kabul görmezken beraberinde binbir dereden su getirilmektedir. Kimi zaman kırsaldaki köylü hanım teyzede örtünüyor bir şey diyen mi var denirken; bazende benim haminnemde örtünürdü, en samimisinden hemde denirdi. Ya da türbanın Fransızca kökenli bir terim olduğu vurgulanmak suretiyle Fransız kadınlarının zevkli giyim tarzlarına atıfta bulunulurdu. Ne çare ki, bu modern başlığın niçin ve hangi manada genç kızlarımıza layık görülmediği hususu ise tam bir muamma olarak görünmektedir o dem. İnsanda, yalnızca ünlü romancı Simone De Beauvoir’e yakıştığı sanısı uyanırdı türbanın.
Konunun özünün ise ilericilik/gericilik tasavvuruna boğulsada bir özgürleşmek/özgürleşememek meselesi olduğu söylenebilir. İçeride otoriter laiklik anlayışı etrafında kendi yaşam alanını kutsayan elitist tabaka 1980 sonrası giderek artan biçimde İran İslam Devrimi ve Humeynicilik endişesini topluma ve siyasete pompalamaktadır. Oysa gerçeklik ideoloji/psikoloji ekseninde sarmallanmaktadır. Demem o ki, ideolojiyle şartlandıkça korku toplumu kendini büyütmektedir. Meşhur sosyal bilimci Erich Fromm’un vurguladığı hürriyet korkusu/özgürlükten kaçış sendromu siyasal/toplumsal yapılanmayı sarıp sarmalamaktadır.
Beraberinde ise ülke sorunlarının çözümüne giden süreçleri tıkamakta, işlemez hale getirmektedir.
Şu kadar ki, 02 Mayıs 1999 günü parlamentoda yaşananları Ecevit açısından alırsak bir üslup krizi olarak okumak yerinde olur kanaatimce. Meğer ki, anayasal yapı henüz kamusal alan parantezinde meclis oturumlarına türbanlı katılıma müsait olmasın. Hatta ola ki, 28 Şubat sürecinin devam etmekte olması ve askerin müdahale eğilimine karşı konulan bir baraj üzerinden okuyalım. Ne çare ki, netice değişmeyecektir.
Sözün özüne de aykırı olarak negatif yüklemeyi alabildiğine katlayan ifade en sondaki “Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!" nidasında saklı değil mi acaba? Ünlü siyaset adamımız o gün sergilediği hırçın üslupla, tavırla o güne kadar tüm siyasi yaşamı boyunca biriktirdiği duruş ve hakkında uyandırdığı izlenimlerle tamamen ters yönde bir durumsallık oluşturmuyor mu? Adeta bütün siyasi mirasına ve misyonuna nokta koyarcasına.
Ne var ki, tüm bu söylediklerimizi bir an için kenara koymak suretiyle madalyonun diğer yüzüne değinmekte imkânsız olmasa gerek.
Bilindiği üzere Bülent Ecevit’in parlamentoda çıkış yaptığı Merve Kavakçı, Fazilet Partisi milletvekili olarak salona gelmektedir.
Burada, konuyla ilgili olarak okuduğum bir yazıda rahmetli Erbakan hocanın Kavakçı ile ilgili olarak sonradan edindiği bazı bilgiler dahilinde farklı bir izlenime sahip olduğu üzerinde durulmakta.
Gazeteci yazar Fehmi Çalmuk tarafından kaleme alınan “Aklıma, vicdanıma, imanıma mukayyet ol Allah’ım…!” başlıklı yazıda:
“Erbakan RP’nin kapatılmasındaki başörtü/ türban gerekçesinin intikamını Fazilet’in kurulmasından sonraki ilk seçimde aldı. Merve Kavakçı’yı milletvekili adayı olarak önermişti. Türk siyasi sisteminde ilk kez bir kadın, başörtüsüyle/türbanıyla milletvekilliğine aday gösterilmişti.” Denilirken devamı bir pasajda ise:
“Kendisi siyasi yasaklı olmasına rağmen başörtülü bir milletvekilinin TBMM’ye girmesi Erbakan için 40 yıllık maratonun en önemli sonuçlarından biri olacaktı. Ancak seçim maratonun başladığı günlerde kendisine Çankaya Köşkü’nden özel bir ulakla gönderilen zarf Erbakan’ın en hassas olduğu “Millilik” konusunda can evinden vurdu. Gelen bilgi notunda Merve Kavakçı’nın 2 Mayıs 1992 tarihinde Green Card’a hak kazandığı, 5 Mart 1999 tarihinde ise yemin ederek ABD vatandaşlığına geçtiği belirtiliyordu. Seçimden 45 gün önce yemin edilmiş, Milli Görüş hareketinin yeminli düşmanı ABD’nin vatandaşı olunmuştu.”
Bunun üzerine hoca, milletvekillerine konuyla ilgili temkinlilik uyarısı yapmaktadır. Devamında ise Recai Kutan, Kavakçı’ya “bugün yemin etmeyeceksiniz. Durumlar yatışır daha sonra yemin edersin” demektedir.
Yine dönemin Fazilet Partisi genel başkan yardımcısı Abdullah Gül’de Kavakçı’ya ilginç bir öneri getirir. Gül, Merve hanımdan başını MHP’li Nesrin Ünal gibi örtmesini istemektedir. Abdullah Gül Merve Kavakçı’ya, “Türbanını başının altından, başörtüsü gibi bağlasan olmaz mı?” demektedir açıkçası. Ne ki, Merve hanım bunu alışkanlıklarına ters bulduğu gerekçesiyle kabul etmeyecektir. Sonrası malum, meclis oturumuna Nazlı Ilıcak ile birlikte katılmaktadır.
Sonuç olarak Erbakan hocanında işkillendiği bir halde, hani Kavakçı’nın Fazilet Partisi içerisindeki konumu ihtimal tavsamak üzereyken rahmetli siyaset adamımızın bizdeki meşhur deyişle “pişmiş aşa su kattığı” anlaşılıyor.
Hani derim ki, Ecevit’in sert çıkış yerine daha ihtiyat hudutları içerisinde bir söylem geliştirmesi beklenirdi. Oysa, tersi gerçekleşmekte ve muhtemelen Amerikan patentli bir ajitasyonla karşı karşıya olduğumuz bir evrede katalizör vazifesi görmektedir.
-DEVAM EDECEK-
L.T.