- 644 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Ginkgo Biloba
Pencereden yansımamı görürken gözlerim sürekli ona takılıyordu. Gri şehrin, hadsiz baharlarından nemalanmış, kendimi de kalbimi de çok yormuştum ve artık biraz dinlenmek istiyordum. Fazlasıyla muhtaç hissettirmiştim kendimi başkalarına, fazlasıyla ait hissettiğimi zannetmiştim çoğunlukla. Elime kalemimi alıp istemsizce harfler karalayıp üstlerini çizerken buluyordum kendimi. Sonunu getiremediğim mutluluklarım gibi sonunu getiremediğim harflerim de oluyordu, herkes gibi.
Dışarıda çisil yağan yağmurun romantik yalnızlığından cesaret alarak kendimi dışarı attım. Yürüdüm, alabildiğine geniş adımlarla; çünkü benim adımlarım her zaman ürkekti. Ayaklarımı bir başkası yaşıyor, bedenimi başkası taşıyor, nefesimi de sanki benden habersiz bir başkası alıyor gibiydi. Gittim, sırtımı yasladım Ginkgo Biloba’ya…
“Merhaba, hoş geldin.”
“Hoş buldum Ginkgo Biloba”
“Bırak şu ecnebi dilleri canım, bana senin dilinde, senin kültüründe ne isem öyle hitap et.”
Gülümsedim, kulaklarımın arkasına ittim kısa saçlarımı ve güneş gözlüğümü gri şehirden saklanmak için mi taktığımı düşünerek gözlerimden çıkardım.
“Anlat bakalım, beni uzaktan seyrettiğini fark ettim. Yine, her şeyi, herkesi, hatta kendini bile uzaktan seyrettiğin gibi. Bu kadar yakınlaşmışken anlat bakalım benden istediğin nedir?”
“Çok faydan olduğunu duydum. Deva ırmaklarından yüzüp de hastalara kulaç atmış gibi bir sürü mucizevi yanın varmış, ben de bu yüzden medet umdum sanırım. Ne istediğimi bilmeden katık ettim kendimi yoluna.”
“Şuna bak hele, şuna! Bir insanoğlu bir bitkiden medet umsun, valla siz insanlar tuhafsınız, çok tuhaf… Elini açıp da etseydin ya duanı; benden ne umarsın?”
“Of ginkgo biloba! Sen de başlama şimdi. İnanç, dua, şükür, tevekkül, sabır sözlerine. Ben bunu insanlardan çok duyduğum için sana geldim zaten.”
“Bak bana yine ginkgo dedi (!)”
“Konumuz bu mu şimdi?”
“Peki, peki tamam…”
Gözlerimi kapattım. Kendimi ginkgo biloba’nın yerine koydum. Ben, o olsaydım ayıplar mıydım insanları? Sabırsız, şükürsüz, tevekkülsüz ve renklerinden yoksun hep siyah mı bulurdum ki?”
“Sustun. Adın neydi senin?”
“Boş ver. Bir kimliği olmayanın adını Ne yapacaksın ki?”
“O da doğru ya… sana önce şöyle bir kimlik kazandırmalı”
Sarsıldı, ya da kendini silkeledi, tam olarak çözemedim o anki hislerini. Yaslandığım gibi kalktım, ayakta durarak onu izlemeye koyuldum.
“Ginkgo…”
“Söyle”
“Sadece senin faydan mı var insanlara?”
“Nasıl yani?”
“Alzheimer; baş dönmesi, konsantrasyon eksikliğine çok iyi geliyormuşsun. Başka şeylerin de faydaları yok mu ki? Ben, ben izin vermediğim müddetçe bana faydası olan hiçbir şey görmedim.”
Gülümsedi.
“Bana geldin, izin verdin, başkasına gitmedin, izin vermedin. Yaradana gitmedin, umudu kestin. Doğru anladım mı?”
Başımı gökyüzüne dikip hızla yere değdirdim gözlerimi.
“Görmediğim bir şeye nasıl inanabilirim? Seni görüyorum, sen varsın ginkgo biloba, bak sana dokunuyorum. Seni tutuyorum, seni hissediyorum. Ama görmediğim bir şeye nasıl inanabilirim, onun bana fayda sağlayacağından nasıl emin olabilirim?”
“Ben nasıl buradayım peki, sen nasıl buradasın, biz nasıl Varız, kendiliğimizden mi?”
“Bu… çok karışık…”
Top oynamakta olan küçük çocuklar toplarını ginkgo biloba’ya attılar.
“Ah!”
“Canın acıdı mı ginkgo? Yavaş olsanıza o da bir canlı!”
“Abla, onun adı mabet ağacı ve ağaçların canı yanmaz.”
“Sen öyle san ufaklık. Yaktın canını işte, fark etmedin mi?”
Çocuk, bir bana bir ginkgo bilobaya baktı.
“Tövbe tövbe…” diyerek başını iki yana salladı.
Ginkgoya eğildim ve fısıldayarak “bizi canlı kılanın ne olduğunu merak etmiyor musun?” diye sordum.
“Bizi canlı kılanın varlığından emin olup ona güvenmeyi denemiyor musun hiç?” dedi o da.
Mutaassıp bir ağaça denk gelmiştim anlaşılan. Beni inandırmaya çalışarak neredeyse şuracıkta toprağın üstünde bana namaz kıldıracaktı. Onun faydası kendinden menkuldü. Baş dönmesini, iç geçmesini, unutkanlığı geç, o bana vaaz veriyordu.
“Ginkgo… ben inanmadığımı mı söyledim?”
“O zaman neden buradasın?”
“Çok faydan varmış, ben benim yaralı ruhuma da bir faydan olur belki diye..”
“Faydayı benden beklediğine göre inanmıyorsun. Ona inanmıyorsun. O… seni, beni, tanımadığımız, görmediğimiz, bilmediğimiz her canlıyı, her şeyi yaratan… benim faydamın sahibi de o; senin aklının sahibi de. Onu merak ediyorsun ya; aynaya bakarken, yolda yürürken, gölgende, sesinde, sözünde; beyninde onu görmedin mi? Görmek, cismen görmek mi sanırsın insan?”
Ginkgo Biloba sahici bir mabet ağacıydı. Bir şeylerin faydasının o şeyden bize nasip olduğunu düşünürüz ya hep; fayda, fayda sağlayanın nasiplendirmesi olmasa bize fayda olur mu ki?
İki yaşlarında sarışın bir kız çocuğu ginkgo bilobaya yaklaştı. Dallarına dokunmak istercesine parmak ucuna kalkmaya çalıştı. Kucağıma aldım, yanağına bir buse kondurdum, annesi geldi, biz güvenini yitiren her insanoğlu gibi “ablayı rahatsız etme kızım” bahanesiyle ürkekçe kızını kucağımdan aldı. Ginkgo Biloba benden kaçmıyordu. Top değmişti, canı yanmıştı, yürüyebilse, koşabilse bizden kaçar mıydı?
Peki, bizi yaradandan neden kaçıyorduk o bizi hiç bırakmazken?
“Görüşürüz ginkgo…”
“Bak, yine bana… neyse neyse, görüşürüz de sen kimsin?”
“Kul. Kul de bana; ismim kimliğimi yansıtan bir rüzgar olup oradan oraya esiyorsa sen sadece varlığımı var kılan gerçeğimi söyle. Bir kulum ben. Görmediğine inanmayan, gördüğüne inanmayan, bildiğini okuyan, okuduğunu anlamayan, anladığını unutan, ezberini bozan; işine geleni yapıp işine geleni kovan bir kul… yaşama amacını unutan, unuttuğuna Hastalık teşhisi koydurtup hatırlamaya çalışır gibi yapan…”
Arkamı dönerek bakmadan el salladım ginkgo bilobaya… bir şeyler söyledi ardımdan; birileri gibi duymazlıktan geldim. Sonuçta insandım ben, duymazlıktan gelir, görmezlikten gelir, sevmezlikten ve en çok da yaşamazdan gelir; her şeyi sanarak yaşardım. Oturdum yine penceremin tevazu gösteren yansımasına, ginkgo biloba bitkilerinin şenliğinde raks edip gözlerimden kayboldu çoktan…
Dilara AKSOY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.