- 1245 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÖR
GÖBEKLİTEPE TARİHİN BİLİNEN EN ESKİ TAPINAĞI DEĞİL BİR NEKROPOL (ÖLÜLER ŞEHRİ) ALANIDIR
Şanlıurfa il sınırları içinde bulunan Göbeklitepe ilk keşfedildiği günden bugüne dek dünyada büyük bir heyecan yarattı. On iki bin yıllık dikilitaşların oluşturduğu yapılar topluluğu bilinen en eski abidevi özelliğe sahip tarihi buluntulardı.
Göbeklitepe bir tapınak değil o bölgede avcı toplayıcı olarak yaşayan insanların geleceğe bırakmak istedikleri bir anıt kabir, ölüme meydan okuyuşları, sonsuzluk arzuları, bir kutsal sığınak, düşmanlarına karşı uğrunda seve seve ölüme koşacakları bir kutsal alan, bir nekropol, ölüler kenti ve ruhani bir kaledir.
Obsidyen aletler, geyik boynuzları ve çakmaktaşları kullanarak 50-60 tonluk kayaları nasıl kesmiş ve nasıl şekillendirmişlerdi. Yaklaşık olarak 6 metre uzunluğundaki bu dikilitaşları nasıl taşımış ve hangi teknolojiyle bu ıssız arazideki yerlerine sabitlemişlerdi.
2019 yılı “Göbeklitepe Yılı” ilan edildiği günlerde konu hakkındaki düşüncelerimi tarih süzgecinden geçirerek kaleme almak ve bir tarihçi gözüyle olaylara bakmak istedim. Konu hakkındaki düşüncelerimi paylaşarak bir beyin fırtınası gerçekleştirmek ve farklı düşünceleri öğrenmek niyetindeyim. Ayrıca bu konuyu tartışmaya açarak konunun gündemde kalmasını sağlamak, gerçeklere ulaşmada mesafe almak istiyorum.
1998…1999 yılları arasında Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesine bağlı Sırataşlar “Vahna” Köyünde asteğmen öğretmen olarak bulunurken bu bölgenin zengin tarihi dokusunu yakından görmüş ve hayran olmuştum. Yıllar sonra Amasya’da tesadüfen karşılaştığım bir arkeoloji öğrencisine Peygamberler Şehri Şanlıurfa’nın çok önemli bir kent olduğunu mutlaka bu bölgenin çok iyi araştırılması gerektiğini söylemiştim.
Sırataşlar Köyünde yer altında, kayalara oyulmuş muntazam bir işçilik eseri olan çok sayıda kaya mezarı bulunuyordu. Bunların bir kısmının köy halkı tarafından geçmişte sarnıç olarak kullanıldığını öğrenmiştim. Fırat kıyısında mağaralar bulunuyordu. Bazıları birkaç kattan oluşan bu mağaralar yakın bir döneme kadar bölge halkının barınma ihtiyaçlarını karşılamıştı. Temiz su kaynaklarına ulaşımın kolay oluşu, gözlerden ırak olması, iklimin elverişli oluşu, Fırat’ın beslenme imkanı sunması (Balıkçılık faaliyetleri) gibi nedenlerle burada bulunan çok sayıdaki mağara asırlar boyunca barınak olarak kullanılmıştı.
Köyde konuştuğum pek çok kişi geçmişte bu bölgede çok sayıda mezar bulunduğunu üstlerinin yassı taşlarla kapatıldığını bu yassı taşları kaldırdıklarında iskeletlerle ve bu iskeletlerin başucuna bırakılmış hediyelerle karşılaştıklarını söylemişlerdi. Parmak büyüklüğündeki küçük cam şişelerden bahsediyorlardı. Bu bahsedilen şişeler ölü yakınları tarafından bir üzüntü belirtisi olarak sevdiklerinin yanına bırakılan gözyaşı şişeleriydi. Bu şişeleri çerçilere sattıklarını karşılığında mandal, leğen, çatal, kaşık vb. aldıklarını söylediklerinde hayıflanmış, kaderine terk edilen bir coğrafyada bulunduğumu bir kez daha hatırlamıştım. Köydeki kaya mezarları içinde durum bundan farksızdı. Bir dilekçe ve yanına iliştirilen fotoğraflarla durumu Şanlıurfa Müzesi yetkililerine iletmiştim. Kendilerinin durumdan haberdar olduklarını Şanlıurfa merkezde bulunan bazı kaya mezarlarının fosseptik çukuru olarak kullanıldığını üzülerek bana söylemişlerdi.
2019 yılında Göbeklitepenin yıldızı parlamıştır. Bu yıldızın daha da parlayacağı yıllar bizleri beklemektedir. Yaklaşık beş yıldır Göbeklitepe üzerinde düşünüyor ve her yeni buluntuda daha fazla heyecanlanıyorum. Karşımızda on iki bin yıllık bir tarih duruyor. Ve bu tarih bugüne kadar bildiklerimizi gözden geçirmek durumunda bizi bırakıyor. Arkeologlar bu alanın dünyanın en eski tapınağı olduğunu iddia ediyorlar. Kafamda canlandırıyorum söylenenleri. Evet insanlar buraya geliyor ve ibadet ediyor tanrılarına şükranlarını sunuyorlar. Yüzyıllar sonra hak dinini yayan bir peygambere tabi olup bu alışkanlıklarından vazgeçiyorlar ve Neolitik devrinde daha öncede karşımıza çıkan örneklerde olduğu gibi yapının üzerini toprakla örtüp buradan ayrılıyorlar. Bu sayede insanların bu putlara tapmalarının da önüne geçmiş oluyorlar. Yıllardır düşündüğüm ve kafamda canlandırdığım hikaye bu. Birkaç gün önce Herodot Tarihinde yer alan bir bölüm aklıma gelince olaya farklı bir açıdan bakmak istedim. Pers Kralı I. Darius (MÖ 522-486) İskitler üzerine bir sefer yapmıştı. Yerleşik yaşama geçmiş Perslerden farklı, avcı-toplayıcı bir yaşam süren göçebe İskitlerin lideri Kral İdanthyrsos ile aralarında şöyle bir diyalog geçmişti. Herodot Tarihinden aldığım ifadeler aşağıdaki gibidir:
“Uzun süren takipten sıkılan Darius, İskit Kralı İdanthyrsos’a bir mektup gönderdi. Bu mektupta şunlar yazıyordu: “Seni anlamıyorum! Neden böyle kaçıp duruyorsun? Bana karşı duracak gücün varsa silaha sarılıp meydana çık. Gücünüz yoksa bu kaçışın size ne faydası olacak? Hakimiyetimi kabul ettiğinize dair bir işaret; su ve toprak yollamanız ve görüşmek üzere efendinizin huzuruna gelmeniz kafidir.” İskit Kralı İdanthyrsos, Pers kralına şu cevabı yolladı; “Pers Kralı Darius, sen beni anlamıyorsun. Bugüne kadar hiç kimseden korktuğum için kaçmadım. Bu yaşam tarzı benim için sıradandır. Ben göçebe bir yaşam sürerim. Ülkemde evlerimiz ve şehirlerimiz bulunmaz. Bunlara zarar geldiğini görmek beni savaşa sürükleyebilirdi lakin bunların hiçbirisi mevcut değil. Mutlaka savaşa girmek ve kan dökmek istiyorsan sana yapman gerekeni söyleyeyim: Atalarımızın mezarlarını bul ve onları yok etmeye çalış. O zaman bizim savaşıp savaşmayacağımızı görürsün. O gün gelinceye kadar kavgadan uzak duracağım. Canım ne vakit arzu ederse o vakit seninle savaşırım. Efendim olmana gelince; ben ceddim olan Zeus ile Hestia dışında hiç kimseyi efendi olarak tanımam. Sana su ve toprak yerine daha uygun hediyeler yollayacağım...”
Olaylara farklı bir açıdan bakmamı sağlayan işte bu ifadeler oldu: “Mutlaka savaşa girmek ve kan dökmek istiyorsan sana yapman gerekeni söyleyeyim: Atalarımızın mezarlarını bul ve onları yok etmeye çalış. O zaman bizim savaşıp savaşmayacağımızı görürsün.” Henüz yerleşik hayata geçmemiş insanların tapınaklar inşa edip buralarda ibadet ettikleri fikrini benimsemiyorum. Bu durum yerleşik yaşama geçmiş insanlar için geçerli bir düşünce olabilir. Sürekli hareket halinde bulunan insanlar uygulamada işlerine yaramayacağı böyle bir işe ve zahmete kalkışmazlar. Göbeklitepe sulak ve verimli alanlardan uzak bir yerde kendini gösterir. Burası bir tapınak değil ölülerinin huzur içinde uyuyabilecekleri bir vahadır. Bir ölüler kentidir yani nekropol alanıdır. Öbek öbek karşımıza çıkan bu dairesel yapılar güçlü bir halkayı, kan bağını ve o klana bağlı olanları betimlemiş olabilir. T biçimli taş bloklar birer mezar anıtıdır ve başsız insanları si mgelemektedir. Burada hatırası yaşatılmaya çalışan insanlar akrabalarıdır. Bu insanlar ölüdür bu sebeple T şeklindedir ve başları yoktur. T şeklinde olmaları onların ölmüş oldukları anlamına gelir. Bu hatırası yaşatılan insanlar ölmüş ve bir nevi heykelleri dikilmiştir. Başları olmayan insan resimlerine daha önce dokuz bin yıllık bir geçmişe sahip olan Konya Çatalhöyükte de rastlıyoruz. Yerde yatan başsız insanlar ve üzerlerinde dolaşan akbabalar… Göbeklitepe de bulunan kafatasları geçmişte bu sütunların üzerine asılmış olabilir, bedenleri yırtıcı hayvanlara sunulmuş... Kendilerini tanrılarının katına çıkaracak hayvanlara… Mezar taşlarına işlenmiş olan o hayvanlar: Akrep, tilki, aslan, yılan, akbaba, leopar, örümcek vb olarak karşımıza çıkıyor…
Her taş blok o klan için önem arz eden güçlü bir savaşçıyı veya şeflerini sembolize ediyor olabilir. Yontulmuş kaya blokları üzerindeki hayvanlar ise birer sembol. Yaşamı av hayvanlarının varlığına bağlı olan bir toplumdan başak resimleri çizmeleri beklenemezdi veya üzüm salkımları… Kendileri için yaşamsal öneme sahip olan hayvanlarla yine kendilerini derinden etkilemiş olan canlıları son yolculuklarında belki de bir minnet ifadesi olarak anmak istemişlerdi. Bir minnet duygusu belki öteki dünyada kendilerine yardımcı olacak bir güç, şefaatçi, belki de tılsım… Biz bunu daha sonraki dönemlerde de mezar taşları üzerinde görüyoruz. Orhun yazıtlarının kaidelerinde, Akkoyunlu mezar taşlarında, Karakoyunlu mezar taşlarında, Roma veya Osmanlı mezar taşlarında vs… Toplum neye değer verirse mezar taşları üzerine o işlenir. Bu at olabilir, silah, sancak, hilal, svastika (gamalı haç) bir tılsım veya bir ayet olarak kendini gösterebilir.
Mezar yapıları her dönem insanoğlu için vazgeçilmez birer abidevi eser olmuştur. Bugün dahi kaybolup gitmek istemez insanoğlu yaşadığına dair bir iz bırakmak ister adının yazılı olduğu bir mezar, bir kitabe, duvara kazılı bir isim vs… Eski Mısır da piramit olarak kendini göstermiştir bu anıt mezarlar, Halikarnasos da bir kral mozolesi olarak (Mausoleum/ Mozole) Günümüz Türkiyesinde Anıtkabir olarak… Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki gelenekler kesintisiz olarak günümüze kadar bir şekilde zincirin halkaları gibi birbirine kenetlenerek bazen de başkalaşıma uğrayarak fasılasız devam eder.
Göbeklitepe bu bağlamda bir tapınak değil o bölgede avcı toplayıcı olarak yaşayan insanların geleceğe bırakmak istedikleri bir anıt kabir, anıt kabirler topluluğu, ölümsüzlüğe ulaşmak istekleri, ölüme meydan okudukları bir kutsal sığınak, İskitlerde olduğu gibi düşmanlarına karşı uğrunda seve seve ölüme koşacakları bir kutsal alan, bir nekropol, ölüler kenti ve ruhani bir kaledir.
HAKAN GEZİK/ARAŞTIRMACI YAZAR/TARİHÇİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.