- 656 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ANKARA'YA GÖÇ
At arabasına doluştuk.. Önce denkler yüklendi, sonra ufak tefek eşyalar... Sonra da en üste bizler dizildik, vedalaşmadan sonra yola koyulduk... Bir burukluk vardı, bir hüzün vardı gönlümüzde... Ama birde heyecan, bilinmezliğin getirdiği heyecan, yeni bir yere gitmenin heyecanı...
At arabasıyla köyden çıktık, köy gittikçe uzaklaştı, ya da biz ondan uzaklaştık.. Toprak yolda, bozkırın ortasında yol alıyorduk, arabanın tekerleri taşa ya da bozuk alana gelince zıplıyoruz, düşmemek için sıkı sıkı sarılıyoruz...
Tarlaların içinden geçip belli bir süre sonra tekrar düzlüğe çıktık, biraz daha gittikten sonra;
- Aha sülolar göründü... denildi.
O tarafa baktığım zaman, ilginç uzun metal yuvarlaklar vardı... Yanyana dizilmişlerdi... Bunlar neydi bilmiyordum.. Muhteşem duruyorlardı.. O tek katlı, tek pencereli, toprak damlı, çörtenli kerpiç evlerden sonra ilk gördüğüm yapıydı..
Sonra güzel taş bir binanın önüne geldik..
- Burası istasyon binası dediler, Kanlıca tren istasyonu.. Önce bizleri sonra denkleri indirdiler, binanın önüne geçtik, göz alabildiğince uzanan raylar vardı... Köyümden sonra gördüğüm, ya da hatırladığım ilk yerdi..Kanlıca...
Nefeslerimizle ellerimizi ısıtıyorduk zaman zaman.. Bir taraftanda etrafımıza bakınıyorduk, her taraf bozkır.. Tek tük ağaçlar var, sadece yılan gibi kıvrılan bir yeşillik vardı; gelirken geçtiğimiz çayın etrafında..
Ne kadar süre geçti bilmiyorum birden koşuşturmalar başladı.. Elinde birşey olan kırmızı şapkalı adam binadan çıktı.. Yakalarında, ceket cebinin önünde değişik şeyler vardı.. Onlara bakarken birden düdük sesi duydum.. Sesin geldiği yöne bakınca simsiyah dumanlar çıkaran, yine simsiyah bir demir kitlesi geliyordu demir rayların üzerinden...
- Tren geliyor, kenara çekilin bağrışlarından trenin ne olduğunu anlamış oldum...
Nasıl birşeydi tren... Demirlerin üzerinde kayarak geliyordu sanki.. Yaklaştıkça kocaman birşey oldu, beyaz buharlar çıkıyordu tren denilen şeyin eteklerinden. Gıcırdayarak, tıslayarak önümüzde durdu..
Biz hemen trene bindik. Bir odaya geçtik, camın önüne oturdum , küçük eşyalar bizimleydi. Büyükleri yük katarına koymuşlar. Kırmızı şapkalı adam kısa düdük çaldı birkaç defa.. Sonra elindeki cismi kaldırdı, uzun bir düdük çaldı.. Trende buna kendi uzun düdüğüyle cevap verdi. Kara dumanlar üstte, beyaz dumanlar altta çoğaldı ve tren hareket etti.. Sonra bozkırın ortasında yol aldık..
Her istasyona yaklaşırken yavaşlıyor, tıslayarak duruyor, uzun düdükten sonra homurdanarak kalkıyordu.. Derken hava karardı.. Karanlığın içinden gitmeye başladık.. Uyuyakalmışım, kaç saat uyudum bilmiyorum uyandığımda Ankara’ya yaklaştık diyorlardı...
-Kayaş’a geldik dediler, Işıl ışıl bir istasyondu.. Tekrar hareket ettik...
- Mamak’ta hızlı ineceğiz bende hızlı bir şekilde yükleri indireceğim diyordu babam..
Öylede oldu tren durur durmaz atlar şekilde indik... Herkes taşıyabileceği kadar eşya aldı.. Havada hafif sis vardı.. O sislerin içinde yürüyorduk.. Bide birbirimiz kontrol ediyorduk, kolluyorduk...
Bayağı yürüdük sonra yokuş çıktık, babam iki katlı bir binanın altında durdu, kapıyı açtı, ev birden aydınlandı, gündüz gibiydi... Halbuki köydeki gaz lambası, çıra öyle değildi Luküs bile bu kadar aydınlatmıyordu... Bir düğmeyi yukarı kaldırıyorsun yanıyor, aşağı indiriyorsun sönüyor... Ankara’dan önce günlerce bunu inceledim.. Çocuk beynimle bunu çözemiyordum..
Yanıyordu, sönüyordu, çözemiyordum...
Dört kardeş, anne, baba Mamak’ ta iki katlı, yeşil bir binanın alt katına, kiracı olarak yerleştik.. Üstte Bingöl’lü dokuz çocuklu bir polis amca oturuyordu, iyi insanlardı hemen kaynaştık..
Burada sekiz yıl oturacaktık, kişiliğimi karakterim, bilgimin, görgümün gelişeceği bir sekiz yıl... Çoğunlukta güzel dostluğun olduğu nadiren acı ve kavganın olduğu sekiz yıl..
Bizim altı kişilik aile bir köy dönüşü en ufak kız kardeşimin doğmasıyla yedi kişilik oldu... Yedi kişi o eve sığdık ve güzel günler geçirdik..
-Anne biz Ankara’ya ne zaman taşındık?
-1963 yılı Kasım’dı; ve ayın onyedisiydi oğlum..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.