- 1072 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Üç Tekerlekli Araba
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bir yaşanmışlığın anı olması için evvela bize ne lazımdı ? Anlatılmadan evvel üzerinden geçen belli bir zaman dediğinizi duyar gibiyim.
Bana kalırsa ömrümüzün tamamı - doğru ya da yanlış bütün yaşanmışlıklarımız, duygularımız, acı ve sevinçlerimiz, bizi biz yapan her şey- kocaman bir parçalar bütünü.
Yapboz gibi düşünün. Aslında ben uyandığımız her yeni günün anlamlandırmak zorunda olduğumuz parçalar olduğunu düşünüyorum.
Uyanıyoruz ve yapmış olduğumuz yahut başımıza gelen en küçük eylemlerden en büyüklerine hepsini, her şeyi anlamlandırmak zorunda bırakılıyoruz.
Günün sonunda yaşadıklarımızdan doğru anlamı çıkaramadıysak, bir sonraki günün daha vasat geçme olasılığı elbette çok yüksek.
Öyle ya parçalar er ya da geç bütünü oluşturmalı ve biz hayata doğru yerden bakmayı mutlaka öğrenmeliyiz.
Bundan dört sene kadar önceydi. Hayatımın en huzurlu sabahlarından birine uyanmıştım. Benim için huzurlu uyanmak demek mutluluktu ve ben tek kelimeyle ’mutluydum’.
Böyle hissetmemde görüşmek için sözleştiğim yakın arkadaşım Ş....’nin de payı çoktu elbette.
( Hani bir söz vardır: "Eğer karşındaki insanın derdini kendine dert edinip o derde çare olamayacaksan öylesine nasılsın diye sorma kimseye..."
İşte, bana hiçbir zaman öylesine nasılsın diye sormayan, yanında boş şeyler konuşmak zorunda kalmadığım tek insandı Ş.... . )
Onu özlemiştim. Hızlıca hazırlanıp çıktım. O gün ne şehrin kalabalığı, ne korna sesleri ve gürültüler, ne de tanıyacakmış gibi bakan yabancı yüzler bozabilirdi moralimi.
Mutluydum ve gün öyle bitmeliydi. Buluşma noktasında beklemeye başladım. Beş dakika... Beş dakika daha... Ve sonra bir beş dakika daha...
Genelde zamanı yarımşar saatlere bölüp öyle planlamalar yaparım ama o gün zaman beş dakikalara bölünmüştü sanki.
Merak mı, endişe mi, kalbe değen kötü düşünceler mi, yoksa uzun zamandır görüşememiş olmanın verdiği sabırsızlık mı? Bilmiyorum...
Hayır, hayır! Çalıp çalıp açılmayan telefona da sinirlenmeyecektim, bir türlü iletişime geçemediğim arkadaşımada.
’Ah ben bilmez miyim ne uykucudur o... (!) Kesin yine uyuyakalmıştır. ’ gibi sözlerle kendimi avutmaya çoktan başlamıştım. Ne kadar panik biri olduğumun da o ara farkına varmıştım zaten.
Neyseki telefonun öbür ucundan duyulan uykulu bir ’alo’ sesiyle rahatladım. " Aaa canım kusura bakma çok yorgundum uyuyakalmışım, alarmda çalmış ama duymamışım, hemen hazırlanıp geliyorum." v.s v.s
O bunları anlatadursun, benimse hâlâ kafamda izlediğim filmlerin etkisiyle dakikalar içerisinde oluşturduğum kötü senaryolar... Evet, hep en kötüyü ilk düşünenlerdenim ben...
Neyse... Gün içerisinde Allah nasip etti de görüştük. Çay kahve sohbet muhabbet derken epey zaman geçirdik de hatta.
Nasılsınlar soruldu, sorunlara çözümler bulundu, gündem bi ara okunulan kitaplara yazılan yazılara kaydı, heyecanla yeni keşfedilen kitaplar/ sahaflar, yeni tanışılan insanlar anlatıldı ve o anlar için bizi iyi hissettirecek her şey konuşulup tüketildi.
O zaman ’hadi’ dedi arkadaşım. ’ Beraber tiyatroya gidelim , sana da değişiklik olur. ’ Hiç hesapta yokken alınan bu karara uymak beni çok daha mutlu etmişti aslında.
Yeni şehir, yeni insanlar, yeni deneyimler ve bütün bu yeniliklerin içinde eski bir dostla tiyatro keyfi... Olmaz diyemezdim.
Zaman sonra " Üç Tekerlekli Araba " diye tiyatro oyunu mu olur düşünceleri içerisinde kendimi tiyatro oyununun sahneleneceği salonda bulmuştum.
Ve işte, oyunun birinci perdesi... ( Benimse tiyatroyla ilk tanışmam...)
(Öyle zannettiğiniz gibi durup tiyatro oyununu anlatmayacağım ya da şairin izlediği "Karnaval Kızı Lili" filminden etkilenip yazdığı şiir gibi ben de bu tiyatro oyunu ile ilgili bir şiir yazmayacağım buraya.
Merak ediliyorsa araştırılması ya da bizzat izlenilmesi taraftarıyım çünkü.)
Hatırladığım kadarıyla oyunun başlangıcı çok ilgimi çekmişti. Pür dikkat sahneye bakıyordum. Sinema gibi değildi, izlemesi daha keyifli bir şeydi bu.
Sinemadan tek farkı oyuncuların capcanlı karşımızda olmaları da değildi belli.
Beş on dakika sonra ön koltukta hadi eve gidelim diye ısrar eden çocuğu umursamadım.
Hemen yan koltuktaki fısıldaşarak konuşan insanları da...
Üç Tekerlekli Araba, o gün ve o günden sonraki günler için hayatımın merkezindeki yerini almaya hazırlanıyordu, anlamıştım.
Konusu ve olaylar bir yana beni en çok etkileyen cümle şuydu sanırım : " İnsanlar ne söylediklerini ve neyi niçin söylediklerini bilmiyorlar."
Bu cümle üzerine bir müddet düşündüm...
Evet öyleydi. Çok zaman düşünmeden konuşuyor, düşünmeden cevaplar veriyorduk. Sonra da düşüne düşüne söylediklerimizin pişmanlığını yaşıyorduk.
Eğer öyle olmasaydı ’Bana bir geçmiş lazım bir de şimdiki aklım.’ demezlerdi muhtemelen...
Nerde olursak olalım, nasıl yaşarsak yaşayalım, bir düşünüp iki söylemek yerine iki düşünüp bir söylemek evlâ diye geçirdim aklımdan. Şimdilerde bu konuda daha iyiyim.
En azından söylediklerimin nelere yol açabileceğini öngörmeye çalışarak konuşuyorum. Çevremdeki insanlara kalırsa bu beni sessiz, içine kapanık, konuşmayı sevmeyen, asosyal biri yapıyor.
Bana kalırsa hepsinin tam tersi biri...
O günü / o parçayı doğru yerden mi okudum, bilmem.
"Çok çabuk yaşlanıp çok geç akıllanıyoruz ve bu hayatın en büyük trajedisi."
İllaki bir şeylerin pişmanlığını yaşayacağız. Ama söylediklerimden dolayı çok geç akıllanmaktansa, geç akıllanmayı tercih ediyorum şu sıralar. İnanın böylesi hayat daha kolay...
Demem o ki ; Gökten üç elma düştü. (Üçüde önce düşün sonra söyle üzerine.)
Biri bana, biri siz sevgili okurlara, bir diğeri de Ş....’ye ...
* Emeği anlamlı kılan okuyucu ve seçki kuruluna teşekkürlerimle...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.