3
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
749
Okunma

28 Şubat sürecinde MGK’da, Gülen’in orduya sızma girişiminden ve çeşitli faaliyetlerinden rahatsızlık duyduklarını söyleyen komutanlara Başbakan Yardımcısı Ecevit karşı çıkmaktadır.
Ecevit, ‘‘Siz, Gülen’in geçmişinden yola çıkarak bu kanıya varıyorsunuz. Kendisini tanısanız bunları söylemezdiniz. İnsanlar değişip gelişebilir’’ demektedir.
Bu ve benzeri yaklaşımları üzerinden merhum siyaset adamımız nezdinde de doğal olarak bir takım sorgulama ve eleştiriler yürütülmektedir. Öyle ya, Başbakan yardımcısı ve devamında Başbakan olarak görevde bulunduğu bir evreye karşılık geliyorsa, değil mi?
Kuşkusuz bu eleştirilerin “kantarın topuzunu kaçırmak” misali bir hal aldığı durumlarda yok değildir. Nedeni çok basit aslında. Bugün FETÖ örgütlenmesi olarak aldığımız ve haklı olarak lanetlediğimiz sürecin temellenip, yapılanması yetmişlere kadar inmektedir. 12 Eylülün, hareketin meşru bir zemin kazanması yönünde katkıları yine sorgulanan hususlardan olmaktadır. Daha sonra ANAP eksenli sivil hükûmet döneminde de süreç işlemektedir. Rahmetli Özal’ın son zamanlarında Gülen’e duyduğu güvensizlik ve mesafeyi vurguladığı bir söylemi de nakledilen hususlar arasındadır şüphesiz. Yine merhum siyasilerimizden Erbakan ve partisi ile Fethullah Gülen arasında bir kan uyuşmazlığına işaret edilmektedir.
Buna karşın sağın ve solun muhtelif kesimleri üzerinde artan bir nüfuzdan söz etmek yanıltıcı olmayacaktır zannımca.
Medya, aydın ve siyasi katmanlarda Gülen’i ve hareketini etkinleştiren birçok unsur bulunabilir şüphesiz. Vaizlikten gelen bir insanın benzerlerinden ayrılarak enternasyonal bir kimlik kazanmasında yerleşik eğitime bağlı olmayan bir takım meziyetlere sahip olması ve beraberinde bu yönlerinin hakim iç ve dış güçlerin dikkatini çekip değerlendirilmesi kaçınılmaz bir hususiyet arz etmekte açıkçası.
Ne ki, halk arasında etkinlik kazanmasıyla aydın, sanatçı, siyasi kesimlerde etkinleşmesinin dinamikleri farklıdır. Cemaatiyle kurduğu irtibat bazında alırsak, vaazları esnasında göz yaşlarına boğulduğu anlar dikkat çekicidir. Bu bir tür ağlama krizleri enteresandır. Bir hocanın ses tonundaki hassasiyetle, Kur’an okuyuşundaki musikiyle kitleyi ağlatması çok doğaldır da; kendisinin ağlaması neye delalettir?
Deyim yerindeyse bir komedyenin, mizah adamının yaptığı esprilere izleyicinin gülmesi beklenir. Esprilerine kendi gülen bir güldürü sanatçısının kitle üzerinde bırakacağı intiba ne olur ya da? Oysa Gülen’in ağlamaları müritlerince garipsenmiyor, katbekat bağlılık uyandırıyordu bilakis.
Ünlü psikiyatrist Freud hayatta olsa ve Gülen’e tanık olsa hiç evlenmemiş olmasına mı bağlardı bu hıçkırıkları yoksa? Buradaki duygusal boşalmanın yaşamının nirengi noktası üzerinden kanalize olduğunu düşünmek mübalağa mıdır acaba? Tabi bağlıları kâfir değil mi, başka ne beklenir ki der, kale almazlardı Freud’u.
Sözüme mim koyun lütfen, kişinin özel yaşantısına dair bir hususun mahiyeti değil söz konusu olan. Kişi evlenir evlenmez kendisine ait bir alandır son tahlilde. Ne var ki, teatral bir duruşun psikolojik arkaplanındaki dokunuşun mesleği dolayısıyla dinsel bir hüviyet kazanması babında bir duygu sömürüsü menbaına dönüşüyorsa ciddi bir problemin start noktası halini de alabilir.
Kaldı ki, İslam dini insanın psikolojik ihtiyaçlarına sırt çevirmez hiçbir dem. Ve hassasiyetle durur konu üzerinde. Hz. Peygamberin yaşamı boyunca muhtelif izdivaçlar yapması ve beraberinde evlenmeyi salık vermesindeki inceliğe eğilmek gerekir. Her gün oruca karar verdiğini söyleyen bir sahabiye peygamberimiz eşiyle de ilgilenmesi gerektiğini hatırlatırken, kendisinin her gün oruç tutmadığını vurgulamak suretiyle aşırı gitmekten men edecektir kişiyi. İslam bir manastır düzeni getirmez hiçbir dem. Oysa bu dinin tarihine bakıyoruz; peygamberi müteakip evlilikler yapmış bir dinde, evlenmemesi üzerinden idealizmiyle övdüğümüz evliyalar din adamları peyda olmakta toplumsal alanda. Bunu sorgulayanında neredeyse dinine halel geldiğini zannedecek derecede kaptırıyoruz bazen.
Kuşkusuz aydın ve sanatçılara Gülen’de ilginç gelen öge farklılık arz eder. Farklı inanç ve düşünce gruplarına karşı kullandığı ılımlı üslup akla gelebilir. Daha da önemlisi kültürel düzlemde kendisini yetiştirmiş insan profili dikkat çekici bir enstruman olmaktadır. Halbuki, bu yanıltıcı etkenin uluslararası arenada da yansımaları vardır. İki binlerin başlarında yabancı bir yayında dünyanın en büyük entelektüeli gösterildiği hatırlardadır sanırım. Peki böyle bir mukayese neyi gösterir? Mason ve Siyonist alemin seni lanse etmediği söylenebilir mi? Benzer yayınlarda Orhan Pamuk ve rahmetli ilahiyatçımız Yaşar Nuri Öztürk’de ilk sıraları süslerdi kimi zaman. Burada sorun Pamuk’un romancılığının değeri ya da Yaşar Nuri’nin bir ilahiyatçı olarak birikiminin derecesi değil. Bunun yabancı mahfillerce kullanılıp kullanılmadığı ve ülkemize dönük bir algı yönetiminin parçası kılınıp kılınmadığı olmalı.
Peki, ünlü siyaset adamımız Bülent Ecevit’in Fethullah Gülen’e bakış açısı hangi çizgide, frekansta cereyan etmektedir?
Bu, salt bir saygı perspektifine bağlı olmayıp; Gülen’in çağdaş düşünceli bir din adamı olduğu inancına dayanmaktadır. Döneminde kimi sanatçı ve bilim insanlarımızın hatta Atatürkçü, Kemalist, sol gelenekten gelen simaların Gülen algısı da bu yönde cereyan etmektedir. Hiç kuşkusuz Gülen, iletişim metotlarını etkin kullanan; teatral bir duruş, davranış, konuşma yetisi yüksek bir insan olmaktadır.
Demem o ki, liberal muhafazakâr, islami yapıların ben onun ne mal olduğunu anladım da ah şu lanet aydınlar, entel liboşlar, kozmopolit solcular söylemlerinin abur cuburdan öteye hiçbir özelliği bulunmamaktadır. Bu durum ne yazık ki, günümüzün kendisinden olmayan herkesi FETÖ parantezine almak, bir tür günah keçisi imal etmek garabetinden kaynaklanan “çamur atta izi kalsın” yanılsamasından beslenen siyasi kirliliğin nişanesidir.
Şu kadar ki, Ecevit’in Gülen’e karşı geliştirdiği olumlu yaklaşımın kişisel bir hoşgörü, tolerans aralığına bağlı olmayıp siyasi konumu gereği sosyo politik neticeler doğurduğu da bir realite olmaktadır. O salt yurtdışında Türk okulları açılmasına sevindi, hepsi bu demek doğru mu acaba? Jakoben Kemalist yapılara karşı Gülen’i savunmakta ve kollamaktadır son tahlilde.
Ancak bunu politik bir angajmandan ziyade inanç ve samimiyet modunda yapmaktadır. Karşı taraf için konu politik bir zeminde algılanıp, değerlendirilse dahi. Neden bakın?
Daha önceki bölümlerde vurguladığım gibi Ecevit içinden çıkıp geldiği aydın kesimin siyasi, düşünsel yapısı itibariyle Atatürkçü, Kemalist, sol eğilim ve çizgilerden beslenmekte ve fakat bu ideolojik/politik anlayış biçimlerine eleştirel bir mesafe de duymaktadır. Tek parti dönemi ve devamı bürokratik, askeri, devletçi, elitist yapılarla sorgulayıcı, tenkitçi bir bağı vardır hani.
Bu yapıların ise muhtelif sanatsal ürünlere de yansıyan ölçekte bir din, gelenek ve din adamı tipolojisi bulunmaktadır. Önemli ölçüde erken Cumhuriyetin Osmanlı ve İslam dünyasının çöküş evrelerine tanıklık etmekten kaynaklanan negatif siyasal tutumundan beslenen bir sosyo kültürel yapılanma sanatsal ve edebi alanda da mayalanmaktadır. Din ve geleneğe karşılık gelen olgu, kavram ve insan tipleri genel olarak flu, karaltılı, puslu özellik göstermektedir.
Ecevit’in ilk yetişme evresinden farklı olarak solda da tarihsellikle, gelenekle olumlu bağ kuran sanat ve düşün insanlarıyla sosyal ve düşünsel irtibat kurması onu bu alanda açmakta, genişletmekte, kimliğine derinlik kazandırmaktadır. Ne ki, aynı durum içinden çıkıp geldiği muhitin özelliklerine göre paradoksal biçimde bir yumuşak karnı da peyda etmektedir. Kemalizme eleştirel bakan sosyal demokrat ve demokratik sol arayış ve gelişim çizgisi Gülen parantezinde kaçınılmaz bir yanılgıya düşmektedir.
Yanı sıra bizde kimi aydın kesimlerin zaafı halini alan, içeride hemen hiçbir din adamına güvenmeyen, beri yandan Victor Hugo’nun “Sefiller” romanındaki hayal mahsulü karakterin sıcaklığını duyumsayan, düşleyen yanılsamanın manyetik burgaçlarında aradığı modern, çağdaş düşünceli din adamını bulduğunu zannedip dostu üzerken, düşmanı tebessüme sevk etmektedir açıkça.
Buradan çıkan somut netice ise geçen asırda kaldığını, devrini çoktan doldurduğunu zannettiğimiz, ihtimal Karaoğlan’ın kendisinin dahi öyle sandığı Kemalizme halen ihtiyaç bulunduğu noktainazarından alınmalıdır kanımca. Hiç kuşkusuz doktriner bir taassupla değil, amma velakin laik ulusalcı bir çizgiyle bilinçli bağlar kurmak kaydıyla.
-DEVAMI VAR-
L.T.