- 406 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mutlu olamıyorsan belki de gözlüğünü değiştirmelisin
Bu işi kameramanlar/fotoğrafçılar benden daha iyi bilirler ya, yine de şansımı bir deneyeyim, lisede kendisiyle müşerref olduğumuz mikroskoplar üzerinden anlatayım. Efendim, aynı tecrübeyi yaşayanlar anımsayacaklar, mikroskopların o devirde üç ayrı lensi vardı. (Şimdilerde değişmiş midir bilmem.) Yani bakacağınız şeye göre değiştirebileceğiniz üç farklı seçeneğiniz olurdu. Yanlış anlaşılmasın, gözünüzü koyduğunuz yer değişmezdi, koridorun bakılacak nesneye açılan tarafında döner bir zemine oturtulmuş üç ayrı ’göz ucu/objektif’ bulunurdu. Bunların elbette daha bilimsel isimleri/ifadeleri var ama ben, yazının her yanından döküldüğü üzere, şu anda cehaletimi konuştuyorum. Kusurlarımın kadı kızından çok olması doğal.
Her neyse. İşte bu üç seçeneği bakacağınız şeyin durumuna göre kullanabilirdiniz. Ondaki inceliğe göre bakış açınızı tayin edebilirdiniz. Bu sayede daha verimli bir gözlem elde ederdiniz. Şimdi fotoğraf makinelerinde veya kameralarda da benzer teknolojiler kullanılıyor. Bakılacak şeyin durumuna, ortamına, mesafesine göre değişik lensler takılabiliyor. Hatta birşey takmadan da ayarlar yapılabiliyor. Evet. Daha fazla rezil olmamak için bu meseledeki laklakımı kısa tutuyorum.
Sadede koşayım: Geçenlerde 1. Lem’a’yı okurken aklıma birdenbire mikroskoplardaki bu ’neye neyle bakılacak’ mevzuu geldi. Neden? Çünkü orada mürşidim de benzerî birşeyi teklif ediyor gibi sandım veya sanrıladım. Neresidir peki orası?
İşte şurasıdır: "Madem hakikat-i hal böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus aleyhisselama o münâcâtın neticesinde hûtu ona bir merkûb, bir tahtelbahir ve denizi bir güzel sahrâ ve gece mehtaplı bir lâtif suret aldı. Biz dahi o münâcâtın sırrıyla ’La ilahe illa ente subhaneke inni küntü mine’z-zalimîn!’ demeliyiz. ’La ilahe illa ente’ cümlesiyle istikbalimize, ’subhaneke’ kelimesiyle dünyamıza, ’inni küntü mine’z-zalimîn’ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz."
Konuya dair daha evvelden okuması olmayanlar için Enbiya sûresinde yeralan bu ayet-i kerimenin kısa bir mealini de verelim: "Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü kusurdan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum." Kur’an’da bize haber verildiğine göre, Yunus aleyhisselam, balığın karnından yaptığı bu dua sayesinde kurtulmuştur. Evet. Daha fazla detay isteyenleri doğrudan 1. Lem’a’ya havale edelim. Şu yazının tabiatı fazlasına elvermez.
Benim, bencileyin, bu yazıda üzerinde durmak istediğim şeyse Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametini celbederken kullandığımız üç farklı bakış açısı veya üç farklı yöntem. Evet. Becerebilirsem bunu anlatacağım. Çünkü mezkûr ifadelerin psikolojik anlamda önemli bir rehberlik içerdiğini seziyorum. Onun da özeti şudur: Her neye bakarsan ona özel lensleri kullanmalısın. Doğru lensi takarsan zaten varolan rahmetin ışık aralığını yakalarsın.
Hadi meseleyi biraz daha açmak için bir misal kurgulayalım. Ben bir mikrop olayım. (Efendim, lafın gelişi, yakıştığından değil. Hem sizi mikrop edecek halim yok ya. Mecburen ben oluyorum.) Siz de beni inceleyen bilimadamı olun. Fakat burada farklı bir durum var. Sizin mikrobunuz, yani ben, öyle bir mikrop ki, sahibinin kendisini nasıl göreceğini kendisi seçiyor. Yani lenslerin kontrolünü o sağlıyor. Vay maşaallah. Böyle mikrop olur mu? Efendim, Ahmed’den mikrop olduktan sonra, herşey olur. Girdik bir kere Alice’in Harikalar Diyarı’na.
Sözgelimi: Bu mikrobun da üç farklı uzvu var. Veya üç farklı organı. Başındaki bilimadamının hangisine şifa vermesini, hangisindeki sorunu çözmesini, hangisine nazar etmesini isterse, tık, onun lensini döndürüyor. Böylece nazar-ı dikkatini ona celbetmiş oluyor. Nazar bir kere celbolununca da elbette peşinden onunla ilgili tasarruflar geliyor. Bilimadamı bilimadamlığını eyliyor. Hemen sorunu düzeltiyor.
Fakat, eyvah, bu misal ne kadar eksik kaldı! Anlatmak istediğimizi ortaya koymakta pek az işimize yarayacak. O zaman biraz daha kurguyu ileriye götürelim. Diyelim ki: Öyle bir görüşü var ki bilimadamının, mikrobu her halinde görüyor, her detayıyla görüyor, görünebilir her resmiyle görüyor. Üstelik, yalnız bu kadar değil, görüşü güneş ışığı gibi. Sürekli görüyor.
Gecesiz bir gündüz gibi kesintisiz görüyor. Hep görüyor. Hep biliyor. Hep tasarrufta. Işığı aynı zamanda dokunuşu. Ancak bu tasarruflarından bir kısmını elde edebilmek için sizin de onun görüşünü/eyleyişini tefekkür etmeniz lazım. Yani, bu şifacı öyle bir şifacı ki, hasta onun yapmak istediğini anlayınca şifa buluyor. Tıpkı bir psikolog gibi terapi uyguluyor. Karşısındakini şuurlu oldukça tedavi edebiliyor. Anlamanın kendisi de şifa yani.
Siz de onun şifasından istifade edebilmek için sizi şuuruna sokmaya çalıştığı şeylerin şuuruna giriyorsunuz. Çocukluğunuzu anlattırıyor. Anlatıyorsunuz. Ebeveyninizle ilişkilerinizi gözden geçirmenizi istiyor. Geçiriyorsunuz. Büyük acılarınızı tahattur etmenizi arzu ediyor. Tahattur ediyorsunuz. Nereye yoğunlaşsa sizi de peşinden götürüyor. Siz de peşinden gittikçe şifa buluyorsunuz. Evet. Çünkü onun tedavisi yaranıza şuurunuzdan dokunuyor. Kapatırsanız yaralarınızı yine görür ama belki dokunmaz. Bir sırr-ı imtihan gereğince yönelmenizi bekler.
İşte, bence, Bediüzzaman’ın Yunus aleyhisselamın duasını üç parçaya ayırıp, herbir parçayla bir yaramıza dikkatimizi çekmesinde de böylesi bir sır var. Yani, mesela, gelecek korkumuz ancak ’Senden başka ilah yoktur’u bakış açımız edinirsek bizden gidiyor. Dünyaya bakarken yaşadığımız endişelerse ’Seni her türlü kusurdan tenzih ederim’i perspektif edinince şifa buluyor. ’Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum’sa nefsimizdeki yaraların tedavisi için gerekli. Onun marifetiyle de nefsimizdeki karmaşanın düğümleri çözülüyor.
Irvin Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda güzel bir sözü var. Manaca nakledersem diyor ki: "Tedavi ancak suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Yunus aleyhisselamın nefsinde bulduğu şifada da aynı şuurun izleri okunmuyor mu? "Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum!" Yani: Hatamı kabul ettim. Kusur bendeydi. Düzelmesi gereken ilk nokta dışarıda değil içimde...
Sonrası? Sonrası aynı şekil: Şimdinin yaralarını, yani zıtları birbirine karışmış hayatı, dünyayı, şahitliklerimizi doğru anlamanın şifası da "Seni her türlü kusurdan tenzih ederim!" ifadesinde saklı. Bunu edinen insan fırtınalı deniz yüzeyinde gözünü yormayı terkedip derinlere bakıyor. Üstteki karışıklığın ardındaki düzeni görmeye kastediyor. Allah’ı kusurdan tenzih ettiğinde olanları da ’zahirinden aşkın görmeye’ azmediyor. Perde arkasını kolluyor. Bütünü kolluyor. Büyük resmi kolluyor. Belki orada hemence Allah’ın hikmetini görüyor. Rahmetini görüyor. Celal içinde saklanmış ikramını görüyor. Bu yarası da ancak şu(u)rasından tutunca tedavi oluyor.
Ve en nihayet gelecek korkusu. Gelecek korkusunun tedavisi de ’olabileceklerin sıkleti’nden ’olduranın marifeti’ne sığınmakta saklı sanki. Seçenekleri azaltan o çünkü. Herşey her şekilde olabilir mi? Allah’ı hatırlamazsak olabilir. Ancak Allah’ın isimlerine-sıfatlarına dair güzel bir bilinçleniş, bir tanıma, bir marifet onun ’yaratacakları/eyleyecekleri’ hakkında da hüsnüzanna dönüşüyor. Kötü ihtimaller eleniyor. İyiler kalıyor. Yaratan yalnız oysa, ’ol’lar ancak ona yakışır şekilde ’ol’abilir, başka olamaz. Onun şanına yakışmayanlar varolamaz. Çünkü "Senden başka ilah yoktur!"
Ben geriden başlayıp başa doğru anlattım. Siz bunu baştan başlayıp sona doğru da alabilirsiniz. Nihayetinde, inşaallah, siz de göreceksiniz. Lensleri değiştirmek bize de iyi geliyor. Çünkü biz sınırlıyız. Sınırlı olan sonsuz olanı kuşatamaz. Arasıra bakış açısını değiştirmelidir ki manzaradan daha fazla istifade edebilsin. Hem yerini değiştirmelidir ki güneşi daha güzel alsın. Şenlensin. Biz, bize öğretilen her isimle, hatta cümle Esmaü’l-Hüsna ile yeni yeni lensler ediniriz. Herbir lens bir sahil-i selametin anahtarını verir bize. Hem inşaallah. Hem Allahu’l-a’lem. En doğrusunu Allah bilir elbette.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.