- 502 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇİNGENE GÜZELİNE KAŞ !
ÇİNGENE GÜZELİNE KAŞ !
Kırşehir Karacaören köyünden Güdük İreşid’in oğlu Hasan ile Yağcı Hacı’nın oğlu Ömer emsal oldukları gibi çocuklarından beri candan iki iyi arkadaştılar. Onların çocukluklarında köyde ilkokuldan başka göze batacak doğru dürüst ne bina, ne ev, ne konak, ne de üzeri kiremitlerle örtülü bir dam vardı. Evlerin temeli taştan örülür, üzeri kerpiçle tamamlanır, damına sırıklar atılıp üzeri de sap, saman ve toprakla kapatılırdı. Radyo öyle her evde olmaz, olan evler de haberi dinlemek için dolup taşardı.
Gerek Güdük İreşid, gerekse Yağcı Hacı fakir kişilerdi. Güdük İreşid zamanında savaşlarda iki kardeşini şehit vermiş, çiftçilikle geçinen ufak boylu birisi olduğundan adının önüne Güdük lakabı konmuştu. Boyu doğuştan mı kısaydı, yoksa yaşlanınca bükülüp küçüldüğünden mi bu lakabı aldı, kimse bilmez.
Yağcı Hacı ise tarlası tapanı olmayan, geçimini elverişli günlerde köy köy çerçilik yaparak, Ağustos veya Eylül aylarında yetişen zeyrek denilen mahsulün ücret karşılığı yağ çekme makinesinde yağını çıkarmakla karşılardı. Belki o da yağcı lakabını bundan almıştır. Onun çıkardığı yağı köylü kışın o katıksız günlerinde çığırtma denilen hamuru ateşte kızartıp yerdi. O da çok nefis olur, yiyen bir daha yerdi.
Hasan’la Ömer her akşam olduğu gibi o akşamda yemekten sonra hafızın evi ile müdürün evinin arasındaki boşlukta buluştular. Delikanlılığa yeni adım atmışlar, sakal ve bıyıkları yeni terlemeye başlamış, kızlara ayna tutacak yaşa gelmişlerdi.
Ömer kara yağız delikanlı, Hasan ona bakarak biraz sarışın, iki yakışıklı arkadaş idiler. O yıllarda köylerde genelde elektrik yoktu. Bu yüzden sokaklar geceleri ışıl ışıl değil, adeta zifiri karanlık olur, ayın belirli günlerinde o gün bulut olmaz ise doğan ayın ışığı ile aydınlanırdı. Seyfe Gölü’nün üstünden doğan ay ilk önce kocaman olur, gölün üzerine bir kızıllık çökertir, her gün biraz daha küçülerek yerini karanlığa terk ederek kaybolurdu. O gün geceye adeta zifiri bir karanlık hakimdi, Yaş Kemal’in kapısından Yeni Camii yönüne doğru giden ayak sesleri kulaklarına aksetti. Bu ayak sesleri gecenin bu vaktinde olsa olsa nişanlıya giden birisine ait olabilirdi.
O yıllarda nişanlıya gidecek delikanlı ortalıktan el ayak çekilince evden çıkar, bakkala uğrar, oradan aldığı çereze ilaveten çorap, yazma, mendil, krem, ayna gibi nişanlısına lazım olan şeyleri alıp gecenin karanlığında kimseye görünmeden nişanlısının evinin yolunu tutar, çokta tedirgin ve dikkatli olurlardı. Öyle ya üç-dört arkadaş bir olur karanlıkta hadi önünü kesip döverler, elindekileri alırlarsa ya da nişanlısının ev komşularından müzümsüzün biri fark edip taşlar, bir yerini yaralarsa.
Hasan’la Ömer karanlıkta sesin geldiği yöne iki koldan bir müddet yerden buldukları veya önceden hazır ettikleri taşları fırlattılar. Adam nişanlıyı, mışanlıyı bir tarafa bırakıp adeta uçarcasına kaçtı. Adam kaçarken “çat” diye çıkan bir sesi fark eden bizimkiler, sesin geldiği yöne koştular. Geceleyin sesler daha net ve çok çıktığı için bu sesin kaçan kişiden düşen aynaya ait olduğunu, akabinde korkunun yarattığı şaşkınlıkla çerez torbasını da atıp kaçtığı kanısına vardılar. Hasan hemen cebinde-ki el lambasını çıkarıp Yaş Kemal’in kapısının önüne tutup yeri ışıkla aydınlatmaya çalıştı, fenerin pili zayıf olduğundan dolayı çıkardığı ışığı oldukça zayıftı, bu yüzden yerde bir şey görünmüyordu. Bir süre sonra Ömer keskin gözleriyle mi fark etti, yoksa el yardımıyla mı bilinmez, yerde yatan kamayı bulup cebe indirirken fenerin zayıf ışığında Hasan’a hafifçe sevinçten gülümsüyordu.
Hasan elindeki el fenerini hemen söndürüp Ömer’le beraber oradan hızla uzaklaşıp püsküllünün harman yeri ilerisindeki “Güneyin Çayı” denilen derede soluğu aldılar. Alelacele kamayı gözden geçirdiler. Ömer kamayı tanımıştı. Kama az önce taşladıkları Kör Cuma’nın oğlu Osman’a aitti. Ömer, Osman’dan bu kamayı elde etmek için çok kafa yormuş, onu kandırıp da kamayı bir türlü elde edememişti, kısmet demek ki, bugüneymiş.
Karacaörenli gençler o zamanın en iyi silahı olan kama ya da biz denilen ucu gayet sivri çelik çividen yapılma tahtadan saplı alete veya iyi bir bıçağa korunmak, saldırmak için sahip olurlardı. Çok az kimsede tabanca bulunur, genelde fakir köylü ve gençlerde olmaz, ancak onların hayallerini süslerdi.
Ömer ile Hasan cığıl cığıl yanan bu kamayı günlerce, aylarca sırayla taşıdılar, bundan da kimseye bahsetmediler. Çünkü köy küçük, foyaları çabuk meydana çıkar, eldekinden olurlardı. Ne de olsa Osman yaşça onlardan büyük olduğu için yerine göre tek düşürüp döver kamayı tekrar ele geçirirdi.
Ağlamışların Hasan Hüseyin, Ömer ile Hasan’dan yaşça bayağı büyük, evli barklı biriydi. Beş mermi alan toplu tabancası vardı ki değ-me gitsin. Düğünlerin baş davetlisi olup kayınların önde gideniydi. Gençler onun tabancasına gıpta ile bakar ki sormayın gitsin. Adamın pozundan yanına varılmazdı. Tabancaya her delikanlı gibi bizimkiler de özeniyordu. Ama paraları olmadığı için ne onun alımına, ne de kama ile takasına yanaşmaya cesaret edemi-yorlardı. Tek sermayeleri eldeki kama idi, onunla tabancayı değişmek için teklifte bulunsalar bu kez belki foyaları meydana çıkardı.
Ne olursa olsun bu kamayı elden çıkarıp tabancaya sahip olma cesaretini gösterdiler. İş olacağına varsın deyip Hasan Hüseyin ağabeylerinin evinin yolunu tuttular. Uzun süren pazarlıkların sonunda adama kama ile üç beş lira verip hevesleri kursaklarında komayıp tabancanın sahibi oldular. Keyiflerine diyecek yoktu. Az şey mi, o yaşta, o zamanda çok kimsenin alamadığı, rüyalarında bile göremediği tabancaları vardı.
Arada sırada köyden uzaklaşıp Yaylada, İn’de, Tereli’de, Üç Kuyu denilen yerlerde atış talimleri yapıp tabancayı deniyorlardı.
Arkadaşlarına caka satıyorlar, düğünlerde sırasıyla bol bol mermi yakıp neşelere neşe katıyorlardı. Gel gör ki, mermi parası onların keselerini biraz zorluyordu. Kamada olduğu gibi tabancayı da sırayla taşıyorlar, azar işitme korkusuyla durumu babalarından saklıyorlardı. Silah ortaklığını uzun süre devam ettirdiler.
Bahar mevsimi başlarında her yıl olduğu gibi o yılda köye Çingeneler gelmiş, çadırlarını kurmuşlar, köylüye lazım olan kalbur, kasnak, çinaar, un elemek için elek yapmaya, kalay yapmaya başlamışlardı bile.
Çingene aşireti belirli bir yerleşim yerleri olmayan o yıllarda at arabalarıyla “o köy benim, bu köy senin” gezen gezginci kişilerdi.Erkekleri kalbur, kasmak gibi lüzum olan şeyleri yaparlar, hanımları da bunları satarken, yanlarında da sırtta taşıdıkları bohçalarda kumaş, sofra bezi vs. sokak sokak dolaşıp satıp geçimlerini temin ederlerdi. Bazen de köylü kadınların fallarına bakarlar, çocuğu olmayanların güya tedavilerini yaparlar, çok nadir olarak da uyutma denilen kandırma şekliyle onların altınlarını gasp ederlerdi.
Köylüler eli boş kalınca doğru Çingen çadırlarına koşar, orayı boş bırakmaz, yerine göre yarenlik ederken nasıl çalıştıklarına, kalayı neyle yaptıklarına, gümüşü nasıl parlattıklarına boş yere kafa yorarlardı. Ömer ile Hasan da bunlardan biriydi. Arada çadıra uğrarlar, mesleklerinden başka ne işi yaptıklarını sorarak hem meraklarını gidermeye çalışıyorlar, hem de onların samimiyetini kazanma yollarını seçiyorlardı. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını yerine göre bunu karşılamaya yardımcı olacaklarını söylüyorlardı.
Bu tür gidiş gelişler az buçuk onlarla samimiyet ve güven ortamı doğurmuş, asıl amaçları başka olan iki arkadaşa şansları daha çabuk yardımcı olmuştu. Onlarla alışverişe önce tabancalarına mermi almakla başladılar. Adamlar bilinen işleri haricinde tabanca, mermi gibi yasal olmayan gayri meşru işlerle de uğraşıyorlardı.
Çadıra bir başka gidişlerinde mermilerinin düğünde bittiğini, tekrar mermi alacaklarını bahane edip asıl amaçlarına ulaşmanın hesabı içindeydiler. Eğer Çingenelerde tabanca var ise pazarlık yapıp ucuza alacak iki tabancaları olacak ya da iyi bir para alırlarsa kendi tabancalarını onlara satacaklardı. Bu sayede üzerine beş on lira koyup iyi kaliteli bir tabanca sahibi olabilme imkanı doğacaktı.
Selam verip hoşbeşler yapıldı, altlarına birer el dokuması minder atıldıktan sonra hal hatır faslı başladı. Adamlardan orta yaşlı ile genç olanı kalbur yapıyor, yaşlı olanı da elindeki gümüş yüzüğü parlatırken yan gözlerle gelenleri süzüyor, asıl amaçlarını öğrenmeye çalışıyordu.
“Oğlum gelinlere söyle de kahve yapsınlar” diyerek genç olana yumuş buyurdu, o da bunu diğer çadırdaki hanımlara iletmek için dışarı çıktı. Çadırın içi gölge ve serin olsa da meşinimsi bir koku bizimkilerin burun deliklerine işliyor, sıkıntıdan buram buram terliyorlardı. “Buyurun tekrar hoş geldiniz” diyerek yaşlı adam söze başladı. “ gençler eğer yanılmıyorsam sanki bana mermiden başka bir şey isteyecekmişsiniz gibime geliyor, benim yapabileceğim bir şey ise amenna emriniz olur”.
Hasan konuşmayı Ömer’e göre daha iyi becerebilen kabiliyete sahipse de ticari ve ikna yönünde terazi kefesinde Ömer’den biraz hafif kalırdı. “Kendilerinde bir tabanca olduğunu, bunu varsa iyi bir tabancayla değişmek istediklerini veya bedelini verirseniz size satmayı ya da sizde aynısı varsa anlaşırsak satın almayı” diye sözü uzatırken Ömer tabancayı belinden çıkardı. Tabancayı orta yerde duran masa yerine kullanılan ekmek tahtasının üzerine koydu. Yaşlı adam tabancayı usulen eline alıp yalancıktan süzüp değersiz anlamında bir tutum sergileyerek o değilden tabancayı aldığı yere koydu. Adam cin gibi yapıya sahip birine benziyordu, ama bunu gençlere belli etmemenin çabası içindeydi.
Onlar birbirini tartarken kahveklerde ortaya kondu. Kahveyi getiren kız mı, gelin mi bilinmez dünya güzeli bir huri mi huri idi. Kahve verilirken huri Hasa’nın dikkatini çekti, bir an göz göze geldiler, huri kahveyi ikram edip çadırdan çıkarken tekrar dönüp baktığında fırsatçı Hasan geline bir kaş atmadan edemedi.
Ömer ile yaşlı adam arasındaki sıkı bir tabanca pazarlığı sürerken aradan bir müddet geçtikden sonra dışarıdan çadıra aralıklarla elleri değnekli kişiler boş buldukları yerlere girip oturuyor birbirine Hasan’ı işaret ediyorlardı. Adamların gözlerinde kin, suratlarında öfke dolanıyodu. Ömer’de bu işten gıcıklanmaya bir bit yeniği aramaya çalışıyordu. Yoksa adamlar çadırda kendilerini mi dövüp, tabancayı mı alacaklardı ya da işin içinde akıllara gelmeyen bir şey mi vardı...
O anda Hasan’a durumu öğrenmek için bir bakış fırlattı, Hasan uyanık biriydi, bu bakışlardan Ömer’in ne öğrenmek istediğini kavrar gibi olmuştu.
Pazarlık pazarlıktan çıkmış pek ilgi kalmamış yine de yalan yanlış devam ediyordu. Hasan arkadaşının kulağına pazarlıkla ilgili bir şey söyleyeceğini, onun rızasını alacağını söyleyerek, etraftakilerin müsadesini alıp Ömer’in kulağına eğildi. “Ömer, az önce ben kahve getiren geline bir kaş atmıştım her halde içeriye bu adamlar ondan doluştu.”
Ömer, Hasan’a” sen devamlı hiç durmadan etrafa kaş at” tembihinde bulunurken ikisinde de ecel terleri dökülmeye başlamıştı.
Bulundukları yer “Çatalkaya”denilen kayalığın az ilerisinde Kaya Bağlarının alt eteğinde bulunan Deli Yusuf’ların harman yeriydi. Köye bağırsan duyulmayacak kadar uzak mesafede oldukları için onları kimse kurtaramazdı. Ömer pazarlık işini ufaktan ufaktan idare etmiş gözükse de aklı fikri çadırdan sağ salim çıkmanın, köye ulaşmanın hesapları içindeydi.
Meğer çadırdan dışarı çıkan gelin dışarıdakilere olayı olduğu gibi anlatmış, onlarda” bu namus meselesi gelenlere iyi bir ders verelim”diye anlaşıp eline geçirdikleri kötek ve değneklerle çadıra dolmuşlardı.
Hasan arkadaşının tembihi üzerine sağa sola kaş atmaya devam etse de oradan sağ salim kurtulmanın çok zor olacağını biliyordu. Ömer, yaşlı adama, “Ağa sen biraz durgunlaştın, pazarlık işini adeta bir tarafa bıraktın, hayırdır yoksa bir yanlışımızı mı gördün. Dışarıdan gelen arkadaş sana bizim anlamadığımız bir dilde hakkımızda kötü bir şey mi söyledi” dedi. Kızgınlığı an be an artan, eli ayağı tir tir titreyen adama sitem edercesine, biraz da korkunun verdiği sıkıntıyla adeta çıkıştı.
“ Bu eli sopalı adamlar niye birden bire çadıra doluştular neden bizim pazarlık işi rafa kaldırıldı.”
Adam, “Ömer, bak oğlum, açık konuşmak gerekirse ben size çadırımı açtım, yakınlık gösterdim, samimi oldum, fakat senin arkadaş az önce kahve getiren hanımıma yanlış yapmış.” Bir sigara yakıp dumanını iyice içine çekti.
“Biz de herkes gibi namusuna düşkün kişileriz, fakiriz, fukarayız, ama namusumuza göz koyana da gereği neyse onu yaparız. Bunun için dışarıdakiler çadıra eli sopalı girdiler, arkadaşına gerekli cezayı verecekler, sakın araya girme, ona arka çıkarsan sende nasibini alırsın."
Ömer adamın konuşmalarından hiç etkilenmemiş gibi bir tavır takınarak “Hayırdır, Hasan bir hata mı yapmış, mesele neymiş, kendisi yanlış birisi değil, öyle olsa ben onunla hiç arkadaş olur muyum. Varsa bir yanlışı sizden önce ben pataklarım, size olan yanlış bana yapılmış demektir” deyip gözlerini adamın gözlerine dikti.
Yaşlı kalaycı ustası öfkesinden sigarasının biri sönmeden diğerini yakıyordu. “Senin iyi dediğin arkadaşın benim hanımıma kaş atmış, Allah aşkına şu hiç yakışık alır mı, gençliğe sığar mı, Hasan ettiğini bulacak, cezasının bedelini bu sopalarla ödeyecek” diye konuşmasını sürdüren adam hepten kapkara kesildi.
Ömer adamı ikna edeceğine inanır gibi olmuştu. Bundan cesaret alarak ” Yapma ağa, günah alma, vebale girme, Hasan’dabir baş belası tik hastalığı var, devamlı sürette farkında olmadan kaş atar, bu yaşadığı ilk olay değil ki. Başına ne bela geldiyse bu illetten geldi. Zavallı bu kaş atma meselesinden ne sopalar yedi.”
Ortalığı derin bir sessizlik kapladıktan sonra hava tekrar yumuşadı. Bizimkiler biraz olsun toparlanıp karşı taarruza geçme hazırlığına başladılar. Yaşlı adamın işaretiyle dışarı çıkan adamlar bizimkilere adeta özür dilercesine bakıyor, utana utana çadırı terk ediyorlardı.
Yaşlı kalaycı gençler hakkında bir anlık yanlış düşüncelerinden dolayı onlara takındığı tavırdan utanmış, az kalsın bir yanlış anlamanın verdiği öfkeyle başlarına büyük bir iş açmış olacaklardı.
Büyük bir suç işlemiş gibi yere bakıyor, gençlerin bastırmasıyla da tabancalarını değerinden fazla paraya alarak bir yükten kendince kurtulmuş oluyordu. Yaşlı adamın korkusu bir yanlış anlamayla Hasan’ı dövmüş olsalardı köylü kendilerini hem döver, hem de köyden atarlar, bu yüzden de ekmek ve aşlarından olurlardı.
NOT: Ben bu öyküyü Ömer amcadan babam ölmeden önce de, öldükten sonra da çok dinledim. Köylülerimden de kulaktan dolma dinlediysem de konu saptırılmıştı. Sağlığında babama bu kaş atma işini sorduğumda “Ömer’in uydurması sana yalan söylemiş. Ben böyle bir şey hatırlamıyorum” cevabı belki ben oğlundan utandığındandı.
Babamın 1947’de yazdığı şu anda kendi el yazısıyla muhafaza ettiğim “Güllü Keklik” isimli şiirini bu öyküye ilaveten sunuyorum ki Ömer amcanın bana anlattığı tarihle şiirin yazılış tarihi hemen hemen uyuşuyor. Ben bu şiiri babamın belki de çadırda gördüğü güzele yazdığı kanısına düştüm.
GÜLLÜ KEKLİK (Mart 1947)
Mart ayında yırtık iki çadır kurdular
Kuşgözü, kalbur, elek, çinaar ördüler
Karacören’de satışına durdular
Göçerlerde böyle bir güzel görmedim
Çadır parça parça, her yeri delik
İçlerinde bir güzel var ki adı Keklik
Güllü’sünü duymadım olmuşken aşık
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Bacağında desenli kırmızı donu
Elinde kızılcık değnek, uzunca kolu
Heybesinde yağ, yumurta, ekmeği, unu
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hapisten yeni çıkmış garibim aşık
Kulpsuz tava, delik sahan, kırık kaşık
Kel Hakkı çok yaşlı, Güllü su küçük
Göçerlerde böyle gelin görmedim
Kel Hakkı dul, kalmış kız ile oğlan
Almış Güllü’yü olmasın yuvası talan
Kınalı Keklik’e bunlar miras kalan
Göçerlerde böyle gelin görmedim
Soğukta çadırı samanlığa getirdik
Altlarına pala, yorgan verip yatırdık
Keklik’le kırk günü beraber geçirdik
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Keklik anasıyla, babasıyla yatardı
Boynuna kolye, saçına toka takardı
Küçük yetimlere ana gibi bakardı
Göçerlerde böyle gelin görmedim
Keklik seviyorsan söyle asmazlar
Çingene’ce konuşma, dilin kesmezler
Kel Hakkı’yı sana layık görmezler
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hakkı kalay yapar, kirlenmiş yüzü
Güllü Keklik pırıl pırıl, cam gibi gözü
Onun ailesine bağlılığı şaşırttı bizi
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hava soğuk her yer buz tutmuş
Güllü Keklik yanar, sanki kor yutmuş
Çoluk çocuk derdi, o kendini unutmuş
Göçerlerde böyle ceylan görmedim
Gençlik bilmemiş, kader gülmemiş
Töre böyle diye karşı gelmemiş
Kel Hakkı’yı kendi bulup almamış
Göçerlerde böyle gelin görmedim
Kar, yağmur gitti, hava düzeldi
Çingene gelini huri kadar güzeldi
Ona olan sevgime yazgı yazmadı
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Süslendi karşımda, astabını giyindi
Yükleyip tüm göçünü eşeğe bindi
Hasan, olmaz deyip sırtını döndü
Göçerlerde böyle gelin görmedim
ERDOĞAN ÇALIŞKAN KIRŞEHİR GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR 17 10 2011
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.