- 1066 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
BANA SU VERDİ
BANA SU VERDİ, BANA SU VERDİ
Bugün hemen hemen tüm haber kanallarında Paris’teki Nortre Dame Katedrali’nde yangın çıktığıyla ilgili haberler verildi. İçimden “İnşallah küçük bir yangındır. ” diye geçirerek bilgisayar başına geçip haber sitelerini taradım. Haberler doğruydu ve internete düşen görüntülere bakılırsa maalesef çok büyük bir yangın çıkmıştı. Koca Katedral cayır cayır yanıyor; itfaiyenin sıktığı su, alevleri söndürmekte yetersiz kalıyordu. Durumun vehametini görüp anlayınca bir an için yüreğimin sıkıştığını, içimin daraldığını hissettim; gözlerimden akan birkaç damla yaş elbette ki gönlümdeki yangını söndüremeyecekti.
Şimdi diyeceksiniz ki “Sen Hristiyan mısın?” Elbette ki hayır, elhamdülillah Müslümanım. “Peki hiç Paris’e gittin mi, Norte Dame Katedrali’ni gördün mü?” Gitmedim, görmedim. “Peki niçin üzülüyorsun kardeşim?”
Anlatayım: 80’li yılların ortalarında bir yaz günüydü. Yaz tatilimi baba ocağında, doğum büyüdüğüm köyde geçiriyordum. Günlerden pazardı ve TRT’nin her pazar saat 10.30’da yayınladığı pazar sinemasını seyretmek üzere köy kahvesine gitmiştim. O yıllarda televizyon zengin ailelerin sahip olabildiği bir cihaz olduğu için köy kahvesi doluydu. Kahvedeki masalar bir kenara çekilmiş; sandalyeler, yazlık sinemalarda olduğu gibi televizyonun karşısına dizilmiş ve köylüler – genellikle gençler- sandalyelerine oturmuş filmin başlamasını bekliyordu. Kahvehane sahibi ise bir tepsi dolusu tavşan kanı çayı “Burası söğüt gölgesi değil beyler, çay içmek mecburi” diyerek satma derdindeydi. Film başladığında çok mutlu olmuştum zira ekranda “Notre Dam’ın Kamburu” yazıyordu. Hugo’nun Notre Dame de Paris romanını yıllar evvel okumuş ve çok etkilenmiştim. Şimdi aynı eseri bir senaristin bakış açısıyla film hâlinde izleyecektim. Fim başlayalı birkaç dakika olmuştu ki ön tarafta oturan gençlerden biri yüksek sesle “Aaa, ben bu filmi seyrettim. ‘Bana su verdi, bana su verdi’ diyen kamburun filmi bu. Çok güzel film.” dedi.
Notre Dame Katedrali’nin alev alev yanmasına işte bu sebeple üzülmüştüm. Katedral 12. yüzyılda yapılmışmış, mimari yönünden harikaymış, içinde çok değerli tablolar ve heykeller varmış, bilmem hangi kral burada taç giymişmiş vs. beni hiç ilgilendirmiyordu. Beni ilgilendiren şey, Paris’ten binlerce kilometre uzakta yaşayan bir köy delikanlısının dahi zihninde ve yüreğinde iz bırakan o meşhur cümleler idi. Victor Hugo’nun meşhur romanında çirkin, sağır ve kambur Qousimado güzel çingene kızı Esmeralda’ya minnetttarlığını ve derin aşkını “Bana su verdi, bana su verdi!” cümleleriyle ifade etmişti. Ve maalesef ki Qousimado’nun zangoçluğunu yaptığı, her gün düzenli olarak çanlarını çaldığı bu mekân alevlere teslim olmuş görünüyordu.
Asırlar önce elli kırbaç cezasına çarptırılan ve cezası Notre Dame’ın önünde infaz edilen Qousimado’nun “Bana su verin, bana su verin!” yalvarışlarıyla bugün alevler arasında kalıp “Bana su verin!” diyormuş gibi aciz ve zavallı bir görüntü sergileyen Notre Dame Katedrali arasında ne müthiş bir benzerlik vardı yarabbi! İşte yüreğimin sıkışmasına, gönlümün daralmasına ve gözlerimden birkaç damla yaş akmasına sebep olan şeyler bunlardı.
O anda zaman mekân tanımayan bir süpermen olsaydım derhâl Katedral’e gidip Qousimado’dan kalan eşyaları kurtarmaya çalışırdım. Biliyorum, çok saçma bir düşünce bu; Qousimado öleli asırlar oldu, ondan geriye ne kalmış olabilir ki? Olsun, ben yine de gider, hiç olmazsa Qousimado’nun ellerinin değdiği, kokusunun sindiği o görkemli çanları kurtarmaya çalışırdım.
Aslına bakarsanız Victor Hugo 19. yüzyılda yaşamış, romanında anlattığı olaylar ise 15. yüzyılın sonlarında geçiyor. Qousimado diye bir zangoçun, Esmeralda adında bir çingene kızının yaşayıp yaşamadığı meçhul. Olayların tümü kurgu, kahramanların tümü hayal mahsulü olabilir. Yaşanmıştır veya kurgudur, gerçektir veya hayal mahsulüdür; bunların hiçbiri roman okuyucusu olarak beni ilgilendirmiyor. Hugo öylesine derin ve gerçekçi romantik – realist bir roman yazmış ki beni inandırmış, çirkin ama yüreği temiz Qousimado’yu bana sevdirmiş. İşte edebiyatın gücü…
Öyle sanıyorum ki Esmeralda’nın Qousimado’ya verdiği su nasıl ki o çirkin kambura yaşama sevinci ve mutluluk bahsetmişse Paris itfaiyesinin Katedral’e serptiği su da o muazzam yapıya can simidi olacak ve daha asırlarca ayakta kalmasını sağlayacak ve belki de yüz sene, beş yüz sene sonra Paris’e giden torunlarımdan biri Katedral’i gezerken: “Qousimado bu koridorlarda gezindi, kokusu bu duvarlara sinmiş, izin verseler de onun dokunduğu çanlara ben de elimi sürsem.” diyecek.
YORUMLAR
Şimdi diyeceksiniz ki “Sen Hristiyan mısın?” Elbette ki hayır, elhamdülillah Müslümanım. “Peki hiç Paris’e gittin mi, Norte Dame Katedrali’ni gördün mü?” Gitmedim, görmedim. “Peki niçin üzülüyorsun kardeşim?”
Yanan Notre Dame da, IŞİD tarafından tahrip edilen Palmyra antik kenti de, Talbian'ın parçaladığı Bamyan Buda heykelleri de insanlık mirasıdır. Yokolmaları, kaybolmaları hepimizi fakirleştirir. Notre Dame'a üzülmek için Katolik, Buda'lar için Budist, Palmyra için de pagan olmak gerekmez. Aynen sizin söylediğiniz gibi:
belki de yüz sene, beş yüz sene sonra Paris’e giden torunlarımdan biri Katedral’i gezerken: “Qousimado bu koridorlarda gezindi, kokusu bu duvarlara sinmiş, izin verseler de onun dokunduğu çanlara ben de elimi sürsem.” diyecek.
Saygılarımla.
Trabzon Konak Sineması'nda, kaç yıl önce seyrettiğimi hatırlayamam... belki, >kırk yıldan fazla oldu?. O filmden hatırladığım tek şey; filmin sonunda, ana konu olan kamburun tekrar- tekrar söylediği o ünlü ve özel tonda söylediği söz: "Bana su verdi... bana su verdi... bana su verdi, ..." Nötredamın Kamburu. Zihnimde, o gün bu gündür tekerlemesi kaybolmadan ve aynı canlılıkla dilimde devrediliyor. kadiryeter 2019 TRABZON.