- 434 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Allah herşeyi bilmez mi?
Ehl-i Sünnetin istikametli nazarı ile modernistlerin arızalı bakışı arasındaki nüanslardan birisinin ‘kuşatılamayanın reddi-kabulü’ ayrımında göründüğünü düşünüyorum. Malum, bu tayfadan bazılarının, Kur’an’da hakkında sarih beyan bulunmasına rağmen, Allah’ın bilgisinde bir gaybın bulunduğu noktasında şüpheleri var. Hatta, şüphe de değil, Abdülaziz Bayındır gibilerin “Allah herşeyi bilmez!” diyerek açıkça beyan edebildikleri bir yanlış bu. Bu yanlış, aklı, (hâşâ) Allah’ı ilmini dahi sınırlayabilir bir muhtar telakki etmelerinden kaynaklanıyor. İlm-i İlahînin, beşerî aklın rağmına, bütünü ihata ediyor oluşu bu taifenin kanına dokunuyor.
Neden dokunuyor? Çünkü böylesi bir ihtimal ’spesifik’ deyip sürekli çamur attıkları bir bilgi alanının hakikat olabilme ihtimaline kapı açıyor. Bir gaybın varlığına iman etmek reddetmeyi arzuladıkları şeyleri o kadar kolay İslam’ın dışına atamayacaklarını imâ ediyor onlara. Öyle ya. Eğer varlığın sizin asla kuşatamayacağız köşeleri, yani bir gaybı olduğuna iman ederseniz, spesifik deyip çamur attığınız birçok şeyin de hakikat olarak karşınıza çıkabileceğine ihtimal vermişsiniz demektir.
En azından şunu itiraf etmişsiniz demektir: Şimdiye kadar bunun hakikatini anlayamadım. Ama benim bunun hakikatini kavrayamamış olmam ’olmamasına’ delil olmaz. Çünkü gayb Allah’ın bilgisindedir. Ve iman sahibi olmak aynı zamanda bir gaybın olduğuna da iman etmektir. Allah’ın ilmi karşısında beşerin bilişinin mecbur olduğu hal budur. Acziyetinin gerektirdiği budur. Açık kapı bırakmadır henüz bilinmeyenin hakikat olabileceğine. Yarın bu hakikatler ortaya da çıkabilir.
Bu yüzden Kur’an’ın “Bugün dininizi tamamladım!” hükmünü İslam’ın temel esaslarının tamamlanması çerçevesinde değil, bütününü alçıya alan, kıpırdamaz hale getiren bir şekilde anlayanları da vardır. Hatta oradan içtihadî meselelerin ve tüm İslamî ilimlerin reddiyesine kadar gidenleri olmuştur. Neden? Öyle olursa inkâr etmede elleri rahatlar çünkü. Hz. Ali’nin (r.a.) de Haricilerle yaşadıkları böylesi bir ’alçıya alışa’ karşı Kur’an’ın ’tevil edilebilirliği’ üzerine verdiği bir mücadeledir. Zira farklı tefsirlere açık yerlerde “Yalnız benim anladığım gibidir!” demek de bir tür arızadır.
Bediüzzaman birçok eserinde bu nazarı sigaya çeker. 20. Lem’a’da “Hak yalnız benim mesleğimdir!” diyene karşı yaparken bunu, 26. Söz’de cüz-i ihtiyarinin reddine teşebbüs edenlere karşı yapar aynısını: “Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey malumatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.”
Bir adım sonrasında benzeri bir ikazın ’hadis müdafaası’ çerçevesinde 24. Söz’de yapıldığını görürüz: “Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu ’On Asıl’ı nazara al. Sonra sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki’ gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehadis-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma! Zira, evvela o ’On Asıl’ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. ’Hakiki bir kusur varsa, bize âittir’ derler, hadise râcî olamaz. ’Eğer hakiki değilse senin sû-i fehmine âittir’ derler. Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu ’On Asıl’ı tekzib ve iptal etmek lazım gelir. Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. ’Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!’ de, ilişme.”
Haydi, yazıyı uzatmayı göze alarak, bir örneğini daha söyleyeyim. Yine 24. Söz’de esma dairesinde de böylesi bir dikkati tavsiye eder Bediüzzaman mü’minlere: “Mâdem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi’ terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir.”
Özetle demek istiyorum ki: İslamoğlu olsun veya Bayındır olsun, bu ekolün mensuplarının temel zaafiyeti, ’göre’leriyle ilmin sonuna geldiklerini sanmalarıdır. Veyahut aklın, yani şu anlık doğruya karar verenin, aynı zamanda bütün zamanları kuşatan hakikatin de tek doğrulayıcısı olduğunu düşünmeleridir. Halbuki zaman da bir müfessirdir. Bugün senin anlayamadığın bir hakikat belki senden sonra birilerinin keşfiyle açıklığa kavuşabilir. Bugün anlaşılmayan yarın herkesin kabul ettiği olabilir.
Peki sen bugün ona karşı nasıl bir tavır takınacaksın? Aklına uymayan herşeyi inkâr ile geçmişe sadece bir yıkıntı mı bırakacaksın? Yoksa “Belki benim de kuşatamamış olma ihtimalim var!” deyip gelecekte oradan hakikati bulabileceklere açık bir kapı mı bırakacaksın? İşte İslamoğlu ve benzerlerinin en çok takıldıkları taş bu. Spesifik dedikleri herşeye de bunu yapıyorlar. Geleneğin/geleceğin hakkı olan meseleleri “Ben bulamadıysam yoktur hakikati!” diyerek çöpe atıyorlar. İnkâr ediyorlar.
Aratılsa kolaylıkla videosu bulunabilecek bir örnek vereceğim: “İsrailoğulları olmasaydı et kokmazdı” hadisini sünnetullaha (hadi ’bilimsellik’ diyeyim ben) aykırı bulduğu için, Buharî’de olmasına rağmen, reddediyor İslamoğlu. Hatta Buharî’nin hadis rivayetini ne denli sağlıklı yaptığına dair bir suizanna da malzeme yapıyor.
Ben kendisine bir farklı bakış açısı öneriyorum şimdi: Sen, mesela “Balık baştan kokar!” dediğinde, yani bu atasözünü kullandığında, biliminsanlarıyla bir laboratuvara kapanıp elde ettiğin biyolojik bir kaideyi mi açıklıyorsun? Yoksa bir mecaz ile toplumun liderlerinden itibaren bozulduğunu mu belirtmeye gayret ediyorsun? Aleyhissalatuvesselamın orada “İsrailoğulları olmasaydı bu derece toplumsal bozulmalar meydana gelmezdi” gibi anlamlar da kastetmiş olabileceğini neden hiç ihtimale almıyorsun? Neden inkâr kolaycılığını seçiyorsun? Aklının büyüsüne kapılmasaydın, en azından Bediüzzaman’ın önerdiği gibi derdin ki, “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!” Fakat, ne yazık, kibrin aklının ellerinden tutmuş. Bunu bile söyleyemiyorsun.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.