Esra (13 Mart 2016)
Yaşamaya devam etmemin tek sebebi sendin Esra. Tabi buna yaşamak denebilirse. Dum vivimus vivamus. Hayatta olmak yaşadığımız anlamına gelir mi? “Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü*” değil mi? Sen çok severdin şiir okumayı.
Yaşamaya devam ediyordum inadına, yaşayamadığımı bile bile. Pek çok kalpler kırdım inatla, kalp kırıklığı nedir bile bile. Aptal gibi alınıyordum her şeye, değer bekliyordum, kendime bile değer vermezken başkalarının bana değer vermesini istiyordum. Dünya benim için çok karanlıktı ve ben karanlıktan korkan küçük bir çocuk gibiydim. Ama yanımda benden de küçük bir kardeşim vardı. Sen vardın Esra. Korkmamalıyım, önce seni korumalıyım. O an en karanlık köşede bile beni korkutacak hiçbir şey yok. Hiçbir şey! Peki kardeşim büyüyüp gittiğinde halen daha çocuk kalan bana ne olacaktı? Korumam gereken tek kişi ben olduğumda cesaretimin kaynağı ne olacaktı? Senin büyümenden o kadar çok korkuyordum ki. Ama baksana şuna, kocaman oldun Esra.
Ağabeyiniz olarak her zaman sizin için yaşayarak büyüdüm. Babam ve annemin boşanmasıyla başladı sanırım her şey. Ne kadar çok ağlamıştın hatırlıyor musun? Henüz 5 yaşındaydın ancak sonrasında doğabilecek sonuçları o zaman dahi benden iyi görmüştün. “Artık aile olamayacak mıyız?” diye sormuştun babama. O ise hiçbir şey demeden cebinden bir çikolata çıkarmıştı sadece. Bense öfkeden kudurup kapımı çarparak odama kapanmıştım. Sonra sen geldin içeri. Hatırlıyor musun bilmiyorum. O kadar masum ve tatlıydın ki. Çikolatanı bana uzatmıştın. Al abicim, demiştin. O an o kadar öfkeliydim ki çikolatayı kaldırıp fırlatmıştım. Sen bu ani hareketimle irkilip ağlamaya başlamıştın yeniden.
Oğuz da daha 9 yaşındaydı. O sıralar hiç anlaşamazdık onunla. Oğuz çok farklı bir çocuktu. Seni çok severdi. Beraber resim çizip dururdunuz. Ödevleri ve okulunu hiç önemsemez ve annemi kızdırırdı. Bense babamın gitmesiyle “evin erkeği” olmuştum. 15 yaşımdaydım, koca adam olmuştum. Oğuz’u azarlardım sürekli. Anneme hiç yardım etmezdi. Annem tek kelime bile etmezdi Oğuz’a. Oğuz daha küçücük çocukmuş zaten. Ben bile çocukmuşum. Sense yine yaşından çok daha olgundun. Her kavgamızın ardından Oğuzla beni tutar zorla sarılıp, öptürürdün. Sonra gıdıklamaya başlardın bizi. Gıdıklardın ki gülelim. Oğuzla hemen hemen her gün kavga etsek de sen her seferinde tatlı kahkahalarınla bizim yeniden sarılmamızı sağlardın. Aradan 3 yıl geçti ki her şey daha da kötüleşti.
Sen sürekli şiirler okurdun anneme, biliyorum yorulurdu seni dinlemekten ancak tek kelime bile etmezdi. Sen onun yanındayken gülümsemek için kendini o kadar zorlardı ki haline acıyıp seni oradan uzaklaştırmak isterdim. Ancak sen, annemi eğlendirdiğine inanır ve gitmemek için direnirdin. Annemse gerçekten daha fazla dayanamayacak duruma gelene kadar seni yanından götürmeme izin vermezdi. Annem hastaneye yatmıştı, kemoterapi görüyordu. Sen durumu tam kavrayamamıştın. Oğuz ise bu olay ile daha da yıkılmıştı. Okuluna gitmiyor, sürekli öğretmenlerinden şikayet geliyordu. Sürekli annemin yanına kaçıyordu. Annem kızardı ona, okula git derdi. Babam Oğuz’u azarlardı. Babamın Oğuz’u azarlamasıyla fark ettim benim de sürekli Oğuz’u azarladığımı. Babamla aynı şeyi yapmak bana o kadar koydu ki o günden sonra ne olursa olsun Oğuz’un yanında durmaya başlamıştım.
Saçların upuzundu Esra hatırlıyor musun? O dalgalı kumral saçların belini bile geçiyordu neredeyse. Annemin saçlarının döküldüğünü görünce eline bir makas alıp saçlarını kesmiştin çarpık çurpuk. Teyzem ne kadar da kızmıştı sana. Saçlarını toplayıp çantama koymuştun. Anneme götürmüştün. Benimki çok uzundu birazını sen al demiştin anneme. Annem peruk takmaya başladı ondan sonra, sırf sen üzülme diye. Sen büyüdükçe ve annem git gide kötüleştikçe anlamaya başladın. Bunun normal olmadığını, her şeyin kötüye gittiğini. Oğuzsa bunu çoktan anlamıştı.
Sürekli anneme resimler çizerdi. Geceleri hiç uyumazdı Oğuz. Annem de uyumazdı zaten. Annemin yanında kalmak isterdi Oğuz her gün, zaten uyumuyorum derdi. Sabaha kadar oturur resim çizerdi. Ağlardı, anlardım. Ancak hiç ses çıkarmazdı. Sanki içine ağlardı. Gözleri kıpkırmızıydı her sabah, göz altları mosmor. Henüz ortaokula giden bir çocuktan hiç beklenmeyecek bir görüntüye sahipti. Saçlarını üç numaraya vurdurmuştu hatırlıyor musun? Hiç de yakışmamıştı. Herkes kızmıştı Oğuz’a. Sen ise çok beğendiğini söylemiştin. O günden sonra Oğuz’a hep “Yakışıklı Abim” demeye başlamıştın hatta. Çeyrek asırmış gibi süren yıllar boyu Oğuz git gide kötüleşti. Artık gıdıklayınca bile gülmüyordu Oğuz. İkimiz hep onun neşesini yerine getirmeye çalışırdık. Yalandan gülümserdi, sen uzaklaşınca yine gömülürdü kağıtlara. Okulda kavga ediyordu, hırpalıyorlardı kardeşimi. Sonunda okulunu değiştirdi babam. Ancak hiçbir işe yaradığı yoktu. Oğuzu da annemle beraber kaybediyorduk resmen.
Bense sizinle olmaya çalışarak, sürekli annemi düşünerek ve resmen ölü gibi yaşayarak geçirdim yıllarımı. Bir yandan da üniversite sınavına hazırlanmaya çalışıyordum. Annemi kaybetmekten çok korkuyordum. Bu düşünce sürekli beynimin bir yerlerinde kabul etmesem de dolaşıyordu. Boğazım düğümleniyor, yutkunamıyordum. Güçlü olmalıydım, ağlamıyordum. Ancak ben gözyaşlarımı tuttukça nefes de alamıyordum. Oğuzu kaybetmekten korkuyordum, çünkü o çoktan kendini kaybetmiş gibiydi.
Annemin inişli çıkışlı durumu neredeyse üç yıl sürmüştü. Tam bitti derken yeniden kötüleşmeleri, umutsuzluğa kapılmamak için kendi içimde yaşadığım çatışmalarım, Oğuz’un tüm neşesini kaybetmesi. Hayattaki tek güzel şey sendin. Sen bile büyüyordun bu dünyanın acımasızlığına aldırmadan. Neşe saçıyordun etrafına hep güler yüzlüydün ya da en azından hep öyle görünmeye çalışmıştın. Ancak o yıkıcı son gelmişti. Annemizi kaybetmiştik. Bu o kadar saçmaydı ki. Neden diye sormaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. Ne sana ne Oğuz’a yardımcı olabildim o süre zarfında. Oğuz’u zorla bir psikiyatriste götürmüştü teyzem. Teyzem de yıkılmıştı. O yıllarda farkında değildim ancak hepimizle beraber uğraşıp duruyordu. Resmen hayatını bırakıp bize adamıştı kendini. Nişanlısıyla dahi ayrılmışlardı. Bizi hiç suçlamadı ancak bence asıl sebebi buydu. 3 yıl boyunca hastane ve ev arasında koşuşturmaktan kendi hayatını rafa kaldırmıştı.
Bir yıl sonrasındaysa her şey daha da kötüleşti. Evet, sanki tüm evrenin bizim hayatımızla bir zoru var gibiydi. Ve senin de tüm kötülüklerle bir sorunun var gibiydi. Hepsine karşı dimdik duruyordun. Ancak bu sefer olan çok ağırdı. Oğuz. Oğuz intihar etmişti. Kendini bir AVM terasından bırakmıştı. Ona ne kadar da kızmıştım. İntihar, ne kadar da aptalca, korkak ve küstahça bir davranıştı. Ancak şimdi daha iyi anlıyorum onu. Zaten hep garip bir çocuk olmuştu. Bu dünyaya oldukça yabancı olan benden dahi daha yabancıydı bu dünyaya. Kesinlikle bu dünyaya ait değildi, olamadı da. Ama acaba gittiği dünyaya ait miydi ki? Ya insan hiçbir dünyaya ait olamayacak kadar farklıysa? Oğuz’u da kaybetmiştim. Hayata tutunmaya çalıştıkça daha fazla üzerime geliyordu. Sadece sen vardın Esra, sadece sen. Halen daha melek gibi saf, iyi ve güzel. Annem ve kardeşimin ölümlerinden hep babamı sorumlu tuttum ve hayatımdaki geriye kalan tüm sorunları da o ya da bu şekilde onun üzerine yükledim. Onu halen daha anlayamıyorum. Sanırım o tam olarak bu dünyaya ait. Tam olarak hem de. Tüm bu olanlardan sonra bile halen daha yaşayabiliyor.
Teyzem hastaneye kaldırıldı. Ben de tedavi görmeye başladım. Sana gerçeği söyleyemedik bile. Teyzemi epey bir süre bırakmadılar. Nihayet çıktığındaysa artık teyzemiz değil gibiydi. Bir ruh gibi dolanıyordu etrafta. Bense her gece içiyor, ağlıyor ve kendi kendimi yumrukluyordum. Tüm dünyadan nefret ediyordum.
Peki ya sen Esra? Sen tüm bu olaylar arasında o kadar saf o kadar çocuk o kadar iyiydin ki. Sanki bu dünya sana hiç değemiyordu. Oğuz’un intiharını yıllar sonra öğrendiğinde bile yok olmadın. Oğuz’un intiharını sana anlatmamın ardından kızgınlıkla ettiğim o saçma sapan cümleleri hatırlamaya dahi utanıyorum. Sense o küçücük ellerinle benim yanaklarımı okşamış ve gözyaşlarını göz yaşlarıma katmıştın. Ne Oğuz’a kızmıştın ne bana hatta babama dahi kızmamıştın belki de. Anneme çok benzedin büyüdükçe. Sana baktıkça onu görür oldum. Anneme de kızdım, bizi bırakıp gitmişti bu dünyadan.
Sanırım hiç kimse beceremedi yaşamayı. Sadece sen ve babam tutunabildiniz bu hayata. Komik olan da bu ya zaten. Babama en uzak kişi sensin bu dünyada, abartısız en uzak. Ancak garip bir şekilde ikiniz de bu hayata tutunmayı başardınız.
Hatırlıyor musun, annemin mezarına her gittiğimizde sen mezar taşına sarılır ağlardın, sonra da konuşurdun onunla. Ancak anlamlı kelimeler kullanmazdın. Heceleri birbirine katar, harfleri karıştırır ve gevelerdin bir şeyler. Nedenini sorduğumdaysa “Annemle özel konuşuyoruz o benim içimi de duyabilir” derdin bana. O halde sadece içinden konuş demiştim sana. Bana çok kızmıştın. “Belki sen de anlamak istersin diye dışımdan söylüyorum.” demiştin ve bir daha da anlamsız kelimelerden oluşan o anlamlı konuşmanı yapmadın hiç. Enis meyivorus Esra, seni seviyorum.
Ufuk. İlk sevgilin olduğunu söylemiştin ama sonra aslında ikinci sevgilin olduğunu itiraf etmiştin. Benimle tanıştırmak istemiştin ve benim bu olay karşısında gösterdiğim uçarı tepki seni o kadar üzmüştü ki. Ama sen benim her şeyimdin Esra. Her şeyim sendin. Senin biriyle olmanı, birinin seni üzmesini kaldıramazdım. Ancak üzen ben olmuştum. Liseli bir çocuğun evine kadar gidip özür dilemiştim sırf senin için. Hoş hiç de sandığım gibi itin biri çıkmamıştı Ufuk. Birbirinizi gerçekten seviyordunuz. Hatta beraber okuma hayalleri kurduğunuz bölümü dahi kazanmıştınız. 4 yıl oldu değil mi? 4 yıldır berabersiniz. Beraberdiniz.
Sen şimdi 19 yaşındasın, Oğuz yaşasa 23 yaşında olacaktı. Peki bu nasıl bir kabus Esra? Böylesi bir acıya hangi yürek dayanabilir söylesene bana. Bütün bu olanların gerçekten çok büyük bir anlamı olmalı. Ama yok! Koduğumun dünyasının hiçbir anlamı yok! Her şey o kadar saçma, o kadar anlamsız ve o kadar gerçek ki! Bunca yıl sonra, her şeyin de üstesinden gelmişken. 19 yaşına gelmişken Esra. 19. Küçükken “19 yaşımda evleneceğim.” derdin. “19 yaşımda, tıpkı annem gibi öğretmen olacağım.” derdin. Sana üniversiteyi bitirmeden öğretmen olamayacağını söylediğimde, gerçekten istersem olurum derdin.
Annemizi bizden alan kanser. Oğuz’u kendi canına kıydıracak kadar acımasız olan bu dünya. Şimdi de bu mu? 13 MART 2016 SAAT 18:45** yazdı gazeteler. Sabah ne kadar da neşeli çıkmıştın evden, her zamanki gibi. Akşam ara, gelip seni alayım dedim. Gerek yok kendim gelirim demiştin. Gelemedin Esra. Bekledim ama gelmedin. Duydum ve o an anladım, hissettim. Kabullenemedim. Hayır bu kadarı da olamaz dedim. Herkes kaçışırken ben koştum dosdoğru. Kendi kendime bile söylemeye dilim varmadı. Babam aradı, açamadım. Teyzemin olanlardan haberi var mıydı bilmiyorum bile. Polis açıkladı. Kabullenemedim. Senin o melek yüzünün dahi teşhis edilemeyecek halde olduğu söylendiler sadece. Daha 19 yaşındaydın. Tüm karanlıklara rağmen cıvıl cıvıldın. Neşe dolu, umut dolu, hayat doluydun.
Şu karanlık dünyada tüm gücünle parıldardın. Seni bile söndürdüler mi Esra?
* Nazım Hikmet, Karlı Kayın Ormanında ( 14 Mart 1956, Moskova)
* 13 Mart 2016 tarihinde Ankara’da gerçekleşen ve 37 kişinin hayatını alan terör saldırısı
Kuzey, 8 Nisan 2019
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.