- 769 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ANIYA DAMGA VURAN PARMAKLAR
Ahmet Bey , ülkenin sayılı mimarlarından biriydi. Uzun siyah saçları, esmer teni, kahverengi gözleri, dik ve uzun burnu kirli fakat biçimli sakalları, sakallarının uzunluğundan, gür bıyıklarından görünmeyen küçücük ağzı, az yemekten çekilmiş, zayıf ve çelimsiz kalmış bedeniyle çalışma odasında yerini almıştı. Yine her hafta sonu olduğu gibi kendisini eve kapatmış bilgisayarından çizimlerini, tasarımlarını düzene koymaya çalışıyor bir yandan da hafta içi neler yapabilirim düşüncesiyle debelenip duruyordu.
Ahmet Bey’in eşi biyoloji öğretmeniydi. İki erkek ve bir kız çocukları vardı. Evleri geniş ,meyve ağaçlarıyla dolu ve çeşit çeşit çiçeklerle süslü herkesin imrenerek baktığı bir bahçenin içindeydi. Ahmet Bey, çalışma aşkının verdiği azimle olacak, etrafında olup bitene kayıtsız kalıyor, dünyanın paha biçilmez nimetlerinden çok az faydalanıyor, kendisini sadece işine veriyordu.
Bugün de pazar günlerinin rehavetini üzerinden çabuk defetmiş ve işinin başına adeta sevinçli, meraklı bir çocuk edasıyla hücum etmişti. Çocukları birbirinden zekiydi bu genç çiftin. Öyle ki anne ve babalarına bir yetişkinin dahi usuna gelmeyecek türde ilginç ve düşündürücü sorular soruyor onların yanıtlayamadıkları soruları mantık çerçevesinde yanıtlıyor , anne ve babalarını hayrete düşürüyorlardı.
Bu çocukların en büyüğü Livan ’dı. Livan, uzun siyah saçlı, ela gözlü , yaşıtlarına nazaran uzun boylu, on yedi yaşında olduğunu tam da belli edecek yapı ve kiloya sahip bir kızdı. Bu kız çevresindeki insanların ve arkadaşlarının gözdesiydi. Öğretmenlerini dahi çoğu zaman bilgi münakaşasında zor duruma koyan , okumayı hiçbir şeye değişmeyen, hiçbir şekilde sözünü sakınmayan bu nedenle ölçüp biçip ona göre konuşan bir kızdı. Daima okuyup babası gibi başarılı bir mimar olmak istiyor ve kendisini bu doğrultuda yetiştirmeye çalışıyordu. Sayısal bölüme yönelmesi ve matematiğe önem vermesi bundandı. Çizimler yapıyor, babasının tasarımlar ve çizimler üzerine halihazırda bulunan kitaplarını okuyor, babasının yapıtlarını takip ediyordu.
Yine okulların olduğu bir günde Livan , okuma aşkının sarhoşluğuyla yeni gelin heyecanına benzer bir heyecanla okula gelmişti. Dil ve anlatım dersinde anı konusunu işliyorlardı. Konu bittikten sonra öğretmeni herkesten bir anı yazmalarını istenişti. Livan’a da ‘’Geçen gün dünya engelliler günüydü . Senden ellerin engelli insanlar için önemi hakkında bir anı yazmanı , getirip arkadaşlarınla ve benimle paylaşmanı istiyorum . Fakat çevrendeki engelli bireylerle yaşadığın ve ya yaşayacağın, başından geçen bir anı olsun’’ demişti. Livan her ne kadar da yapamam ben onlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum , çevremde de engelli insan var mı yok mu bihaberim demişse de öğretmenini ikna edememişti.
Bu içerisinde bulunduğu girdabın çözümsüzlüğünü yaşayarak eve dönmüştü. Günler birbirini kovalıyor, fakat Livan bu günlerin verimini göremiyordu. Vakit aralığın ikinci haftasını gösteriyordu. Öğretmeni kendisine iki hafta vermişti. Ne yazık ki , Livan bu sürenin yarısını internetteki sitelerde harcamış, dişe dokunur bir şey bulamamıştı. Bulduğu şeyler de kendisine inandırıcı gelmiyordu. Zira hayata dair yaşanmış tecrübelerin kendisine ,arkadaşlarına ve öğretmenine daha çok inandırıcı geleceğine inanıyordu. Bu içerisinde bulunduğu durumda kendisini ziyadesiyle rahatsız ediyor ,ilk defa başarısızlığa uğrayacağının ümitsizliğine kapılıyordu. ‘’Hani akıl akıldan üstündür.’’ derler ya; Livan da anne ve babasına bu durumu danışmaya, onların görüşlerini almaya karar verdi.
Yatağından doğrulup anne ve babasının yanına gitmek üzere ayağa kalktı. Odasından çıkıp oturma odasına girdiği vakit babasının gözlerini dinlendirmek üzere sırtüstü kanepeye uzandığını ve gözlerini kapattığını gözlemledi. Annesi ortalıkta görünmüyordu . Bir süre babasının bu durumunu izledikten sonra kısık ve uysal bir ses tonuyla babasına; ‘’Rahatsız etmiyorum değil mi babacığım?’’ diye seslendi. Ahmet Bey, istifini bozmayarak sanki kızının kendisini bir süredir izlediğini fark etmişçesine rahat bir tavırla gözlerini açarak, ‘’Hayır kızım rahat ol ‘’ diyerek kızının kendisine karşı tereddütsüz bir güvenle gelmesini sağladı. Livan odanın kendi odasına yakın bölümünden gülen bir yüzle babasına doğru ilerledi. Yanına otururken Ahmet Bey kızının yüzündeki karmakarışık ifadeyi fark ediyordu. ‘’Seni dinliyorum kızım ‘’ diyerek saçlarını okşadı. Livan bu sevgi belirtisinden güç alarak içinden çıkılması zor durumu anlatmaya başladı: Geçen hafta dil ve anlatım dersinde anı konusunu işledik ve öğretmenimiz herkesin bir anı yazmasını istedi. Dolayısıyla benim de bir şeyler yazmam gerekti . Fakat öğretmen beni yanına çağırıp ; ‘’Birkaç gün önce 3 Aralık dünya engelliler günüydü .Senden ellerin engelli bireylerimiz için önemi hakkında bir anı yazmanı ve getirip bizimle paylaşmanı istiyorum’’ dedi .Ayrıca çevremdeki engelli bireylerin yaşantılarından yararlanarak bu anıyı yazmam gerektiğini belirtti. İki haftadır internetten araştırma yaptım , fakat bu bireylerin yaşamında yer alan ellerin önemi üzerine anı olabilecek hiçbir şey bulamadım. Bana ancak siz yol gösterebilirsiniz diye düşündüm ve size danışmaya karar verdim .Siz ne önerirsiniz babacığım ?’’
Ahmet Bey , sırtını yasladığı kanepenin kenarından ayırıp doğrularak , kızına uzun uzun bakıp: ‘’Bu tür konuları bizimle paylaşman , bizlerin tecrübe ve fikirlerinden yararlanmaya çalışman erdemli davranışların başında gelir. Zira farkında olduğun birtakım değerler ne yazık ki yeryüzünden silinmeye , hiçliğe gömülmeye yüz tutmuş durumda . Nitekim sen ve senin gibi aklıselim hareket eden bireylerin sayesinde nesilden nesile aktarılarak gelen erdemli davranışlar hiçliğe yüz tutmuşluğun pençesinden kurtulacak buna inanıyorum. Senin gibi böyle bir düşünceye ve hayat karşısında böyle bir duruşa sahip bütün bireylerle gurur duyuyorum,“dedi.
Livan ise ,’’Babacığım bu erdem dediğin duruş siz anne babaların elllerinde yoğrulup hayat bulan, biz evlatlara sevgi , saygı ve samimiyetin birleşmesiyle sunulmuş bir değerdir. Bize düşen sadece bu cevherin işleme konulması hususunda bilinçli olmak ve bu cevherin dile getirilmesini sağlayarak gelecek nesillere erdemli davranışların aktarımına vesile olmaktır, tıpkı sizin gibi ‘’ dedi.
Ahmet Bey kızına tebessüm ederek şöyle dedi: ‘’ Ne mutlu bize ki sizin gibi evlatlarımız var. Bu uğurda ve bu yolda ilerlemenin sizlere bütün yaşamınızda katkıları hatırı sayılır olacaktır. Yanılmıyorsam kızım ; annenin görme engelli bir bayan arkadaşı var . Ayrıca edebiyat öğretmeni olduğunu anımsıyorum. Sanırım annen sana bu hususta yardımcı olacaktır.’’
Livan babasına sarılarak ,’’sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum babacığım çok iyisin iyi ki varsın. Vakit geçirmeden gelip sana ve ya anneme danışmış olsaydım şimdiye kadar ödevimi tamamlamış olurdum. Bana altın değerinde bir yardımda bulundun ‘’diyerek babasının sağ yanağına bir öpücük kondurup, mutfakta olduğunu tahmin ettiği annesinin yanına gitmeye koyuldu. Mutfak kapısında Livan annesiyle göz göze geldi. Anne Ruveyda Hanım ; mutfağın kapısı önünde kızıyla göz göze gelince biraz irkildi, daha sonra kendisini kontrol etmeyidenedi.
Omuzlarına dökülen kızıl saçları, koyu ele gözleri, kumrala yakın beyaz teni, ince sürmeli gözleriyle ahenkli bir görünüme sahipti. Tereddütlü bir tebessüm yüzünden akıyordu. Ellerini kızının yanaklarına dokundurarak heyecanlı bir sesle; Hayrola kuzum neyin var? dedi.
Annesinin bu garip hâlinin sebebini fark eden Livan ,gülümseyerek sakin bir ses tonuyla ‘’sana söylemek istediğim bir şey var anne ‘’ dedi. Ellerinden tutarak annesini getirip koltuklardan birine oturttuktan sonra meramını annesine açtı. Ruveyda Hanım , Ahmet Bey’in bahsinde bulunduğu öğretmen arkadaşını ve çocuklarını Livan’a anlatmaya koyuldu .’’ Çok nazik, ince ruhlu , cana yakın bir aile bunlar kızım . Ne vakit evlerinegitsem hürmette kusur etmiyor , bana gereken ilgi ve saygıyı ziyadesiyle gösteriyorlar.’’ Dedi.
Livan ‘’ anneciğim benim bu aileden bihaber oluşumda kendimin bir payı var mı?’’ diye sordu. Ruveyda Hanım ise , ‘’Hayır kızım ;bu benim hatam .Yarından tezi yok arkadaşımla ve çocuklarıyla tanıştıracağım.’’ dedi.
Livan uzun uğraşlar sonucunda günlerdir kazdığı kuyudan altın küpü bulmuşçasına hadsiz bir sevinçten farksız bir mutlulukla annesine teşekkür etti. Ebeveynlerinin yanından ayrılıp uyumak için yatak odasına yöneldi.
Ertesi gün geceden beri sabırsızlıkla tanışacağı aileyle bir arada bulunup gözlemlerini kayıt altına alacağı zamanları hayal ederek uyudu. Sabaha daha dinç , daha meraklı fakat daha sakin uyandı. Annesi, kardeşleri ve babasıyla güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra, annesiyle beraber merak ettiği insanların evinin yolunu tuttu.
Yolda annesine bu aileyle ilgili bazı sorular sorarak aile hakkında biraz bilgi sahibi olmaya çalıştı. Livan annesinin arkadaşının Semiha olduğunu ,iki çocuğunun olduğunu ,ikiz olduklarını, birinin kız diğerinin erkek olduğunu, ikisinin de görme engelli olduğunu ve bu çocukların babalarının birkaç sene önce bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini öğrendi. Üzülmüştü ; sonuçta bütün bireyleri görme engelli olan bu ailenin hayatlarını nasıl idame edebildiklerini düşündü.
Anne ve babanın hayatta olması, insanın sağlıklı olması bütün sıkıntıların üstesinden gelmeye yeter miydi acaba ? Yeterli değildi herhalde . Zira çoğu arkadaşının anne babası olduğu ve sağlıklı oldukları halde sıkıntıları bitmemişti. Kendisinin de yok muydu acaba ya da olmayacağı garanti miydi? Bu düşünceler içinde eve ulaştılar .Kapıyı çaldılar ve içerden ; sarı saçları ile beyaz omuzlarını örten orta boylarda otuzlu yaşlarında bir kadın göründü.
Kaşlarının rengi saçlarının renginden daha koyuydu. Güzelliğinin en açık delillerinden biri olan bembeyaz çehresi yeise meydan okuyan ümitli masmavi gözlere sahipti .Semiha Hanım , Ruveyda Hanım’ın kızıyla kendilerini ziyarete geleceğinden haberdardı. Bu nedenle bütün hazırlıkları tamamlamış , misafirlerinin gelmesini bekliyordu. Hoş geldiniz deyip içeri buyur edip ,onları oturma odasına götürdü.
Livan ,perdeleri gümüş renkli tüllerden meydana gelen pencereye doğru gıpta edercesine baktı .Perdelerin tertemiz olmaları ve gümüş renginin yeni alınmış gibi parlamasına hayret etti. Bu merakından kendini alıkoyamadı ve sordu: ‘’Bu perdeler yeni mi efendim? Çok canlı ve parlak duruyorlar da.’’ Semiha Hanım gülümseyerek cevap verdi : ‘’ Hayır , altı senedir emektarımızdır’’ dedi.
Livan, hayretle evi süzmeye devam etti. Bu arada Ruveyda Hanım olan biteni Semiha Hanım’a olduğu gibi aktarmış , kendisinin onayı olup olmadığını soruyordu. Semiha Hanım bir yandan çay koyuyor , öte yandan da ,’’ Eğer Livan’a yardımcı olabileceksek elbette elimizden geleni yaparız . Fakat sizlere bir şeyler anlatmaktan ziyade yaşatmanın en etkili yol olacağı kanaatindeyim. Siz ne dersiniz? ‘’ diye sordu.
Livan , bir yandan demliğin kulpunu tutan parmakların duruşunu takip ediyor , diğer yandan bardakları bir ana şefkatiyle saran diğer elin parmaklarına dikkat ediyordu . Bu fikrin kendisini çok geliştireceğini ileri sürerek tereddütsüz kabul etti. Ruveyda Hanım: ‘’Livan için uygunsa benin için bir mahsuru yok . Zaten Livan’ı sana bırakıp gitmeliyim. Zira dersim var ‘’ dedi.
Livan ise: ’’Kesinlikle kabul ediyorum. Benim de Semiha Hanımdan öğreneceğim çok şey var .Sana güle güle anneciğim.’’ Annesi kalkıp gittikten sonra Livan sorgulamasına başladı ‘’ Sizce ellerin önemi nedir?’’
Semiha Hanım: ‘’ Eller yüce yaradanın bizlere sunduğu, hayatımızın idamesi sırasında kendisinden faydalanmamızı istediği iki zümrüt parçasıdır. Anne karnında oluşmaya başlayan bebeğin bedenin oluşmasından ve kolların zuhur etmesinden sonra eller , daha sonra da parmaklar vuku bulmuştur .Nitekim Ellerin kolay ve önce oluşmaması onların ehemmiyetini ortaya koymaktadır.’’
Livan - Peki engelli bir birey için ellerin ve parmakların önemi nedir sizce?
Semiha Hanım –Yaradılış esnasında bütün azaları yerinde olan bir bireyin her azasına bir görev verilmiştir . Zira kulakların görevini ,gözlerin görevini veya dudakların görevini yine bu azalar yerine getirmektedir. Fakat biz engelli bireylerde bu durum değişmekte , görme yetimiz olmadığından dokunma ve dolayısıyla eller ,parmaklar devreye girmektedir. Ayrıca dikkatini çekti mi bilmiyorum fakat sizlere çay verirken sağ elle demliği tutmam olağan bir davranışken sol elle de bardağı tutmam bir hayli garip değil miydi ?
Livan –Evet dikkatimi çekmişti .Neden böyle bir şey yapma gereksinimi duydunuz ki?
Semiha Hanım – Bilindiği üzere bardağın dolu olup olmadığını takip etmek göz ile olan bir şeydir .
Bizler bardağı elimizle tuttuğumuzda o sıcaklığı hissederiz . Bu da bardağın dolup dolmadığını takip etmemiz için Allah’ın biz bireylere sağladığı kolaylıktır.
Livan – Peki ellerin kendi işlevlerinden başka ne gibi faydaları var size?
Semiha Hanım – Yaradan öyle güzel bir işlev tarlasına koymuş ki elleri ve parmakları, nerdeyse ağız görevinde de bulunacaklar. Nitekim bir evde , bir ofiste ya da kapalı başka bir yerde yönümüzü bulurken de, yürürken de ellere ihtiyaç duyarız. Ayrıca hayatımızın en ehemmiyetli dönemlerinin başında eğitim gelir . Özellikleeğitimde dahi ellerimizi, dolayısıyla parmaklarımızı kullanarak eğitimimizi sürdürebilmemiz bizlere Yüce Allah tarafından sunulan ve bahşedilen en güzel hediyedir. Nitekim Braille dediğimiz kabartma harflerle oluşturulmuş bir alfabemiz var. Bu alfabe sayesinde eğitimdeki yazmaya dayalı bütün işlerimizi yerine getirebilmekteyiz. Bunun yanı sıra,harflerin dışında rakamları da yazıp okuyabilmekte ve aralarında işlemler yapabilmekteyiz. Dahası Kuran-ı Kerim’i dahi kabartma olarak okuyabilmekteyiz.
Livan şaşkınlığını ve cahilliğini gizlemeye çalışarak – Siz parayı nasıl tanıyorsunuz efendim?
Semiha Hanım – Madeni paraları boyutlarına ya da üzerindeki çok az belirgin olan kabartmasıyla tanır , kağıt parayı tanıyamazdık , fakat teknolojinin ilerlemesi ve kabartmanın her alana dahil olması bizlerin paraları da tanıyabilmemiz için imkan sağladı .Üzerinde madeni paraların boyutlarında oluşturulmuş para yuvaları ve kağıt para basamakları bizlerin parayı da kendi kontrolümüzde kullanmamızı sağlamıştır. Bu alet plastik küçük bir alettir. Küçük not defteri yapraklarını andırır. İkiye katlanmaktadır. Bu alet de kabartmadır.
Livan –Herhalde dahası yoktur değil mi diye sordu?
Semiha Hanım – Elbette var .Bizler kendimize sunulan imkanlara nankörlük eden insanlarız. Çoğumuz elimizdekilerle yetinmeyi bilemeyiz. Hep bize az geleceğini , yetmeyeceğini düşünüp dururuz. Lakin bizi bizden daha iyi bilen bir yaradanımız var. Kendimizi ona teslim ettiğimizde görüyoruz ki idamemiz irademiz dışında ve dört dörtlük gerçekleşmektedir. Bir örnek daha vermem gerekirse , okullarda matematik ve geometri derslerinde kullanabileceğimiz cetvelimiz ,pergelimiz, üçgenimiz ve dahası da kabartma olabilmekte ,biz görme engelli bireylerin de bu imkanlardan yararlanmasını sağlayabilmektedir.
Livan – Merak ettim Braille alfabesini acaba bana gösterir misiniz efendim
Semiha Hanım – Çocuklarım gelmek üzereler, onlar gelince kendileri gösterse olur mu?
Livan – Elbette efendim. Çocuklarınızı çok merak ediyorum. Bu vesileyle kendilerini tanımış olurum. Açıkçası engelli bireyler hakkında bir şeyler bilmediğimden kendilerine karşı bir ön yargım vardı. Hiçbir işe yaramaz zavallı olarak düşünürdüm onları. Fakat sizin evinizin düzenini ve temizliğini görünce , imkanlarınızı , kabiliyetlerinizi duyup, hayata sımsıkı sarılışınızı görünce ne denli büyük bir gafletin esiri olduğumu yeni yeni anlıyorum. Zira anlıyorum ki aslında engel diye bir şey yoktur ,bize , engel olan biziz!...’’Demek ki hayat sadece nefes almaktan ibaret değil.’’ Yeter ki üzerinde bulunduğumuz yaşanabilir dünyanın kıymetini bilelim.
Birkaç saniye sonra kapı çalındı. Açılan kapının ardından ikisi de on iki yaşında gösteren biri kız biri erkek iki çocuk içeri girdi. Bu çocuklar birbirine o kadar benziyordu ki kızın saçları çok fazla uzun olmasa bunları birbirinden ayırt etmek mümkün olmazdı. Gerek yaşlarının aynı göstermesinden , gerek yüzlerinin benzerliğinden bunların hem erkek ve kız kardeş oldukları hem de ikiz oldukları anlaşılıyordu. Annelerine iki demir sopa uzattıktan sonra birbirlerinin kollarına girerek içeriye , oturma odasına doğru ellerin yardımıyla girdiler. Benim geldiğimi anneleri söylemiş olmalı ki, ikisi hep bir ağızdan hoş geldiniz dediler. Onların benden uzak olmalarına bir mana verememiştim . Nitekim hoş bulduk dediğimde , beni göremediklerinden sesime doğru tokalaşmaya geldiklerini fark ettim. Bu gün bu kadar şoku ve güzel olayı bir arada yaşamam beni adeta şaşkınlıklar ve hayranlıklar deryasına boğuyordu. İşin ilginç yanı bu durum çok hoşuma gitmiş , bu eşsiz aileye kanım kaynamış, bu ailenin karşısında ne yapacağımı bilemiyordum. Kızın adı Esin, erkeğin adı ise Murat’tı. Esin ‘in altın renkli saçları sırtına kadar uzanıyordu. Bembeyaz çorapları , saçlarının taranışı ,önlüğünün rengine ve saçlarının tonuna uygun tokaları bu annenin mükemmelliğini açıkça belli ediyordu. Murat’ ın gür saçlarının taralı ,lacivert ,kumaş pantolonunun ütülü ve temiz oluşu iç açıcı bir manzara sergiliyordu. ‘’Nasılsınız bakalım, iyi misiniz ?Benden çekinmeyin olur mu? Ben sizin ablanızım ‘’dedim.
Murat: ‘’Yok efendim çekinmeyiz . Elbette bizim ablamızsınız . Üzerimizi değiştirelim yanınıza geliriz olmaz mı? ‘’diye sordu.
Livan gülümseyerek ‘’olur tabi ‘’dedi. Çocuklar kendi odalarına görüyormuşcasına rahat giderken Livan : ‘’Efendim affınıza sığınıyorum size verdikleri beyaz sopa ne işlerine yarıyor?’’
Semiha Hanım : -Onlar dışarıya çıkarken kullandıkları bastonları kızım . Bir nevi göz bizim için. Livan utancından kıpkırmızı olmuştu . Allahtan onu göremiyorlardı. Yoksa böyle bir imkânları da var mıydı? Bir ara televizyondan engellilerin hislerinin çok kuvvetli olduğunu duymuştu. Bir an tüyleri diken diken oldu.
Livan : - Desenize o gözlerinizi dahi ellerinizleyönlendiriyorsunuz.
Semiha Hanım: - Evet ellerimizin ve parmaklarımızın marifeti saya saya bitmez kızım.
Bu sırada Esin üzerine kırmızı, ince bir penye ,altına da siyah bir pantolon giymiş bir vaziyette gelip Livan ‘ın sağına oturdu. Murat ise gri bir penye ve gri bir kot pantolon giymişti. O da annesinin yanına oturdu. Biraz derslerden bahsettikten sonra Livan yazdıkları yazıyı ve matematikte kullandıkları şekilleri merak ettiğini söyleyerek onları görmek istediğini belirtti. Murat , pergeli ,cetveli , Esin ise tableti ,kalemi ve kağıdı almaya ,Livan ‘a bu mucizevi aletleri tanıtmaya koyuldular. Livan anı defterinin başına geçti . İzlenimlerini aktarmaya başladı. Öğrendiklerini yazıya geçirip Esin’in Braille yazıyı tanıtmasına sıra gelince , gözlerinin şahit olduğu durumun beynindeki karşılığını kağıda aktarmaya koyuldu. Esin ; İki yaprak görünümlü plastik tabletin içine normal a-dört kağıdından daha kalın bir yaprak yerleştirdi. ‘’ Kalem dedikleri , ucu demir olan plastik maddeye dikdörtgen görünümlü kutucukların önce içerisine birkaç delik açıyor, daha sonra diğer kutucuğa geçiyordu. Kendisine sorduğumda bu kutuların her birine bir harf yazılmaktadır’’ dedi. Birkaç kutucuk kullandıktan sonra , tabletten kağıdı çıkararak ismimi yazdığını söyledi . Garip olan şey , önce sağdan kutucukları delmesi , daha sonra da soldan yazdıklarını okumasıydı . Bana ders kitaplarından birini getirerek okumaya başladı. Benim anlayamadığım ; Esin’in önce bütün kitabı ezberlemesi , daha sonra da parmaklarını kitap haline getirilmiş , yaprakları birbiriyle uyumlu delinmiş ve taşırılmamış beyaz kağıttaki pürüzlerin üzerinde gezdirerek okuyormuş izlenimi verebilmesi oldu. Paolo Coelho’nun Simyacı romanında kahraman Mısır’a geldiğinde bilmediğinden camilerin kubbelerinden okunan ezanı şarkıya benzetmiş ve namaz kılanları da sanatçının eteğine kapanmaya benzetmişti ya; öyle bir yanlış izlenim de bende vuku buldu . Meğer bu kitapların da matbaaları varmış. Kitaplar müfredata göre hazırlanıyormuş.
Esin bütün bunların açıklamalarını yaptıktan sonra donakaldım. İçerisinde bulunduğu dünyanın kendisine çağrışımlarını sordum. Bana ‘’ Bu dünyada var olan ve senin göremediğin şeyler senin zihninde nasıl canlanıyor diye sorduklarında ; onlara bir örnekle açıklama yapmaya çalışıyorum .Fakat çoğu zaman beni anlamıyorlar . Sana da anlatayım ‘’ dedi
‘’Ben dünyada var olan ışığı ,görüntüyü ,gölgeyi ve bu tür dokunulmaz şeyleri var olduğunu bildiğimiz fakat somutlaştıramadığımız cinlere , perilere ve meleklere benzetiyorum. Onlar da görünmez bir alemin mensubudurlar. Bilmiyorum , sen ne düşünürsün bu konuda ?’’ diye sordu. Ve benim bir şiirim var dinlemek ister misin ‘’ dedi. Ben de ‘’ memnuniyetle ‘’dedim . Ellerini bembeyaz kağıdın üzerinde gezdirerek kumaya başladı.
Evrenin Dili Siz Duygular
Evrenin dili siz duygular
Bazen sessiz bazen kaybolan varlıklar,
Sordular: Gördünüz mü ,duydunuz mu diye
Ama sormadılar dokundunuz mu diye
Nedenmiş ! Soyutmuş bunlar
Sen aşkı gördün mü ya tanrıyı?
Peki dokundun mu sevgiye parmak ucunda?
Sevebildin mi sevmeyi parmak ucunda?
Güneşe dokunan rüzgar olabildin mi parmak ucunda?
Ya su akışına dokunabildin mi parmak ucunda?
Derlerdi hep demişlerdi zaten ya!
Duyguları anlatmak için sözler duygularımıza dokunandır!
A dostlar ; dokunun zamana ,aya, insana!
Güzel gelen her varlığa..
Ki anlayın duygulara dokunmadan;
İşitip göremez ve tadamazsınız!
Artık söyleyeyim son sözü:
Ah insan ah anlayan
Ama nasıl anladığını pek anlamayan
Ne varmış görülen, duyulan ama dokunulamayan?
Haydi , et bir tarifini
Duygulara dokunmadan….
Kendimi bu dünyanın varoluş gayesini anlayan ve anlamlandıran bu bireylerin, birkaç asır gerisinde olduğumun farkına vardım. Hayatı zindana çevirmek elimizde olduğu gibi onu gülistana çevirmek de elimizdeymiş.
Livan : ’’Sizlerden edindiğim bilgiler beni bir başka ben yaptı. Bu kadar bilgi eminim öğretmenimi ve arkadaşlarımı da memnun edecek, onlar arasında engelli bireylere halen ön yargıyla yaklaşan varsa eminim ki bu anı türündeki yazımdan sonra değişeceklerdir. Bu durumda bizlerin sizlerle daha fazla iletişimde bulunmamıza vesile olacaktır. Şuna artık kanaat getirdim ki: işe yaramaz deyip ikinci sınıf vatandaş dediğimiz engelli bireyler hayata bir başka duyuyla bakıyor, hayatın güzelliklerine bir başka bakıyor. Evet farkına varmalıyız ki birey , insan olduğu için ehemmiyet görmelidir . Yoksa fiziksel manada dört dörtlük olmasıyla değil…’’
Öykü: Yunus Yılmaz
Şiir: Kocaeli Gebze’de P D R Öğretmeni Olarak görev yapan, Sayın: Ümit Korkmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.