- 762 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HIC BIR SEY KALMADI DÜNDEN YANA
Oturup kalmıştı mutfak sandalyesinde. Saatlerdir kaçıncı çay demleyişiydi bilmiyordu. İçinde uçurum gibi bir boşluk ve uçsuz bucaksız yalnızlık duygusuyla boğuşup duruyordu. Aslında dokunsalar ağlayacak haldeydi. Elinden oyuncağı alınmış küçük bir çocuk gibi dudağını hafif bükmüş, parmaklarını sıkıp duruyordu. Bir nevi güç veriyordu kendine.
Ev sessizdi; ocağın üzerinde kaynayan çaydanlığın sesinden başka ses yoktu mutfakta. “Keşke annem, babam hala sağ olsalardı” diye içini çekti. Şimdi evde bir telaş olurdu; akşam yemeği, sabah kahvaltısı, gelenler, gidenler… Bir neşe olurdu evde; oysa burada tek başına, sandalye üzerinde oturup kalmıştı. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu.
Kısa aralıklarla toprağa verdiklerini gözünün önüne getirdi. İlk kayıp acısı, kendinden beş yaş küçük kız kardeşiyle yaşanmıştı. Ne kadar da genç yaşta vefat etmişti. Hayatında hiç o denli üzüldüğünü hatırlamıyordu. Bir acı, bu denli mi insanın yakasına yapışırdı?
Ne kadar da neşeli biriydi kız kardeşi… Hayat doluydu; ama bir sene içinde amansız bir hastalık onu alıp götürmüş, kız kardeşinin vefatına içi yanmış da yanmıştı. Annesi, çocuklarının içinde en çok Gülcan’ı sevdiğini söylediğinde kıskanmış; yine de hoş karşılamıştı.
Sonra annesi geldi gözünün önüne. Kendi halinde bir kadındı. Çokta sevilen biriydi üstelik. Çevresine çabuk uyum sağlar; ağlayanla ağlar, gülenle gülerdi. Asla kibirli değildi; hatta ev içinde, bazı kıyafetleri ufak tefek yamalar yapıp giyerdi.
Başta kendi olmak üzere, babasıyla ona kızdıkları geldi aklına. “Anne bu ne? Bilen de bilmeyen de seni yokluktan böyle yapıyor sanacak. Yok mu giyecek başka bir şeyin?” derdi. Babasının da “Bu kadın beni sinirden patlatacak yahu!” dediğini hatırladı. Annesi hiç sesini çıkarmaz, susmakla yetinirdi.
Çok sonraları, annesinin neden yamalı giydiğini öğrendiğinde çok utanmıştı. Bir daha annesini hiç tenkit etmedi. “Yamalı giymek sünnettir. Peygamber Efendimiz de (S.A.V) yamalı giyermiş” diye söyleyince akan sular durmuştu.
Babasının annesine olan, elli iki yıl sonra bile bitmeyen sevgisi ne güzeldi. Annesi hastalandığında, kimseye fırsat vermeden onunla çocuk gibi ilgilenmiş, elinden gelen bütün imkanlarını kullanmıştı. Lakin on üç gün içinde, özel bir hastanede kaybetmişlerdi annesini. Herkes çok üzgündü. Babası ise kahrediyordu kendine; “Ben bir işe yaramıyorum, kurtaramadım onu” diye.
Babası, annesinin vefatından sonra, bir yalnızlık odasına kilitlemiş gibiydi kendini. Eski neşesi kalmadığı gibi, yaşamaktan da soğumuştu. Kısa süre sonra da vefat etmişti. “Acaba annemizin acısına mı dayanamamıştı?” diye soru geçti kafasından. “Belki de” diye düşündü. O gün hayatındaki en kötü gündü. Şöyle ki, oldu olası, babasına olan sevgisi annesinden çok daha fazlaydı.
Almanya’dan bir tabut içinde, apartmanın kapı önüne cenazesi getirildiğinde sanki hayat ayaklarının altından kayıp gitmişti. Artık babasızdı, artık babası ona, yerine göre hiç kızamayacaktı. “Camiden çıkınca pazar çantasını al gel, cuma pazarından alışveriş yapalım” diyemeyecekti. Elinde boş kahve fincanını mutfağa götürürken, “Ver baba ben götürürüm” dediğinde, “Ben daha ölmedim; git bak işine, ben götürürüm” diyemeyecekti.
Mutfakta öylece geçmişe dalıp gitmişti. En son, erkek kardeşinin cenaze haberiyle yıkılıp kalmıştı. Daha dün mesaj çekmişti oysa. Kulaklarına inanamamıştı haber geldiğinde. Bir türlü inanmak istemiyor, “Yok canım şaka mı bu?” diyor; fakat acı gerçek olduğu gibi karşısında duruyordu.
Üst üste ailesinden eksilmeler olunca, yalnızlık hissi her yerini sarmıştı. Yerinden kalktı; odada, kaybettiği ailesinin her birinin porselen tabaklar içine resimlerini baskı yaptırıp astığı duvar önünde, tek tek onlara baktı. Babasına sevgiyle bakıp “Seni nasıl özlüyorum, bir bilsen” dedi. Annesi resimde gülümsüyordu. “Umarım anne, babam ve en sevdiğin kızınla birlikte olursun orda” dedi. Kız kardeşi masumdu fotoğrafta; oysa öyle espriliydi ki hayattayken, “İnşallah şimdi sende orda gülüyorsundur” diye söylendi. Erkek kardeşi hep “Allah razı olsun abla. Hakkını helal et, çok kahrımı çektin benim” derdi sık sık. “Helal olsun Erhan” dedi. Ağlamaya başlamıştı. Odadan çıkıp hıçkırarak banyoya girdi. Elini yüzünü yıkayıp aynada uzun uzun baktı kendine. Yaşlandığını düşündü bir kez daha. Seneler ne de çabuk geçiyordu ve aldığı hiçbir şeyi geri vermeden almaya devam ediyordu.
Gençliğini, annesini, babasını, iki de kardeşini almıştı. Belki de sıra kendine gelmek üzereydi. Öyle ya; ölüm ne zaman, nerde, nasıl geleceği meçhul bir yolcu gibiydi. Uğrar ve geçer giderdi.
“İşte” dedi, “Bir zaman gelecek, şu aynadaki yansıma gibi yok olup gideceğim. Belki bir resimle bir köşede zaman zaman hatırlanacak, sonra herkes kendi yaşantısına devam edip gidecekti.
Banyodan çıktı, mutfağa gelip çay doldurdu, televizyonu açtı. Kanallarda gezindikten sonra, “Arka sokaklar” dizisinde karar kıldı.
Babası her akşam bu diziyi seyrederdi.
Fatma Çiçek