- 651 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yüzünü nereye tutacaksın?
İnsan düşüncelerinin sahibi olduğunu zanneder. Fakat çoğu zaman onların kurbanıdır. Ansızın aklına geliveren şeyler, ister öncesindeki bir mesainin devamı olsun ister öncesiz bir sonralık, nihayetinde bir ekrandan seyrediliyor gibidir. Yani insan düşüncelerine de en az güneş ışığı kadar maruz kalır.
Tamam. Kabul ediyorum. İnsan şuurlu bir taliptir. Tamam. Bu şuurun eseri olarak öncesi belirgin, kimlik sahibi, müşahhas şeyleri çağırdığı da olur. Yani neyi çağırdığını bir nebze bilir. Ancak en nihayetinde çağrışımların genel kabule ulaşmış bir kalıba gelmezlikleri de vardır.
Her düşünce, hatta en sık çağrılanlar bile, bir parça sürprizdir. Her istediğimiz aklımıza gelmez. (Veya tam olarak arzuladığımız şekilde gelmez.) Ve istemediklerimiz de sırf biz öyle arzuladık diye gitmez. (Veya istediğimiz kadar uzağa gitmez.) Bu iş buzdolabının kapısını açıp canının çektiğini bulmak/almak gibi değildir. Çoğu zaman buzdolabı size ne alacağınızı kendisi söyler. Veya söylettirilir.
Domates diye gidersiniz elmayla karşılar. Elma diye gidersiniz turtasıyla karşılık verir. Düşüncenin bu sergüzeştisi, kanaatimce, insanı en içinde bir yerden ’Allah’ diye yakalar. İnsan düşüncelerinin bile yaratıcısı değildir. O maddeden yoksun alanda, vücudsuz manalar nehrinde, kontrolünde olmayan balıklar oynaşmaktadır. Tuttuğu herşeye şükretmesi şarttır. Çünkü üretim kendisinin değildir. Üretimin kendisinin olmayışı sonuçlarının kestirilmezliği ile ortaya çıkar.
Çocukken bir dönem ’rüyadayken rüyada olduğumu anlamaya’ kafamı takmıştım. En nihayet birkaç kez bunu başardım da. Yani rüyadayken "Vay, aha, rüyadayım şu an ya!" dediğim şuurlu görüşler yaşadım. Ancak hiçbirinde düşlediğim şeyi gerçekleştiremedim. Ben sanırdım ki, insan rüyada olduğunu anlarsa, rüyasını istediği gibi yönetebilir. Kesinlikle bu olmadı. Bir keresinde uçmak istedim. Ancak elde edebildiğim rüzgârsız uçurtma gibi sağa-sola çarpmak oldu. Beceremedim.
O zaman yaşadığım inkisar-ı hayalden bugün şu yazıya varan bu dersi çıkardım işte: İçimizdeki alanlar da kontrolümüzde değil. Yani tastamam değil. Ya? Hem içimizde hem dışımızda iki nehrin yanında yaşıyor gibiyiz. O yandan seyredip bu yana dönüyoruz. Bu yandan seyredip o yana dönüyoruz. Uyurken başka yerde uyanıyoruz. Uyanıkken başka yerde uyuyoruz.
Bu dönüp durmalara da irade diyoruz. Evet. Neye bakacağımız, baktıklarımızdan hangisiyle meşgul olacağımız, hangisine karşı duracağımız bize bırakılmış bir parça. İmtihan buradan çıkıyor. Biz nehirleri değil nehirler bizi sınıyor. Ama bunun dışındaki alanın tamamında maruz kalışlarımız var. Seçici yaratıcılar değil seçici maruzlarız biz. Yani, cık cık cık, hem içimizde hem dışımızda kendimizi çok fazla abartıyoruz. Eyleyişe durmakla eyledik sanıyoruz.
Halbuki, güneşe çıkmakla ’güneşi yaratmak’ aynı şey olmadığı gibi, düşe çıkmakla ’düşleyişi yaratmak’ da aynı şey değildir. Yaratmak yok bizde. Günebakanlar gibi yüzümüzü, göğsümüzü, irademizi, ruhumuzu, şuurumuzu, farkındalığımızı türlü yaratışlara karşı tutmak var. Maruz kalmak var. Sorumluluğumuzsa yüzümüzü tuttuğumuz yönden kaynaklanıyor. İmtihanın asıl soruşu şu yani: Yüzünü nereye tutacaksın? Kıblen neresi olacak? Çünkü tuttuğun yere göre âlemin şekillenecek. O yönden gelen güneşler tenine dokunacak. Sen şekillendirmeyeceksin. Sende yaratılacak.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.