- 547 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Buğday Hırsızlığı
Her yaz köye gittiğimiz için okul biter bitmez hazırlık yapılması çok sıradan bir işti artık. Hiç heyecanlandırmıyordu beni. Senede bir kez gidiyorduk, ama en az bir ay kalıyorduk. Bazen annemler döner, ben bir ay daha kalırdım.
Hiç unutmayacağım bir olay yaşadığım 1976 yılındaki tatil, hayatımın en komik ve eğlenceli tatiliydi.
Köyde beş tane bakkal vardı. Hepsi de evlerin avlularında penceresi olmayan küçük birer odaydı. Cincik boncuk dışında hemen hepsinde aynı şeyler satılırdı. Güzel marka bisküvi, adını bilmediğim tahta sandıklarda sucuk, lokum, leblebi, şeker, fındık, çay, kesme şeker, pil, mektup kâğıdı, zarf, helva, iğne, iplik aklıma ilk gelenler.
Bunun dışında birkaç da naylon kap kap kacak olurdu.
Yumurta, buğday ve arpayla alışveriş yapardık. Teyzelerim bir şey lazım olduğunda bir kaba buğday doldurur, beni bakkala gönderirlerdi. Artarsa lokum al derlerdi. Çoğunlukla artmazdı. Artanla da lokum gelmezdi. Bazen sakız, bazen de iki üç tane bisküviyi elime tutuşturur salarlardı beni bakkallar.
Ne buğdayın ne de bisküvinin fiyatını bilirdim. Kandırdım mı kandırıldım mı bilemezdim. Ama bugün ki aklımla kandırıldığımı düşünüyorum.
Buna rağmen teyzelerimin ya da ninemin beni bakkala göndermesini dört gözle beklerdim.
Harman zamanı bu yüzden hepimizin en sevdiği günlerdi. Biçerdöverler harıl harıl çalışır, traktörler harmanlara buğday taşırlardı. Bakkallar da çocuklar da bayram ederdik. Kurtlanmış fındıkları ve çürük erikleri yıkamadan büyük bir iştahla foşur foşur yerdik. İki bisküvi arasına lokum koyarak yemeye ise bayılırdım. Temiz, kirli demeden bütün buğdayları aynı çuvala koyarlardı bakkallar. Arpa bir çuval da buğday bir çuvalda toplanırdı. Bakkal Mustafa dayının oğlu Abuzer, çuvallar dolduktan sonra değirmene sattıklarını söylemişti bir keresinde. Onlar da un yapıp satıyorlarmış. Daha da çok olursa traktörle şehre götürüp satıyorlarmış.
Bir gün Tevfik beni çağırdı, akşam yemekten sonra köyün girişindeki en son evin arkasında hazır olmamı istedi.
Tevfik, teyzem oğluydu. Nasrettin Hoca gibi bir adamdı. Her hareketine ya da sözüne gülerdik. En ciddi olduğu zamanlar da bile gülecek bir şey bulurduk onda. Köyde kimsenin kızdığını görmedim. Kendisinden büyük de olsa küçük de olsa şakalarını kaldırır, kahkahayla gülerlerdi.
Bir keresinde sebze kızartırken bir karasinek ocaktaki tavanın üstünde uçup duruyordu. Kış kışlamasına rağmen sinek biraz sonra gene geliyor, tavanın üstünde helikopter gibi vızıldamaya devam ediyordu. O kovdukça geri geliyordu. Kaç kez denedi olmadı, sineği çevik bir el hareketiyle yakaladı tavanın içine attı. Caz diye ses çıktı tavadan. İştahla yedi daha sonra.
Her zamanki şakalarından biridir diyerek fazla da ciddiye almadan akşam yemeğinden sonra söylediği yere gittim.
Benden önce Şevket ve Celal de gelmişlerdi. Onları da Tevfik çağırmıştı. Herkes birbirine sordu, ama kimse niye geldiğini bilmiyordu. Çaresiz Tevfik’i bekleyecektik.
Az sonra elinde çuvalla Tevfik sallana sallana geldi. Bizi görünce sevindi.
Celal benden erken davrandı, çağrılma sebebimizi sordu. Tevfik o alışık olduğumuz kahkahasını attıktan sonra birazdan gelecek traktörden buğday çalacağımızı söyledi. Birimiz çuvalı tutacak, diğeri de buğday dolduracakmışız.
İşin ucunda bakkal ve sucuk olunca kimse itiraz etmedi. Çuval ağır olacağı için dört kişi çağırmış.
Daha önce bu işi denediklerini konuşmalarından anladım, ama ben ilk kez eşlik edecektim. Neden daha önce değil de bugün, işte orasını bilmiyordum.
Römorkun arka kapağına iyice tutunduktan sonra çuvalı hızla dolduracaktık. Yeterince dolduğundan emin olduktan sonra da yavaşça aşağıya bırakacak, arkasından biz atlayacaktık.
Ben kendisiyle römorka asılıp çuvalı dolduracaktım, Şevket ve Celal de yere bırakacağımız dolu çuvalı yoldan alıp kenara koyacak, bizi bekleyeceklerdi. Sonra hep birlikte bakkala gidecektik.
Başarabileceğimden emin değildim, ama heyecanlıydım. Tek korkum, traktörden atlamaktı. Şoför bizi fark eder ve hızlanırsa harmana kadar takılı kalırdım. Tevfik’i bilmiyorum, ama ben kesinlikle hızlanan traktörden atlayamazdım. Çuvalı bıraksam da ben inemezdim. Daha önce benzer bir olay olmuş, atlayan çocuk yüz üstü yere yapışmış, yaralanmıştı. Taksiyle Adıyaman’a hastaneye götürdüklerini duymuştum.
Çuvalı aldım, Tevfik’in saklanmamızı istediği yere gittim, beklemeye koyuldum.
Tevfik o kadar rahat ve sıradan bir şeymiş gibi anlatmıştı ki çok eğlenceli geçecek diye düşünüyordum. Şoförün karanlıkta bizi fark etmesi imkânsızmış. O fark edene kadar biz işimizi bitirir, bakkalın yolunu tutarmışız. Üç ton buğdayın içinden aldığımız otuz kiloluk buğdayın farkına varmaları mümkün değilmiş. Sucuk, fındık ve erik… Birde bisküvilerin arasına lokum koydum mu gel keyfim gel. Ağzımın suyu akıyordu aklıma geldikçe.
Bakkallar bu vakitte çuvalla gelen buğdayın çalıntı olduğunu bildikleri halde zorluk çıkarmadıklarına göre onlar da alışmış olmalıydılar. İşin bu tarafı beni ilgilendirmiyordu doğrusu. Tevfik onu da halletmiştir diye düşünüyordum.
Yaklaşık on beş dakikalık bir beklemeden sonra önce sesi duydum, arkasından ışıkları gördüm. Karanlıkta parlayan kedigözleri gibi iki cılız ışık uzaktan fark edilince Tevfik son uyarıları yapıyordu. Özellikle çuvalı doldururken dikkatli olmamı istiyordu benden. Ayaklarımı ve dizlerini sağlam basarak iyice tutunduktan sonra ellerimi serbest bırakıp çuvala abanmalıymışım. Aksi halde en ufak bir sarsıntıda düşermişim.
Saklandığım yerde römorkun arka kapağına tutunuyormuşum gibi kendi kendime denemeler yaparak tecrübe edinmeye çalışıyordum. Artık ne kadar olursa…
Traktör iyice yaklaşınca, Tevfik bana, “Hazır mısın?” dedi. “Hazırım,” dedim.
Traktör köye girince yavaşladığı için yakalamak zor olmayacaktı.
Aynen öyle oldu. Sanki bizim tutunmamızı ister gibi iyice yavaşladı.
Bizi geçer geçmez, kalktı, koştu Tevfik. Ben de arkasından koştum. İkimiz de ilk hamlede tutunmayı başardık.
Çuvalı buğdayın üzerine koyduk, kollarımızı açarak buğdayı kendimize doğru çekip, doldurmaya başladık.
Tam inecektik ki traktör tahmin ettiğim gibi hızlandı. Bizi fark edip etmediğini bilmiyordum, ama son sürat gidiyordu.
Tevfik, traktör harmana girmeden yoldayken atlamıştı. Atlarken bana da seslenmişti, ama ben cesaret edememiştim. Adımı bağırdığını hatırlıyorum.
Çuval römorkun üstünde, ben de kapağa tutunmuş bir halde harmana girmiştik.
Harman yeri aydınlıktı. İki kocaman lüks etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Ben bekçiyi, bekçi de beni görmüştü.
Elinde fenerle bana iyice yaklaştı, feneri yüzüme tuttu:
“Rıfat,” dedi. Ses çıkarmadım. Çuvalı görünce, “Oğlum kendi buğdayını mı çalacaktın?” dedi.
Evet. Buğday da harman da bizimdi. Ben, Celal, Şevket ve Tevfik’in haylazlıklarına uyup, harmanımızdan hırsızlık yapacaktım.
“Gelip isteseydin ya oğlum. Düşüp bir tarafını kırsaydın ya?” dedi bu sefer.
Şoför de dayım oğluydu. Bizi gördüğünü, muziplik olsun diye önce yavaşladığını, biz tutunduktan sonra da hızlandığını kahkahayla anlattı.
Bekçi ve dayım oğlu o yaz eğlenecek bir konu bulmuşlardı. Her önüne çıkana bu olayı anlattı, güldüler. Bense hırsızlığa kalkıştığıma mı yoksa gafil avlanmış olmama mı yanayım, karar verememiştim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.