- 745 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KAFES ICINDE MUTLULUK
Asansör ineceği kata gelmeden kabinin içinde ki aynada kendini gözden geçirdi. Uzun saçları dağılmıştı biraz. Yaz günüydü ve hafif rüzgâr saçlarını dağıtmıştı. Tarar gibi yaptı parmaklarıyla saçlarını. Güzel görünmeliydi. Çantasından çıkarttığı mendiliyle, ten rengine çok uyum sağlamış rujunun fazlalığını da aldı.
Elbisesinin yakasından, kuaföre gelmeden önce iliklediği düğmelerden birini daha açtı. Göğüslerinin bir kısmı gizemli görünmeli, şuh kadın izlenimi vermeliydi. Mesleğinin gereği bu idi. Artık iyice hazırdı.
Bu arada asansör katta durmuş, kapı açılmıştı. Görüntüsü bozulmasın diye özenerek çıktı kabinden. Darca bir koridorda ilerlerken, oda numaralarına da bakıyordu.
Bir kapının önünde durdu. Gelmişti. Derin bir nefes aldı. Yüzüne her defasında taktığı şuh ve ateşli kadın maskesiyle görünmek için, kapı önünde kendine az daha zaman tanıdı. Oysa içinde öyle sancılar vardı ki… En samimi dost, arkadaş bildiği insanlara bile anlatamamıştı içindeki kasırgaları. Acı, biraz da alaycı tavırla gülümsedi. “Sanki dostum, arkadaşım var da!” diye iç geçirdi.
Arkadaş kurbanı olmamış mıydı zaten? Hem de kız arkadaşıydı lanet olası! Şu anda, şu kapının önünde oluş nedeniydi o kız! Nasıl da güvenirdi ona? Aynı okulda okumak, aynı sıralarda oturmak, çok sevip güvenmek yetmemişti bu kızın ihanet etmemesi için.
Koridorun baş tarafından ayak sesleri gelmeye başladı. Az önce istemsiz bir şekilde geçmişine dalmış, hafızasından bir türlü silinmeyen o ilk gün gözünde canlanınca, yüreğinin üzerine yumruk gibi bir acı gelip çöreklenmişti. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor, hafiften gülüşmeler duyuluyordu.
Daldığı geçmişinden birden sıyrıldı, kapıya aceleyle hafif hafif vurdu. Kapıyı asık suratlı, kendinden emin bir adam açtı. Telaşa kapılmıştı; ama adama belli etmemeliydi. İçeri girdi, odanın ortasında durdu.
Yüzüne taktığı maske belli oluyor muydu acaba? Bu konuda endişesi vardı. Öyle ya! Az önce kendisini içeri alan adam, dramatik bir yüz görmek için ona para vermeyecekti elbette.
Adam kadına hızla yaklaştı; bir “Hoş geldin” deme nezaketinde bile bulunmadan, iştahla, kadının itinayla sürdüğü rujlu dudağını ağzıyla kapatıp, mengene gibi koluyla da belini sardı. Adamdan beklemediği bu ani davranış karşısında, bir taraftan nefes almaya çalışıyor, diğer taraftan da eliyle adamı iteklemeye çabalıyordu. Adam sinirlenerek geriledi. Kadına öyle sert bakıyordu ki, birden gürledi.
-Bana bak fahişe! Buraya geliş sebebin belli. Senin nazlarınla uğraşacak zamanım yok!
Lafı biter bitmez kadını hoyratça yatağa fırlattı. Cevap vermedi kadın. Anlamıştı karşısındakinin vicdanlı biri olmadığını. Yılların tecrübesi vardı. Ne kadar çok itiraz ederse, adamın onu daha çok hırpalayacağını biliyordu. Ne kadar sessiz kalırsa, o denli tehlikesiz geçecekti işi. Öyle ya; çok kez hoyrat eller tarafından dövülmemiş miydi? Arzularını her türlü giderdikten sonra, çöp torbası gibi kapı önüne koymamışlar mıydı? Hem de parasını bile vermeden…
Adam üzerine çullanmıştı bile. Kadının giysilerini yukarı sıyırmış, diğer eliyle de göğsünün birini avuçlamıştı. Soyunmasını bile beklememişti. Kapattı gözlerini kadın…
İçinden dualar ediyordu. Sessizce yalvarıyordu Allah’a. Şu işkence bitse de odadan çıkıp eve gitse, saatlerce yıkanıp üzerindeki pisliklerden arınsaydı. Çeşit çeşit çarşaf kokuları, her bir odanın atmosferi, erkeklerin terli ten kokuları, alkollü nefesler… Midesinin bulandığını hissetti.
Tüm duyguları sanki bir kasırgaya dönmüş, içinden dışarı taşacak duruma gelmişti. Bir daha kalktı midesi… Banyoya gidip midesini rahatlatmak istese de, iri yarı adamın ağırlığıyla ezilir durumdaydı şu an.
Adamın hoyrat elleri göbeğinde dolaşırken birden dirseği sertçe göbeğine çarptı. Canı çok yanmıştı; fakat sıktı kendini. Tamamen teslim olup hareketsiz bıraktı kendini adama. Bir an önce bitmeliydi bu işkence.
Bedeni çorak bir tarla gibiydi. Karşısındaki istediğini alsa bile, o hiç kimseye bir şey veremiyordu. Bir et yığını gibiydi hepten. Lakin ruhu, sahradaki kızgın çöllerin kum fırtınaları kadar darmadağındı. Kapattı gözlerini. Sıkı sıkı kapattı… Adamın bir eli göğsünde idi ve acıtıyordu.
Oğluna hamile olduğu günleri düşündü. İlk tekmeyi hatırladı. Nasıl da mutlu olmuştu. Ellerini karnının üzerinde gezdirmiş ve beklemişti bir kez daha tekmelesin diye o minicik ayak. Doğum yaptığı güne döndü. Sonra birer birer ilerlemeye, o günleri yaşamaya başladı. Oğlu henüz dokuz aylık olmuştu. Düzenli emziriyordu oğlunu. Emerken o küçücük parmaklı eliyle göğsünü nasıl da sıkıca kavradığını hatırladı. Sanki annesi memesini çekip onu emzirmekten vazgeçecek gibi sıkı sıkı kavrayıp bırakmak istemezdi doyana kadar. Kadın inanılmaz mutlu olmuştu o günlere gidince. Emzirirken çocuğunun yüzünü şefkatle seyrediyor, oğlu da arada bir ağzını memeden çekmeden annesinin gözlerine bakıyordu.
Adam kadının yüzüne baktı birden…
-Bak, nasıl da hoşuna gidiyor! Nasıl mutlu ediyorum seni. Fahişe dediğin, yaptığı işten zevk alacak her türlü… Hadi dön bakalım sırtını.
Kadının cevabını beklemedi bile. Sanki güreşircesine ters çevirdi.
Kadın oğlunu gözünün önüne getirmeye devam ediyordu. Adamı duymuyordu bile. Gazını çıkarırken sırtına hafif hafif vuruşu, sırayla diş çıkarması, ilk attığı adım, “Anne” demesi… Hepsi bir bir aklına geliyordu. Nasıl da özlüyordu onu…
Üç yaşını birkaç ay geçmişti. Oğlu atçılık oynayalım deyince, kadın dizlerinin üstüne çöker, oğlu sırtına biner, neşeyle kahkahalar atar; kadın da odanın içinde, sırtında dolaştırırdı oğlunu. Mutlu olmasıyla mutlu olurdu. “Deh deh” derdi oğlu. Elinde büküp kıvırdığı gazete kağıdı, sözde kamçısıydı.
“Dehh anne deh! Acıyor mu anne? diye o küçük, saf beyniyle sorardı. Annesi “Acımıyor tatlım! Vur! Vur!” derdi.
Kadın o kadar kaptırmıştı ki kendini geçmişe; bağırıyordu.
-Vur! Vur! Acımıyor! Acımıyor!
Kadının sırtı dönüktü. Adam soluyordu, kadın kendini vermiyor diye. Kadın oğlunu hayal ederek “Acımıyor” dedikçe daha da vuruyordu. Farkında bile değildi kadın. Bağırıyordu hala oğluna…
-Vur! Vur! Acımıyor! Acımıyor!
Fatma çiçek