- 740 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
HOCAM İYİ Kİ VARSINIZ
İlim, bir milletin yücelmesinin temelidir. İlim yolunda adım atamayan milletler asla ilerleyemez. İslam dini ilme büyük önem vermiştir. Yüce Allah (cc), Kur’an’ı Kerim Alak Suresi‘nin ilk beş ayetinde şöyle buyurur: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir." Bu ayetlerle ilk emri “Oku” olan dinimizin; ilme, öğrenmeye ve eğitime verdiği önemi daha iyi anlamalıyız.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), müşriklerin zulmü sebebiyle Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra ilk iş olarak Mescid-i Nebevi‘yi inşa etmiştir. Buranın bir bölümünü yatılı okul haline getirmiş ve burada bizzat kendileri başta olmak üzere, beşikten mezara kadar kadın, erkek herkesin ilim öğrenmesini ve eğitim almasını istemiştir. Yine O, ilim uğruna o günkü şartlarda bile Çin’e gidilmesini öğütlemiş, ilmin, irfanın, teknik ve medeniyetin bulunduğu yerden alınması gerektiğini bildirmiş ve uygulamaları ile de bizlere örnek olmuştur. Hz. Peygamber, Bedir Harbi’nden sonra müşriklerin, bazı esirleri okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakmıştır. Böylece İslam’ın eğitim ve öğretime verdiği önemi göstermiştir.
Öğretmenlik çok önemli bir meslektir. Onu anlamak yaşamak gerekir. İnsanlar eğitimle yücelirler. Peygamber mesleğidir öğretmenlik. Her öğrenci, elimizde büyüyen birer fidandır. Onları hassas bir şekilde koruyup kollayarak eğitmemiz gerekir. Severek, sevdirerek nefretten uzak bir şekilde toplumun bir neferi haline getirmeliyiz.
Öğretmenlikte ilk tayin yerim, 1994’te İstanbul Gazi Osmanpaşa Küçükköy İmam Hatip Lisesiydi. Bir yıl görev yaptıktan sonra askere gittim. Askerlik dönüşümden sonra okulumuz, Kız ve Erkek İmam Hatip Lisesi olmak üzere iki bölüme ayrıldı, Kazım Karabekir Kız İmam Hatip Lisesi ve Küçükköy İmam Hatip Lisesi olarak. Ben askerlik dönüşümde Kazım Karabekir Kız İmam Hatip Lisesinde görevime devam ettim.
İstanbul, ülkemizin en kalabalık şehriydi. O zamanlar maaşlar çok düşüktü. Geçinmekte zorluklar çekiyordum. Yeni doğan çocuğumuzun süt, bez parasını bile yetiştiremiyordum. Ev kirası, maaşımın yarısını alıp götürüyordu. Beş yıllık İstanbul’daki görevim, meslekte olgunlaşmamı sağladı. Şehrin çocuklarının istekleri farklı farklıydı. 1999’da zorunlu görev için Anadolu’ya tayinimi istedim. Türkiye’nin en büyük anakenti İstanbul’dan, Yozgat ili Akdağmadeni ilçesinin Üçkaraağaç Köyü Ortaokuluna tayinim çıkmıştı.
Üçkaraağaç Köyü, Akdağmadeni ilçesinin en uzak köylerinden biriydi. Köyde nüfus kalabalıktı. İlk gittiğim yıllarda nüfusu bin beş yüz civarındaydı. Zamanla yurt dışına gidenlerden dolayı köyün nüfusunda azalma oldu. Orası dağlık bir köydü ve eteğinde düz tarlalar vardı. Ormanlık bir köy olan Üçkarağaç köyünün ormanlarında çam ve meşe yaygındı. Köylüler senenin belirli zamanında devlet gözetiminde “Makta” keserlerdi. Rakımı 1400 civarında olan köyün kara kışı eksik olmazdı. Yazları bile üşürdü insanlar…
Anadolu’nun en ücra köylerinden birinde göreve başlamıştım. Artık yeni okulum Yozgat Akdağmadeni Üçkaraağaç Köyü Ortaokuluydu. Mesleğim öğretmenlik, branşım ise Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi idi.
Köyde geçim sıkıntısı vardı. Köyde yaşayanlar, genelde inşaat işlerinde çalışıyorlardı. Fransa’ya göç başlamıştı. Köyün gençleri, Fransa’ya çalışmaya gidiyorlardı. İlkönce turist olarak giderler, sonra işçilik haklarını alırlardı. Daha sonraki aşamada ise çoluk çocuklarını köyden Fransa’ya götürülerdi. Fransa’ya gidemeyenler ise yurt içinde bazı şehirlere çalışmaya gidiyorlardı. Kışları sıcak olan Muğla’nın Bodrum ilçesi çalışma mekânları olmuştu. Yazları köylerindeki tarlalarda çalışırlarken kışın ise sıcak yer olan Muğla’nın Bodrum çalışmaya uygun bir yerdi. En azından kışın dışarda kalsanız bile soğuktan ölmezdiniz burada. Ah bu gurbetlik! Anadolu köylüsünün ömrünü yiyip bitirmişti. Gurbetin acılarını ancak çekenler bilirdi. Köyde tarla vardı ancak toprak verimli değildi. Köylünün geçimini sağlayamıyordu. Ufak tefek hayvancılık işiyle uğraşanlar da vardı.
Köylülerin geçim kaynaklarından birisi de “makta” kesimiydi. Devletin gözetiminde yapılan “makta” ağaç kesimi sık yapılırdı. Ormancılar çam ormanındaki bazı ağaçları işaretlerler, sayım yaparlar, ağaç kesme göreviyle görevlendirilen köylüler de bu enenmiş ağaçları kurallara uygun olarak ölçüp biçer ve keserlerdi. Kesimden sonra ağaçların kabuklarını güzelce soyarlardı. Bu soyulan çam ağaçlarını belirli yerlerde toplarlardı. Kesim, soyum ve istif işi bittikten sonra traktörlerle ormanın belirli yerlerine taşırlardı. Oradan da kooperatif kamyonlarıyla Akdağmadeni orman işletmenliğine taşınırdı. Ağaç yüklü kamyonlar, orman işletmesinde kantara girerdi. Gerekli yazım, çizim işi bittikten sonra bu köylüler evlerine dönerlerdi.
Akdağmadeni’n dağlık köylerinde, yazları salep kazarlar toplarlar ve bunu şehirde satarlardı. Nisan ayında göbelek toplarlardı. Göbelek toplamak dünyanın en zor işiydi. Göbelek vitamini çok yüksek bir mantardı. Vitamini yüksek olmasına rağmen köylüler bu toplamış oldukları göbelekleri yemeden satarlardı. Kilosu pahalıydı. Bu sattıkları göbeleğini parasıyla çocuklarına elbise ve ayakkabı alırlardı. Göbelek toplamak o kadar zordu ki bir kilo göbelek için dağları taşları adımlamadığın yer kalmazdı. Bakmadığınız çam dibi kalmazdı. Evet, bütün bunlar yoksulluktan kaynaklanıyordu. Köylünün toplamış olduğu göbelekler, Avrupa ülkelerine ihraç ediliyordu. Oradaki zenginler yiyordu. Benim gariban Anadolu insanım topluyor ama yiyemiyordu. Avrupa’nın zenginleri yiyordu. Köylüler mantar zamanı olan Mayıs ve Haziran aylarında mantar toplarlardı. Bu mantarları bazen buzdolabına koyarak kışın yerlerdi. Anadolu’nun madımağı meşhurdur. Köylüler, Nisan ayında başlayan madımak toplama işlemlerini Haziran ayına kadar devam ettirirlerdi. Bazı yöreler, buna “madımalak” veya “pancar” adını verirlerdi. Madımağı sıcağı sıcağına yerken, genelde kışın yemek için buzdolabına konurdu. Organik kış yiyecekleri böylece dolaplarda saklanarak bekletilirdi. Dağların yüksek yerlerinde çiriş bulunur. Pırasaya benzeyen bu bitki vitamin deposudur. Köylüler çirişi de dolaplarına yerleştirerek kış yiyeceği olarak bekletirlerdi. Bütün bunlar kültürdür. Bunların devam ettirilmesi gerekir. Hepsi de doğaldır...
Köyde öğretmenlik yaptığım için kendimi çok şanslı görüyorum. Yozgat ilinin Akdağmadeni ilçesinin bütün dağlarını adım adım gezdim ve güzelliklerini tattım. Köyün güzelliklerini doyasıya yaşadım. Tezek kokularını, soba dumanını çok yuttum. Çamurlara bandım yollarında. Evleri ziyaret ettim. Hastalara geçmiş olsun ziyaretine gittim. Cenazelere başsağlığına gittim. Mezarlıkta Kur’an okuyup kürekle mezarda cenaze defnettim. Öğrencilerimin evlerine ziyaretlerde bulundum. Hatta sınıf öğrencilerimi alıp her hafta bir öğrencimin evine gittim, çaylarını yudumladım, minderlerinde oturdum. Düğenlerine nişanlarına katıldım, hayatı birebir yaşadım. Öğrencilerimi köyün camisine götürürdüm. Abdestin alınışını ve namazın kılınışını tek tek gösterirdim. Öğrencilerime namaz kılma aşkı verdirdim.
Dağlarının soğuk sularından içitim. Çiğdemlerini topladım. Serin çamların dibinde salep kazdım. Göbelek ve mantar topladım. Zirvelerde çirişleri ziyaret ettim ve topladım. Yaylarında hayvancılık yapan köylüleri ziyaret ettim. Onlardan çökelek, yağ ve peynir satın aldım. Yaylaların enfes madımağını eşim topladı. Eğitimci, köyün tozunu yudumlamalıdır. Köyün kokusunu ciğerinin derinliklerine kadar çekmelidir. Köyden bir parça olmalıdır. Kibri, enaniyeti bir tarafa atmalıdır. Kısaca hayatı yaşamalıdır…
Üçkaraağaç Köyü çamur deryasıydı. Okula gidip gelmek başlı başına bir çileydi. Okula ilk vardığımda öğretmen arkadaşlarımın çizmeyle okula gidip geldiklerini gördüm ve bu duruma çok şaşırdım. Ayakkabı ile okula gidip gelmek neredeyse imkânsızdı. Ben de derhal bir çizme aldım. Köylüler alışıktı çizmeyle dolaşmaya. Çizmelere sarılan çamur yumakları adeta yürütmüyordu insanı. Ayakkabılarımızı okulda bırakıyorduk. Sabah çizmeyle okula geliyoruz, okulda çizmeleri çıkarıp ayakkabılarımızı giyiyoruz, akşam çıkışta tekrar çizmeleri giyip evimizin yolunu tutuyorduk. Bu, yaz mevsimine kadar böyle devam etti. O günlerde okula çizmeyle gitme zevkimi, bu günkü en iyi ve en güzel ayakkabım veremiyor bana. Koşarak, severek ve aşkla mesleğimi icra etmeye çalışıyordum. İşte köy öğretmenleri çileli ve çileyle yoğrulan eğitim neferleriydi. Benim şahsi kanaatime göre, her öğretmen köyde belirli süre öğretmenlik yapıp oradaki zorlukları yaşamalı ve güzellikleri tatmalıdır. Köy çocuklarının bizlere daha çok ihtiyacı vardı. Onları ellerinden tutup merdivenin zorlu basamaklarını tırmandırmamız gerekiyordu…
Köylüyle irtibatımız çok iyiydi. Halkla iç içeydik. Köyün nişan ve düğünlerine katılır, töremizi takardık. Ayrıca cenaze evlerine gidip taziyede bulunurduk. Sınıf öğretmenimiz Mehmet, okulda çalışan öğretmenlerimizden sadece biriydi. Mehmet Öğretmen Kayserilidir. Annesi Kayseri’den oğlu Mehmet’i zaman zaman ziyarete gelirdi. Bir defasında özlem yüklü anne gencecik, çiçeği burnunda oğlu Mehmet’i ziyarete gelmişti. Mehmet Öğretmen’in annesi köye ilk geldiğinde matematik öğretmeni Ekrem Bey’le karşılaşır, konuşup hasbihal ederler.
Anne Ekrem Bey’e:
“Oğlum Mehmet nasıl? Köye alıştı mı? Öğrencilerle ve köy halkı ile arası nasıldır?” Diye sorar.
Ekrem Öğretmen de:
“Mehmet’e ne var! İdris Hoca her gittiği yerde Kur’ân okuyor, Mehmet de onun arakasından “âmin” diyor. Oğlunun başına bir şey gelebilir, sonra söylemedi deme ha!” diye kadıncağızı defalarca uyarır ve korkutur. Mehmet’in annesini endişe yüklü bulutlar sarar…
Mehmet Öğretmen’in annesi:
“Acaba oğlumun başına bir şeyler gelir mi?” Diye kendi kendine durmadan sorular sorar.
Köy de imamın tayini çıkmıştı. Uzun süre de köye imam atanmamıştı. Köylüler ile iç içe olmamız nedeniyle, bizleri düğün, nişan vb. toplantılara davet ederlerdi. Ben ilahiyatçı olmam vasıtasıyla; gittiğim düğün, nişan ve cenazelerde, Kur’ân okurdum. Ayrıca yemeklerden sonra da yemek duâsı yapardım. Mehmet Öğretmen de benimle aynı yerlere gittiği için yemekten sonra ve diğer zamanlarda duâ yaptığım zaman köy sakinleri gibi o da “Amiin.” derdi. Zaten yapılması gereken de bu değil miydi? Bu da güzel bir hatıra olarak kazındı zihinlerimize. Mehmet Öğretmen ile her karşılaştığımızda bu olayı anlatır, espri yapar ve güleriz…
“Mehmet Öğretme ile her karşılaştığımda:
“Amiin demeyi unutma sakın ha!” Diye takılırdım.
Öyle bir duruma gelinmişti ki; Ku’ân okumak, yemek duâsı yapmak ve “Amiin” demek yadırganır duruma gelmişti. İnsanı böyle durumlar üzüyor maalesef…
Aynı okulda görev yaparken, Müfettiş Bey denetime geldi ve selâm verdi. Elini uzattı, ben de Müfettiş Bey’e daha samimi davranmak için iki elimle elini tutarak tokalaşmaya çalıştım. Müfettiş Bey, aniden elini geri doğru çekti.
Ben çok şaşırdım ve:
“Ben bir hata mı yaptım ya da bir kusur mu işledim.” Diye kendi kendime söylendim içimden.
Müfettiş Bey söze girdi:
“Sen nasıl böyle tokalaşırsın? Burası İran mı? Sen molla mısın? Tokalaşırken iki el hiç tutulur mu? İki elle hiç tokalaşır mı?” Dedi.
Ben sıcaklığımı, samimiyetimi ve içtenliğimi göstermek istemiştim. Ama eğitimci denetmen bunu yanlış anlayıp bir de üstelik beni suçlamıştı. Bir eğitimci olarak sadece üzüldüm bu duruma. Güldüm ve geçtim…
İçimden:
“Başka devletlerin eğitimcileri, denetmenleri ne ile uğraşıyor, bizim buradakiler ne ile uğraşıyor. Denetmen öğrencilerin daha ileri nasıl gitmeleri gerektiği konusunda çalışması gerekirken, takıntı yaptığı şeye bak.” Diye…
O zamanlar, yurt dışına gitmek o kadar cazipti ki herkes bu rüya ile yatıp kalkıyordu. İltica edip gitmek iyi gözüküyordu. İzne gelenler lüks arabalarla gelirdi. Okumak mı kimin derdindeydi. Herkesin tek bir düşüncesi vardı:
“Benim çocuğum; kız, erkek fark etmez, yurt dışına gitsin de kendini kurtarsın.” Diye.
Çocuğun iyi bir eğitim alması, kendini yetiştirmesi, dinî değerlere saygılı olması ve ahlâklı olması gibi vasıflar, daha ziyade ikinci plana düşmüştü. Oradaki gençler, Avrupa vatandaşı olmuş, yurt dışında yetişmiş birer delikanlıydı. Onları Türkiye’de yetişen bir kızla evlendirmek ya da orada yetişmiş bir kızı de burada yetişmiş bir erkek ile evlendirmek hayali vardı. “Çocuklar kendilerini maddi yönden kurtarsınlar.” Düşüncesi hâkimdi. Böyle yapılan evliliklerin çoğu da boşanmayla sonuçlanıyordu. Çünkü yetişme tarzı ve yaşam şartları birbirine uymuyordu. Bir seferinde buradan bir kızı Avrupa’da yaşayan bir gence istemeye geldiler. Bizden de bu evliliğin gerçekleşmesine yardımcı olmamız için ricada bulundular. Yardımcı olduk ve sonunda evlendiler. Sonuç olarak evlilikleri uzun sürmedi. Belli bir süre sonra boşandılar.
Avrupa’da yetişen gencin Fransız sevgilisi varmış, aileleri:
“Oğlumuzu, Türkiye’de yetişen bir hanım kız ile evlendirirsek, oğlumuz Fransız sevgilisinden uzaklaşır ve ev bark, çoluk çocuk sahibi olur.” Diye kendi kendilerine böyle temennide bulunmuşlar. Buradaki kızın hayatını hiçe sayarak, evlilik yaptırmanın ne kadar da yanlış olduğu böylece ortaya çıkmıştı. Aileler, bu durumu ne kadar gizleseler de sonunda hakikat ortaya çıkıyordu.
Üçkaraağaç Köyü’ne tam sekiz köyden taşımalı öğrenci geliyordu. Bu taşımalı köylerden biri de Aşağı Çulhalı Köyüydü. Bu köyün kaderi de Üçkaraağaç Köyü’nden farklı değildi. Coğrafi ve kültürel yapıları aşağı yukarı aynıydı. Öğrenciler saf ve temiz yürekliydiler ve verdiklerinizi alıyorlardı. Yeter ki onların ellerinden tutulsun ve yol gösterilsin…
Aşağı Çulhalı Köyü’nden taşımalı gelen öğrencilerden biri Mustafa idi. Babası yurt dışında çalışıyordu. Arabistan’da çalışan Mustafa’nın babası uzun süre köyüne dönmemişti. Bu yüzden ailesi sıkıntılar çekmişti. Mustafa; uzun boylu, zayıf, çekik gözlü çalışkan bir öğrenciydi. Az konuşan, konuştuğunda da kendini dinleten biriydi. Yaşı küçük olmasına rağmen olgun davranışlar sergiliyordu. Namazlarını bırakmıyordu. Yalan söylemekten uzak dürüst biriydi. Verilen dersleri ve ödevleri zamanında yapardı. Hele benim dersim olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ni canı pahasına sever, çalışır ve hep yüksek notlar alırdı. Diğer derslerini de sever ve yüksek notlar alırdı. O, bütün öğretmenlerini sever onlar da onu severdi. Para vb. ihtiyacı olsa bile bunu saklardı. Edep ve terbiye yönünden okulumuzun önde gelen örnek öğrencilerdendi.
Öğrencilerimizi; vatanına, milletine ve âlemi İslam’a faydalı bir nefer olarak yetiştiriyor ve mezun ediyorduk. Bütün eğitimcilerin asil görevi de bu değil miydi? Mustafa ortaokulunu başarılı bir şekilde Üçkaraağaç Köyü’nde tamamladı. Artık onun için lise yolu açılmıştı…
İlkokul ve ortaokul, öğrencilerinin filizlendiği zamandır. Toprağa kök saldığı zamandır. Lisede okuyan Mustafa zorluklarla karşılaşıyor ve yoklukla mücadele ediyordu. Çektiği sıkıntılar, onun daha iyi yetişmesini sağlıyor, hayata daha da sağlam tutunmasına sebep oluyordu. Zorluklar, çileler insanları olgunlaştırır. Liseden sonra üniversite okuyan Mustafa ile irtibatımı hiç aksatmadım. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarında hep yanında oldum. Mustafa’ya maddi ve manevi desteğimi sürdürdüm. O, okumuştu, vatanına bir fidan olmuştu. İnsanların emniyetlerini sağlamak için polis olmuştu. Ne kadar güzel bir meslekti. Ne kadar sevinsem azdı. Onunla gurur duyuyordum.
Zaman zaman bana mektuplar gönderiyordu. Öğretmenler gününde bana attığı mektup anlamlıydı. Onu okuduğum zaman ne denli bir önemli görevi yaptığımın farkına bir kez daha vardım.
Mustafa mektubunda:
“Hocam, satırlarıma nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Siz, çok değerli bir insansınız. Sizin öğrencilerinize yaptığınız iyilikleri ne kadar anlatsam bitiremem. Benim okuyup buraya gelmemde sizin çok büyük emeğiniz var. Eğer okumasaydım, ben köyümüzün bir kenarında ya bir çoban ya da köyde bir bekçi olacaktım. Belki de avare avare dolaşan işsiz, güçsüz biri olacaktım. Sizin yapmış olduğunuz rehberlik ve öğütler, benim derslerime iyi çalışarak başarılı olmamı sağladı. Ben ve benim gibi Anadolu çocuklarının güzel yerlere gelmesine katkı sağladınız. Sizin gibi öğretmenlerimizi anlatacak o kadar sözcük var ki buraya sığdıramam. Siz tam kalbimin ortasındasınız. Sizi asla unutmayacağım. Bana yerine göre bir abi, yerine göre bir baba, yerine göre de bir öğretmen olarak sahip çıktınız. Çoğu yaptıklarınızı karşılıksız yaptınız. Allah sizden razı olsun. Saygıyla ellerinizden öpülüyorum. İyi ki varsınız saygıdeğer İdris Hocam. Sizi unutmayacak olan öğrenciniz Mustafa…”
Benim bu dünyada alacağım en büyük hediye buydu. Ben başka hediye ve hediyeler istemiyordum. Ben, hediye olarak sadece ve sadece öğrencilerimi istiyordum. Onların başarılını istiyordum. Büyüğünü, küçüğünü seven, sayan, vatanına milletine hizmeti ilke edinen, saygılı dürüst ve ahlaklı bir gençlik istiyordum. Bu vasıflar da Mustafa ve Mustafa gibi öğrencilerimizde mevcuttu. Ben daha ne isteyebilirdim ki?
Dağın eteklerinde yetişen bu güzide güllere sahip çıkmak bizim en önemli görevimizdir. Onları bir bahçıvan gibi yetiştirmek bizim mesleğimizin ve insanlığımızın gereğidir. Rabbime peygamber mesleği olan öğretmenliği bana bahşettiği için sonsuz teşekkür ediyorum. Mustafalar, Ahmetler Ayşeler Fatmalar vb. bütün öğrencelerimiz bizim ayrılmaz bir parçamızdır. Biz onlarla mutlu oluruz, onlarla seviniz. Onlar bizim her şeyimizdir. Her öğretmenin bir Mustafa’sı olması dileğiyle… Allah’a (cc) emanet olunuz…
05.01.2019
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.