- 906 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÜRTAJ
Sabah ağzında peltemsi bir tatla kalktı. İçi bulanıyordu. Onu bu böğürtülerle uyandıran şeyde neydi. Eşi de uyanmış, onu tam arkasından izliyordu. Vicdan, aynaya öyle perişan bir halde baktı ki Güven olup bitenleri aynadaki suretinden anlamaya çalıştı. İlk sözcüğü “Hayırdır sevgili. Ne oldu sana?” oldu.
“Ben de bir anlasam!” dedi Vicdan elini ve yüzünü tekrar yıkarken.“Sanki biraz daha iyiyim.” Durumunu değerlendirmeye çalıştı. “Hastalanıyor muyum?”
Güven, “Sevgilim, bugün mutlaka doktora gitmelisin.” diyerek yarıda kalan uykusunu tamamlamak üzere tekrar yatağa döndü. Vicdan içlendi. Bu kadar mıydı yani? Kendisi perişanları oynuyordu Güven Bey’se yatağına dönmüştü. Uyku tutmadı. Hâlbuki ne çok yorgundu. Kalktı. Büyük beklentilerle düzenledikleri kocaman salona geçti. O salon şimdi kocaman bir boşluk gibiydi. İçinde kaybolacak hissiyle okuma koltuğuna oturdu. Elleriyle yüzünü avuçladı. Yaşadığı şeyi anlamaya çalıştı. Bir boşlukta sallanıyor gibi kalkıp pencereyi açtı. Yıldızlar semanın her bir noktasındaydı. Işıl ışıl bir ışık bulutu oluşturmuş geceyi gündüz yapmışlardı. Ay, tüm görkemiyle yanı başındaydı. Uzansa tutacak gibiydi. Ay’ı görünce aybaşı aklına geldi. Binbir düşünceyle salona tekrar geçti. Hayatlarına birçok şeyi katan ve katacak olan kitaplar için büyük bir kütüphane yaptırmışlardı. Kitaplar çoğalacak sorunlar azalacaktı. Ve onlarla büyüteceklerdi yaşamı. Ancak öyle balıklama dalmışlardı ki hayatın içine tüm bunları yapmaya hiç zamanları olmadı. Harala gürele derken fuar günlerinde kendilerince okumaya değer buldukları kitaplarla dolduruyorlardı rafları.
…
Okumadığı o kadar çok kitap vardı ki yiyemediği lokmalar gibi çoğalmıştı zamanla. Kitaplara göz attı. Bu saatte düşüncelerini derdest etmeyecek akıcı bir şeyler olsun istedi. Kitaplar, heyecanlı bir el dokunsun, bir göz görsün, bir algı oluşsun ister gibiydi. Belki en azından üstündeki tozları alınırdı. Bilgesu Eranus’un üçleme kitapları “Kazı, Göz ve Gece” karanlıkta selam duruyordu. Tıpkı gece ve gündüz gibi. Hemen yanında küçük bir kitap. Sanki sesini duyurmaya can atıyordu. Sırtında adı bile yazılı değildi. Merakla uzandı ve o aralıktan çekip aldı. “Doğmamış Çocuğa Mektup” adlı kitaba şöyle bir göz attı. Merakla koltuğa oturdu. Erken kalkanın sadece kendisinin olmadığını serçe seslerinden anladı. Kuşlar her gün aynı saatte ötüyordu ama Vicdan, bu sesleri hiç bu kadar net duymamıştı. Onlar aşk melodileriyle sabahı karşılarken Vicdan, kitabın ilk sayfalarına dalmıştı bile. Kendisine aşk sözleri söyleyen kişinin notu vardı en başta. “Sonsuz hayat yoktur. Ama hayata nasıl başlayacağımıza karar vereceğimiz süreçler vardır. Sevgimde kal.” yazıyordu. Duygulandı.
Şimdi kalan neydi? Gecenin gündüze yetişmeye çalıştığı şu saatte, hayatın zaman dilimleri aleyhimize işlerken! O yıllardan bu zamana değişen ve dönüşen şeyleri düşünmeye çalıştı. Arkasına baktığında biriktirdikleri, elinde kalanlar mıydı? O soyut düşünceler ve yaşadığı fırtınalar kişisel gelişimine katkı sunmuştu ancak elinde kalan şimdi şu küçük kitap gibiydi. Neden böyle hissettiğine anlam veremedi. Saat, yatak odasında deli gibi çaldı. Saatin sesi, “Bayım” dediği eşini rahatsız etmesin diye düğmesine sertçe vurdu.
…
İnsan niye sorulan sorulara değil de, sorulmasını istediklerine cevap verir. Gerçeği niye hep öteler, sonraya bırakır? Acaba sorunları zaman mı çözer diye yapıyorlardı. Vicdan, mutfakta bir şeyler hazırlayarak “Bayım kalkma zamanı.” diye seslendi.
Güven, gözlerini kamaştırdı. Elinin tersiyle göz kapaklarını mı açıyor yoksa kenarındaki çapakları mı temizliyor pek anlaşılmıyordu. Ama güne başlamak için gözlerinin açılması şarttı.
Yorganı elinin tersiyle üstünden attıktan sonra sanki bir şeye geç kalmış gibi hızla lavaboya gitti. Saatine baktı gerçekten de geç kalmıştı. Duş alacak zamanı yoktu. Elini yüzünü hızla yıkarken biraz kendine geldi. Mutfaktaki küçük masanın üzerinde dizili peynir dilimleri ve zeytin taneleri sayılı gibi duruyordu. Ve sanki bir sıralama ya da mesaj içerir hissiyle uzandığı peynir diliminden elini çekti. “Sevgilim, peynir dilimi elimi yaktı.” dediğinde Vicdan, “Cebimizi yakan elimizi de yakar.” diye cevapladı. Ayaküstü birkaç dilimi ekmeğinin arasına koyup sandviç yaptı ve ılık meyve suyuyla yedi. “Hadi ben kaçtım sevgili.” dedi.
Vicdan, “Dur hele konuşacaklarım var.” dediğinde Güven “Akşam iş çıkışı konuşuruz artık bu aralıkta neyi yetiştirebiliriz ki?” diyerek evden küçük deri çantasını alıp hızla çıktı.
Vicdan, akşam eve geldiğinde masanın üzerinde fazla bir şeyin eksilmemiş olduğunu fark etti. Sabah birkaç dilim peynirle açlığını bastırmıştı. Birkaç söz ise akşama kalmıştı. Gün başlar, gün biter. Bilmez mi şimdi söylenmeyen, akşama söylenmez. Söylenecek söz varsa da eğer o söylenene kadar her şey devam eder, gider.
Günler birbirini kovalıyordu. Çocuklar arada arıyor hâl hatır ediyorlardı. Küçüğünün, Anayasa Hukukuna Giriş sınavı biraz kendisini zorlamış! Öyle söylemişti. Büyüğü ise fizik ikinci sınıftaydı. Onun dersleri iyiydi. Bu da onu mutlu kılıyordu. Bunun dışında hayat rutin akıyordu. Ama şu aralar canı pek sıkkındı. Sıkıntılarını paylaşacağı, kendisini anlayan birisiyle konuşmaya ihtiyacı vardı.
O akşam işyerinden Mihriban’la iki lafın belini kırmak için kafeteryaya gittiler. Ağırlıklarını, oturdukları koltuğun üstüne koydular. Kocaman bir kale oldu çıkardıkları. Üstüne de çantalarını attılar, tümsek aşağıya kadar indi.
Mihriban, “Ay! Gülüm bu ne böyle; ağırlığımız kadar yük taşıyoruz üstümüzde.” dedi.
Vicdan, “Gücük* ayını seviyorum, bana hayatı anımsatıyor. Kısa ama keskin. Ayrıca kilolarımızın kamuflajı için harika, ne varsa üstümüze alıyoruz.” dedi.
“Olaya hiç öyle bakmamıştım. Kısa olan şeyler keskin mi oluyor diyorsun şimdi.” dedi ve çantasından bir küçük not defteri çıkarttı Mihriban.
Vicdan, “Hayırdır yazılı sınav mı yapacaksın yoksa?” dediğinde;
“Değil gülüm değil. Bazı notlar almak istiyorum. Zaman hızla geçiyor. Sözler uçuyor birer yaprak gibi, savruluyor her biri bir duvar dibine bir köşeye. Sorun neydi? Ciddi ciddi uzun zamandır bizleri buraya sürükleyen rüzgâr ya da adı neyse?”
Vicdan, “O ağacın ve yaprağının bir geçmişi bir öyküsü var. İnsan ilişkileri de buna benzer bir süreç yaşıyor. İlişkileri durup dururken bitmiyor. Yaralı bir canlının ölüş hızıyla benzer özellikler gösteriyor. Onun için yaralı ilişkileri tedavi etmek için zaman kaybetmemek gerek. ‘Yoksa niye bitti?’ gibi ‘aptal’ bir soruyu kendimize sormak zorunda kalırız. Zaman çok değerli, geriye dönülmez bir yolculuktur. Bu yolculukta dostluklarımız o kadar çok yara alır ki farkına varmayız çoğu zaman. Ancak bunu fark ettiğimizde yanımızda kalan insan sayısı o kadar azalmıştır ki dönüşümsüz yolculuğun sonuna geldiğimizi anlarız.”
Mihriban, “Beni geçmişe götürdün. Tüm ilişkilerimi bir film şeridi gibi gözden geçirmeme neden oluyorsun. Yaşadığımız sıcak zamanlarda, kırdıklarımızı göremediğimiz gibi kırıldığımız şeyleri de hemencecik onarılıyor sanıyoruz. Oysa hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını belli zamanlarda anlıyoruz.” dedi.
Vicdan, “Sanki üşüdüm, montumu uzatabilir misin?” dedikten sonra uzatılan montunu giydi. İçinde adeta kayboldu. Akabinde “Mihriban asıl sorunumsa, geleceğe taşıyıp taşımayacağım bir şey var. Bu konuyu seninle konuşmak istiyorum.”
Mihriban, “Gelecek yeni doğan bir çocuk için bir başlangıç bizim için ise sonun başlangıcına yaklaşmaktır.”
Vicdan, “Neden böyle söyledin ki şimdi? Sana anlatacaklarımı bitirdin. Bizim vatandaşla aramızda sorun var.”
“Severim Güven’i. Söyle bakalım sana neler yaşatıyor?”
Vicdan, “Hiçbir şey göründüğü gibi değil hocam. ‘Dışı seni içi beni yakar.’ O çağdaş kafanın arkasında öyle köhnemiş düşünceler var ki şu sıradan olarak gördüğün insanlardan farklı bir davranışı yok. Sadece rötuş yapmasını bilen bildiğin bir kütük aslında.”
“Sen ne diyorsun gülüm. Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Çok acımasızsın. Bu zamana kadar ben ne bir yalanını ne de bir yanlışını görmedim, duymadım.” Ellerini ovuşturdu sanki biraz üşümüş gibiydi. “Bak bu ortamın soğukluğu değil senin sözlerinin soğukluğu beni üşüttü.” dedi.
Çilekli pastaları geldi. Bir tutam çiçek gibi masanın tam ortasına koydular. İlk dilimi ağzına alır almaz sabahki gibi lavaboya koştu. Elini yüzünü yıkadıktan sonra geri döndü.
Mihriban elinde bir peçeteyle Vicdan’ın dudaklarının kenarında asılı kalan pasta parçacıklarını sildi. “Kuzum ne oldu? Ağzında kan lekesi var sanki. Onu sildim.” dedi.
Vicdan, “Bir şey yok kuzum. Bu mevsimde çilekli pasta yersen olacağı budur. Her şey mevsiminde güzel,” dedi ve tekrar elindeki peçeteyle dudaklarının kenarını bir usta titizliğiyle temizledi.
Mihriban, “Doğru söylüyorsun. Her şey zamanında olmalı. Bak otuz beşime geldim ve çocuk sahibi olamadım ve artık benim için işler daha zor.” dedi.
Vicdan, olayın nasıl buraya geldiğine ya da getirildiğine şaştı. Kadın her şeyden çocuk olayına ve hamileliğe çıkış yapıyordu. Şimdi kendi sorununu nasıl anlatacak, olaya nasıl girecekti. Bir kaşık daha çilekli pasta yemek istedi ama gene içi bulandı.
Mihriban, “Kuzum bu durum ne? Başka şeyler çağrıştırıyor? Yoksa…”
Vicdan, “Yahu deli misin bu yaşta? Pardon iki çocuktan sonra çocuk yapamam.”
Mihriban, “Ne garip bir durum değil mi? İnsanların bir kısmı çocuk sahibi olmak için her şeyi yapmayı göze alıyor bir kısmı ise ‘hayat’ olan bu çocuğu istemiyor.”
“Çocuk nasibiyle gelir deniliyor ama Mihriban, istatistikler hiç de öyle demiyor. Ülkede yaşayan on milyon çocuk bakıma muhtaç ve sağlıklı beslenememekte. Çocuk bakım evlerine bırakılan çocuk sayısının yirmi beş bin dolayında olduğunu biliyor muydun? Peki, bu çocuklar nasipleriyle geliyorsa yaşanılan bu sonucu nasıl açıklayacağız? Doğrudan kürtaj diye bir olay var. Onu bile gündemlerine almıyorlar. Hatta kürtaj yasa koyucu tarafından yasaklandı biliyorsun.”
Mihriban, “Bence çocuğun ana rahmine düştüğü andan itibaren kutsallığını kimse yadsıyamaz. Ve o andan itibaren yaşam onun içinde başlamıştır, diye düşünüyorum. Onu yaşamak ve yaşatmak, sanırım bambaşka bir duygu. Sen bunu benden daha iyi biliyorsun. Oysa ben bu durumdan mahrumum ya da kusurluyum.”
Vicdan, “Yapma Allah aşkına kuzum. Biliyorsun her zaman için bir yol yöntem vardır. Teknoloji çok gelişti. Tüp bebek gerçeği var. Düşünebilirsin. Bir de öyle değerlendirmek lazım.”
“Ben kısırım diyorum. Sen bana çoldan çocuktan ne haber diyorsun Vicdan. Sen niye üstüne alınıyorsun ki hem. Benim gerçekliğim. Ve ne yapabilirim ki top bende. Vatandaş kendisine toz kondurmuyor. Gençliğimiz avuçlarımızın içinden kayıp gidiyor.”
Vicdan, kendisine mi Mihriban’a mı üzüleceğini bilemedi. Ona moral vermek için “Hep olumsuz yönden bakıyorsun. Bir sana bak, bir de bana. Posam çıkmış, yerlerde sürünüyorum. Şu tunikler de olmasa üstümü kapatacak şey bulamıyorum. Bak şimdi bir test yapacağım.”
Gözleri servis yapan garsonu arıyordu. Ancak onlar da karınca misali ortalıkta bir sağa bir sola dolanıp duruyorlardı. Bardak çanak sesleri ortamı doldurmuştu. Eli boş kara kuru bir garsonu gördüğünde el etti. “Hey, delikanlı bakar mısın?”
Garson “Buyur hocam, bir emriniz mi var?” dedi.
Vicdan, “Ne emri” dedikten sonra Mihriban’a döndü. “Bu çocukları da iyice askeri disipline sokmuşlar. Bak yavrum! Şimdi beni iyi dinle. Biz iki limonlu soda istiyoruz. Ama öncesi samimi bir şekilde düşüncelerini ve gördüklerini söyleyeceksin. Anlaşıldı mı?”
Mihriban, ağzı açık bu diyaloğun nereye doğru gideceğini meraklı gözlerle süzerek kulakları hazır ses titreşimlerini bekledi.
Garson bu kez biraz daha dik bir duruş sergileyip “Ablam, pardon hocam biz doğru söylemeyi ve dürüst olmayı sizden öğrendik.” dedi.
Vicdan, “Hayda! Buradan yak bakalım çırayı” dedikten sonra biraz sesinin tonunu ve dilindeki sertliği yumuşatarak, “Bir bana bak birde karşımdaki şu hatuna bak! Ve utanmadan sıkılmadan gördüğünü söyle. Darılmayacağım ve yine buraya kahve içmeye geleceğim. Söz!” dedi gülümseyerek.
Garson, “Ya hocam,” diye kem küm etmeye başladı.
“Bırak şimdi bunları! Ne dedim sana. Objektif olacaksın.”
“Hocam, ablamız 30-35 yaşlarında görünüyor, siz ise işte 45-50 arası gösteriyorsunuz.” dedi.
“Çocuğum objektif ol dedim de bu kadar abart da demedim! Hadi sen şimdi git de şu bizim siparişleri getir.”
Garson tekrar bir hocasına bir de sarışına baktı. Sırası mıydı şimdi doğrucu Davut olmanın? Düşüncesiyle uzaklaştı. Sanki hocasının moralini hafif bozmuş gibiydi.
“Ne oldu şimdi, neyin göstergesi bu? Gül gibi iki çocuğun var. Hiç de söylediğin kadar değil.” dedi Mihriban.
Vicdan, “Ya kabul et işte. Seni yaşının altında beni ise gördüğün gibi bir beş yaş yaşlanmış gördü. Bu kez kadın garsonu çağıracağım bak. Bir de onun gözünden dinleyelim, ne dersin?” dedi.
Tam çağıracaktı ki Mihriban, “Dur hele, tamam abartmanın anlamı yok. Bu benim gerçeğimi değiştirmiyor ama.” dedi.
Sodalarını yudumlarken masanın üstünde kapanmış kahve fincanlarına baktılar. Hadi gelecekten ne haber veriyor ona da bakalım, dediler.
“Ya kuzum, fal nedir? Şimdi senin isteklerin, benimkiler ve bilinen şeyler. Biz, bizi tanımayan bir yere gidelim. ‘Gizli Bahçe’ diye bir yer var. Yeni biri gelmiş. Fala iyi bakıyor diyorlar. Kahvelerde bedavaymış daha sonra oraya gidelim. Şimdi kalkma zamanı.”
Hesaplarını ödeyerek masadan ayrıldılar.
…
Vicdan, geç vakit döndü eve. Güven’le hamileliğini ve kürtaj işini konuşmaya çalıştı. Dokuzuncu haftasına girmişti. Onuncu haftada çocuk biçimleniyor ve duygu kazanıyordu. Bundan sonrası için müdahale etmek çok zordu. Bir an önce bu durumu çözümlemeleri gerekiyordu.
Güven, “İyi de kim sana kürtaj ol dedi ki? Hem aradan yıllar geçti. Belki bu çocuk bize iyi gelir. Sahiden çocuk özlemedin mi?
Vicdan “Sen dalga mı geçiyorsun yahu? İkisini nasıl büyüttüğümüzü biliyorsun. Sanki çok kolaymış gibi. Aradan yıllar geçti. Şimdi nasıl bakacağımı bile unuttum. Nasıl yapacağım. Geçen gün ‘Korunmayan insanlara şaşıyorum.’ derken hayli iddialıydın. Bak yaşadıklarımıza. Zaten korunmanın hükümlerine uymuyorsun. Sorumluluğun büyüğünü de bana bırakıyorsun. İki çocuk yetiştirdik. Bir gün kalkıp da şu çocukların nesi var? Açlar mı toklar mı dediğini nedense anımsayamıyorum. Gerçekten sorumluluklarını yerine getireceğini bilsem inan doğururum. Okulda öğrencilere ders verecek takatım kalmadı. Ve burada tüm şartlar benim açımdan ele alındığında hoşlanmadığım bir şeyin hayırlı olacağını da düşünmüyorum. Zaten arzu ettiğim bir şey de değil. İrademle karar veriyorum.” dedi.
Güven’se hiçbir şeyden emin değildi. Bu nedenle “Çocuk olursa iyi olur. Ama bu hamileliği yaşayan ve bebeği taşıyan sensin. Yarın, bir anne olarak çocuğun sorumluluğunu büyük ölçüde sen yerine getireceksin. İstemiyorsan git aldır. Ama kararı ben değil sen vereceksin. Daha bu konuyu konuşmak istemiyorum. Bitti. Nokta. Anlatabildim mi?” dedi Vicdan’a destek olacağına.
Vicdan eli kolu boşalmış halde kendini yatağa zor attı. Artık bu süreci sonlandırması gerekiyordu. Uzatmanın anlamı yoktu. Güvenle paylaşmıştı işte. Ne oldu. Moral mi vermişti. Yanında olduğunu mu hissettirmişti. Yine topu kendisine atmıştı. En zoru tek başına karar verecek olmasıydı. Boğazına bir yumruk yerleşti. Nefes alamıyordu. Pencereyi açtı. Derin derin soluklanarak nefesini düzenlemeye çalıştı.
Ertesi gün kararını verdi. Mihriban ile kesinlikle konuşacaktı. Ve ondan yardım isteyecekti. Ama konuyu nasıl açacağını bilemiyordu. Daha önceki bir sohbetinde “İnsanların korunma yön¬temlerini bilemeyişlerini eğitimsizliğe bağlamıştı. Ve en önemlisi onun hassasiyeti, ne olacaktı. Keşke benim yerime o hamile kalsaydı dedi kendi kendine. Derinden yaralanacak.
Mihriban ise Vicdan’ın Güven ile olan sıkıntısının devam ettiğini düşünüyordu. “Ne yapabilirim?” dedi kendince. Ve “Anlat işte. Beni neden parka sürüklüyorsun, anlayamadım. Güven ile olan sorunlarınızı çözümleyemediniz mi daha?” dedi.
Vicdan kafasını gökyüzüne çevirerek derin bir iç çekti. Sonra yere eğilerek gözüne çarpan bir çalıyı eline alıp, birkaç parçaya ayırdı.
“Canım şimdi şaşıracağını biliyorum ama bir sürü şey söyleyip sonra buna uymayan bir durumla karşına çıktığım için beni anlayışla karşılayacağını umuyorum. Zaten anlatmanın zorluğunu halimden anlıyorsundur. Bugün dokuzuncu haftasına girdik.” dedi elindeki çalıyı ileride bir noktaya fırlatarak.
Mihriban Hoca, “Evet okulun 9. haftasını geride bıraktık. Ne oldu ki gençlerle sorun mu var?”
“Keşke öyle olsaydı hocam sorun bende. Hamileyim.” Sanki suçluymuş gibi gözlerini yere dikti.
Mihriban Hoca öylece bakakaldı Vicdan’a. Söylediği gibi oldukça şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. “Nasıl yani. Gerçekten hamile misin?” diyebildi en sonunda.
“Evet, maalesef öyle ve Güven bu konuda sorumluluk almıyor. Zor durumdayım kritik bir dönemdeyim. Bu hafta sorunu çözmeliyim.”
“Geçende bunun sinyallerini verdiğinde yok böyle bir şey diye inkâr etmiştin. Kaldı ki ben ne yapabilirim ya da sana nasıl yardımcı olabilirim? Dur bekle. Biraz sindirmeye çalışayım. Halen haberin şokundayım. Ne yapacağız?” Bir süre duraladı.
Sonra da Vicdan “Bildiğin bir doktor lazım. Ve benimle gelmen gerekiyor.” dedi.
“Tamam, hocam sen karar verdikten sonra ben her türlü yardımda bulunurum.” dedi sakince ve içi acıyarak.
“Bir isteğim daha var. Bu durum aramızda kalsın istiyorum. Okul dışı olacak. Hiç kimsenin duymasını istemiyorum.”
“Tamam, tamam. Ama bu konuyu Güven’le keşke netleştirseydiniz. Bu ikinizin çocuğu. Alacağınız karar ikinize ait olmalı. Birinizin kararı ileride ilişkinize daha fazla zarar verebilir.” dedi Mihriban Hoca.
“Düşünmüyor değilim ama artık yapılacak bir şey kalmadı. Birinin karar vermesi gerekiyordu. Ve anlaşılan bu da benim üzerime kaldı. İçimde fırtınalar kopuyor Mihriban. Bu durumda kalmanın nasıl bir duygu ve ne kadar zor olduğunu anlatamıyorum. Yaşayabileceğimiz olumsuz şeylere bakmıyor bile. Sadece yaşayacaklarına bakmakla yetiniyor. Ama gerçeklik öyle mi? Olmadığını ben de çok iyi biliyorum.
Mihriban Hoca, kürtaj hangi koşullarda yapılır onun ötesinde yarattığı psikolojik etkileri bilmiyordu. Ama Vicdan’ın ruh halinin iyi olmadığını anlamıştı. Onu sakinleştirecek bir şey de yapamıyordu. Koşullarını düşününce evet, onun için gerçekten zor bir durumdu. Ama ya kendisi için. Keşke hamile olan kendi olsaydı. Bir çocuğunun olabileceği düşüncesi yüreğini neşelendirdi, sonra çabuk sıyrıldı bu düşünceden. Niye hep böyle olurdu? Acaba Vicdan doğurup kendisine verebilir miydi bu bebeği?
Söyleyemezdi de ona. Üzülürdü. Sonra kızdı kendine. Bunu daha önce de yapabilirdim evlat edinerek. Ama her şeye rağmen kendimden olsun isteği daha mı ağırdı?
Hemen, yakın dostu Doktor Eylül Hoca’yı aradı. Kısaca olanları anlattı. Hoca da, “Hastanenin durumunu öğrendikten sonra size dönerim.” diyerek telefonu kapadı.
Günlerdir çektiği sancılar bitecek miydi?
Mihriban Hoca’nın “Hadi gidiyoruz” dediğini duyunca Vicdan birden titrediğini hissetti. İçi üşüyordu. Ama şimdi gerçekten bitiyor muydu? İlk kez bu kadar çok korktu. Canından bir parçaya son verecekti. Bundan sonra nasıl devam edecekti hayata? Hep gözlerinin önünde çocukları.
…
Bir taksiye bindiler. Hastanenin kapısına geldiğinde yürümekte zorlandı. Yalpalıyordu. Mihriban’a tutundu. Yeşil çizgiyi takip ederek muayene odasına girdiler. Hemşire, üzerindekileri çıkarması gerektiğini söyleyerek dışarı çıktı. Vicdan soyunmaya başladığında bir taraftan da kendini rahatlattırmaya çalıştı. Bu sonuçta daha küçücük bir embriyondu. Milyonlarcası için yoksa her gün ağlayacak mıydık? Yetmedi. Kendini ikna etmekte zorlandı. Hâlbuki tamamıyla hazır olduğunu sanmıştı. Hemşire girdiğinde jinekolojik masaya çıkıyordu. Uzandı. Bacaklarını çatala yerleştirirken hemşire yardım etti. Oysa kaç defa ayırmıştı bacaklarını öylesine.
Doktor muayene ve son hazırlıkları sonrası tekrar hazır olup olmadığını sorduğunda, “Tamam” diyerek hafifçe kafasını salladı. Bir iğne sonrası işlem başlamıştı. Dışarıda her şey silikleşmiş, oysa içinde bir şeyler kopuyordu. Dayanılmaz bir acı hissetti. Dişlerini sıktı. Hırıltı sesi dişleri arasından yankılandı. Kasıklarından aşağıya inen ağrı, içinden bir şeylerin de koparılıp alındığının ve bu işin dönüşünün olmadığını gösteriyordu. Tam o anda öylesine derin bir acıyla duyumsadı ki hayatından kopartılıp alınan küçüğü.
Bu muydu? Bu muydu bir anlık zevkin, mutluluğun hayatında yaratacağı sonuç. Gerçi eşine bir şey olduğu yoktu. O bunun sonuçlarını tek başına yaşıyordu. Güven bir erkekti nede olsa. Ve o hayatına kaldığı yerden aynen devam ediyordu. Ya kendisi öyle olabilecek miydi? Eski Vicdan. Öyle olmadığını, olamayacağını “evet bitti” sesini duyduğunda iliklerine kadar hissetti. İradesi olmayan bir şey anlık zevklerin sonucu anlık acılarla perçinleşti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı. Ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Bir ömür boyu sürecek bir gerçeklik ile baş başaydı. Üstelik onu anlayacak, teselli edecek biri de yoktu yanında.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.