- 1025 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'décadence'
‘-Arkadaşlar, başta söylediğimizi özetlemek gerekirse, empresyonların hayatımızdaki yerini değerlendirme sürecinde Hume’nin insanı anlama üzerine varsaydığı bir çözümsüzlükten bahsedebiliriz. Biz imajlar yoluyla dış gerçekliğin anlık bir kavrayışında yaşamamıza devam ederiz. Peki, fikirlerimiz ve bizi bu imajlar üstü idelerimiz çerçevesinden değerlendirme yaptığımızda dış gerçekliğin hangi boyutunda oluruz? Bu artık üçüncü boyutun, kendi varsayımlarını ardışık kılamadığı dördüncü boyutta yer alan, dış gerçekliğin anlık kavrayışının yâd edilmesidir ki, biz buna insan bilincindeki aydınlanmaya en yakın zihinsel eylem diyebiliriz.
-Peki hocam, Hume aslında ideaları empresyonların yanılsamaları dediği noktada, siz farklı bir şey söylüyorsunuz. Deneyimi yapılmış, görülen bir şeyin mi yoksa yanılsama olarak kabul eden bir fikrin mi asıl bahsedilmesi gereken şey olduğunu nasıl ayırt edebiliriz?
-Aslında bizim yanlışımız şu ki, baktığımız noktalar farklı. Sadece bu konu üzerinden değil, a priori veya a posteriori olarak ayrım yaptığımızda da aynı hataya düşüyoruz. Hume’nin empeiria olarak belirttiği kısımda daha çok bakış açılarımız çevresinde toplanan hataları yansıtır.
-Yani sizin demek istediğiniz hocam, bakış açılarıyla bu tür felsefi problemlere çözüm bulabilir miyiz?
-Ne tür felsefi problemlere, anlayamadım?
-Duyular yoluyla hayat yalnız başına kendini ifade edebilir mi? Biz bu duyularımızla beraber, imajlardan yola çıkarak kendimize bir fikir oluşturabilir miyiz? Bilgiyi test edecek rasyonelliği sadece duyuların imtiyazına bırakmak sağlıklı mıdır?
-Çözüm mü arıyoruz yoksa biz varlığın akışı yolunda hafifletici, geçerli ilaçlar mı bakıyoruz?
-Diyelim ki hocam ilaç arıyoruz. Sıkıntıyı tamamıyla çözebilecek kadar kuvvetli bir töz bu duyular içerisinde olabilir mi? Burada Hume’nin reddiyesiyle karşılaşabiliriz. Biz denenmiş aynı aptallıkları yaşayıp, farklı sonuçlar bekliyor gibiyiz. Bunu da mı bakış açılarımızla çözebiliriz?
-Kadınsı gözyaşı diye bir tabir vardır. Bu aslında geçici heveslerin imajını belirtmede kullanılır. Bakış açılarımızı bu tabirle birleştirip, hayatı sorgulamaya bu yükle yaklaşırsak, yoruluruz. Bakış açılarını erdemlerin arzu kıskacından kurtarmamız gerekiyor.
-Sizi anlamıyorum hocam. Maalesef, siz geçen derste Kant üzerine yorumlarınızda da aynı taktiği uygulamıştınız. Sokakta felsefe olarak adlandırılan şeyi yapmaktasınız.
-Belki de! Beni yok saymanız için koşut mudur bu peki? Hayır, daha çok düşünmeniz için ardılları beraberinde getirir.
-Peki, dediğiniz gibi olsun. Aynı yere baksak bile, imajlarımızın farklı olduğunu algılama konusunda sıkıntılarımız var.’
‘İmajlar üzerine’ verilen bir seminerde telefona kayıt ettiğim sesi tekrardan dinliyordum. Konuşmacının son dakikalarda soru-cevap yaptığı sırada kendisini dinleyenlerden biriyle yaptığı ufak çapta tartışmaya benzer bu kısımda içimden ‘ne diyor bunlar’ demiştim. Hem ne diye felsefe seminerine gittiğimi kendime bile açıklayamıyorken, ses kaydı gereksinimi konusunda ses etmemem gerekiyordu. Bu seminer aslında üç günlük bir programın parçasıydı. Bu programa davet edilenlerden, otel masrafı karşılananlardan biriydim. Bunu nasıl mı becermiştim? Bazen hayat insana öyle tesadüfî noktalarda yardımcı oluyor ki, ister istemez şaşırıp kalabiliyorsun. Bu program, yazmak, televizyon izlemek, boş muhabbet etmek gibi zihnimi yatıştıracak bir şeydi ve bu fırsatı tepemezdim. Banka şubesinde elimde sıra fişiyle ilerlerken umarsız bir halde yapacağım işlemi düşünüyordum. Parlak taranmış saçlı, sinekkaydı tıraş olmuş, kar gibi beyaz gömleğiyle karşımda oturan adam ‘tebrikler, bankamızın düzenleyeceği programa ücretsiz katılım şansını elde ettiniz’ dediği an duraksayıp arkama baktım. Acaba başka birine mi söylüyor diye tereddüt etmiştim. Arkamda kimse yoktu. Sabahın köründe banka açılalı daha yarım saat olmamıştı ki ben şubeye gelip işlemimi yaptırmak istemiştim. Veznedeki adama ‘ne programı’ diye sorunca, ‘içeriği ve tüm bilgiler şu zarfta yazılı’ diyerek bana doğru uzunca bir zarf uzattı. Zarfı bankadan çıkar çıkmaz ucundan yırtıp açtığımda, bunun bir dolandırıcı şakası olmadığını anlamıştım. İstersem bu küçük hediyeyi bir başkasına verebilirdim. Zarftaki kâğıtlardan birinde öyle yazıyordu. Duraksadım. ‘Saçmalama’ dedim, ‘bir başkası yok!’
Üç gün boyunca kendimi başka insanların dünyasında bulsam da, aralarında olduğum insanların umurunda değildim. Birincisi kimse beni tanımıyordu. Tanışmak isteyen biri bile olsa, benim buraya bir banka promosyonuyla geldiğimi öğrendiklerinde zihinlerinde ‘ha ha, fırsatçı cahil’ imajının oluşup oluşmayacağına dair garantim yoktu. Hem bu imaj problemi de tamamıyla kendi endişelerimden doğan bir sorundu. Kimse bunu sorun edebilecek kadar basit düşünmüyordu. Bir kısım konuşmacıların, kendilerinden öncekilere karşı takındığı tavırlar kimi zaman komik ve çocuksu gelse de, onlar bu komik tavırları üzerinden dahi konuşacak felsefi argümanlar bulabiliyorlardı. Hayır, ötekileştiren veya basit bir snop filtresine de tabi tutulmamış, sadece ilgilenilmemiş biriydim. Bundan dolayı şikâyet ettiğim sanılmasın, tersine memnundum. Yalnızdım. Daha az yalnız kalabileceğimi düşünerek katıldım. Yalnızlığım ne uzadı ne de kısaldı. Olduğu yerdeydi. Konuşanların veya onlara cevap verenlerin yalnızlığı kadar yalnızdım. Bir başkasının daha kalabalık olduğunu varsaymak hakaret olurdu. Herkesin boku aynı foseptik çukurundaydı. Aynı hava solunuyor, aynı lamba altında ışığın kuvvetiyle canlı kalmaya çabalıyorduk.
Üç gün boyunca kaldığım otelin terasına ara ara çıkıp, kentin yamuk mimarisine bakıp sigaramı içiyordum. O terasta ‘eve dönünce bir süre hiçbir şey düşünmesem iyi olacak’ diye aklımdan geçirdiğim anlar olmuştu. Feribota bindiğimde her şey güzeldi. Açık havada, deniz üzerinde beyaz köpüklere bakıyordum. Feribotun bir süre önce geçtiği yerde hala belirgin halde yüzüveren köpükler ağır ağır mavi suyun cildine emiliyor ve düz, pürüzsüz renk tekrar ortaya çıkıyordu. Hafiflemiştim. En azından bir süreliğine kendi saçma düşüncelerimden uzaklaşmıştım. Kaç gün boyunca kendimi iyi hissedebilirdim; bu bir ömür sürecek mutluluğun yoksa giriş anahtarı mıydı bilemiyordum. Denizin ortasında her şey daha sakin gözüküyordu. Beyoğlu civarında yürürken insan seli arasında, aralarda açılmış parti afişleriyle dolu tezgâhlardaki yüksek sesli konuşmaları anımsayınca içim daralmaya başladı. Evet, tezgâhtan farksızdı. Kim olursa olsun, insanın insanı yediği tezgâhlar arasında her biri hayal satmaya çabalıyorlardı. Beraber temeli olamayanların yapmaya çalıştığı zaten bu değil miydi? Bir insan artık müddetin dolduğunu belirtip ‘durun, hayal satamayacaksınız artık burada’ dese ve insanlar ona inansa, böylece hayal satmak yerine beraber hayallerin kurulduğu bir dünya inşası ne zaman kurulacaktı? Eski, yer yer teni parçalanmış bir kanepede, renkli, tüyleri burnu gıdıklandıran bir battaniye altında yapılan felsefi bir etkinlikle, bu rağbet gösterilmez gerçeklik eş bir düzeyde ilerliyordu. Bir süreliğine daha bu sakinliğe maruz bırakılmak istiyordum. Anons sesi gelene dek…
Yığın pas tutmaması için özel bir boya kaplı koca demirin gerisinde sabırsızca bekleşiyordu. Aralarındaydım. Bir farkımızın olmadığı bu bekleyişin benim için önemli bir tarafı yoktu. Sessizdik. Herkes inmek için buradaydı. Biri çıksa ‘hayır, ben inmek istemiyorum, sizde inmeyin, kesinlikle inmeyin, inerseniz ölürsünüz’ dese, kim ona inanacaktı ki? Adımımı atınca ‘indim’ diyeceğim. Bir deniz taşıtından inmek aslında iskeleye kıç tarafından yaslanmış bölümünden geçiş yapmaktı. Bunu yaptıktan sonra, en azından gerçekten yalnız olduğumda diyorum daha başka olacağını hayal etmek için çabalayacaktım. Yanımda duran yaşlı adamın benimle muhabbet ettiğini fark ettiğimde feribot görevlisinin ‘yaslanmayın, az geride durun’ uyarısını içime çekiyordum. Karşımdaki yaşlı adam ‘hah, ne diyordunuz’ bakışları altındaydı. Belde’de yetiştirdiği çiçeklerden bahsediyordu. ‘Bir gün size uğrayayım mı’ diye sordum. Nedense içimde yatıştırmakta güçlük çektiğim çiçek sevdası vardı. Bu sevdam için bazı günler balkonda oturup sadece çevreye bakınıp ‘tam şiir yazmalık hava’ dediğim günlerim bile oluyordu. Balkonun köşesinde farklı renklerde çiçeklerin olduğu bir vazoluk hayal ediyordum. Hayalden gerçeğe geçiş aşamasında zorlanmasam, balkon daha güzel olabilirdi. Hatta kimi zaman çiçekleri salona alıp, onları ne kadar sevdiğime dair gizli konuşmalarda yapabilirdim. Bunun için fırsatım vardı.
Feribotta seyrederek geldiğim denizi bu sefer yürüyerek seyrediyordum. Ağaçlar yeşillenmeye başlamıştı. Kimi ağaçlarda birbirinden güzel çiçekler açmıştı. ‘Bunları işte’ dedim, duraksadım, yutkundum, iç geçirdim, sevdim ayrıca ve devam ettim:’ bunları anlatmak için o kadar çok derin anlamlar aramıyorum. Bu sevinci yaşadığımı paylaşıyorum. Dinliyor musun? Duyuyorsun biliyorum ve bu sevince ortak oluşunu gözlerindeki nemden anlayabiliyorum. Ne şanslı bir adamım!’ İnsan önce kendi yalnızlığını dile getirmek için yaşamın ortasına atıldığını fark etmez. Bir süre bilgi sahibi olur. Cehalet sürecini başarılı atlatırsa, gereğinden fazla bel bağlamayacağı duyguları belirginleşmeye başlar. Zamanla bilgisinin suyu çıkar ve onu tekrardan şurup gibi günde birkaç defa içmeye başlar. Özünü taşıdığı müddetçe bu şuruptan her gün birkaç defa içmeye maruzdur. Artık bu durumdan kurtuluşu yoktur. Bunun için kimileri ‘keşke hiç doğmasaydım’ tarzında hayata yaklaşır ki, kendileri de bu söylemin bir dışkı kadar kendilerine faydasız olduğunu bilirler. Yine de onaylanmayı beklerler. ‘Hayır, hiçte bile değil, ben öyle bir şey demedim, sadece konuşuyorum, söyleniyorum kendimce’ deseler de, yapmak istedikleri şeyi arzulamaktan vazgeçmezler. Ciğerleri yana yana, gözlerinde kan toplanarak, burunlarındaki acayip kırgın sızıntıyı çekerek onaylanmayı ve önemsenmeyi beklerler. Yalnız olduklarını dahi söylemek için birilerine ihtiyaç duyarlar. ‘İşte yalnızım, yalnızlığımla başkaları arasında yalnızım. Başkalarının yalnızlığı arasında yalnızım. Yalnızlıkların daha yalnız kıldığı bir yalnızım.’ Çünkü bir başkasının duyması gerekliliği vardır. Bir insan yalnız olduğuna ancak bir başkasına duyurabildiği zaman inanabilir. Üşüyor musun? Yalnızım. Terliyor musun? Yalnızım. İdrar torban mı doldu, rahatsız mı oldun, lavaboya mı koşacaksın? Yalnızım. Ter mi kokuyorsun? Yalnızım. Parfüm mü o? Sür, kokusu gelsin. Yalnızım. İnsanlar bunun için var. Yalnızlığını anlaman için tanışıyor, tartışıyor, konuşuyor, sevişiyor ve susuyorsun. Varoluşun en çiğ duygulanımını karşısında nasıl olurda sefaletten kopup, imtiyaz sahibi biri haline dönüşmeyi umabilirler ki? Ancak bu bilinci, yalnız olmanın tercih edilir değil, olması gereken tezahürünü benimseyerek. Sanırım bu, evet ve yalnız başına kaldığında ‘ben yalnızım’ kısmını kendine asla şikâyetçi olmadan, dayattırmaksızın sindirerek umarsızlığı kabul edebilirler.
Ayna karşısında bir süreliğine kendime bakıyorum. Evde tek ayna banyoda benden önceki kiracının ricasıyla taktırılan bir ayna ve ona karşı hep nazik davrandım. Birkaç kere beni üzgün görmüş olsa da, onu şaşırtmamak için çoğu zaman gülümsedim. Gözlerimin içi gülüyordu. Birkaç gündür tıraş olmamış olsam da yüzüm kaşınmıyordu. Sakalıma dokunamıyordum ama çenem ilgimi çekmişti. Ona dokunmak için parmağımı uzattım. Dayanamadım. Avuçladım ve onu hissetmek için yavaşça okşadım. Tatlı bir çeneydi. Ovalliğini belirgin halde görebiliyordum. Sakalın hep bu haliyle kalmasını arzuladığımı fark ettim. Sinekkaydı dedikleri şey bu yüzü harap ediyordu. Daha fazla kıla, tüye ihtiyacımda yoktu. Burada durmalıydı. Onu haliyle sevebilirdim. Burnuma bakındım. Gözlerime özellikle odaklanmak istemiyordum. Daha üstte boş bir alın duruyordu. Çok eskiden kıllı bir alındı. O zamanlar primattım. Bir primattan ne bekleniyorsa yapıyordum. Sinirlendiğim anda kırılmayacağına inandığım sert ağaç gövdesine defalarca yumruk atıyordum. Böylece hem gücümü test etmiş oluyordum hem de sinirlendiğim mevzudan dolayı sakinleştiğime inanıyordum. O ağacında canı olduğunu biliyordum. Belki de her yumruğumda ‘yapma, elin acır’ bile diyecek kadar mukaddes bir ruha sahipti. Karıncayı dahi ezmekten imtina ettiğim günlerde yaptığım bu suçtan dolayı primatlıktan daha modern davranışlara sahip biri haline dönüştüğümü, suçumun cezasının bu olduğuna inanabilirdim de! Banyodan çıkmadan önce alt dudağıma erişen bıyığıma bir süre bakmıştım. Çocukken beni koruduğuna inandığım bazı batıl inançlardan birinin güncellenmiş hali dudağımı yarıdan fazlasıyla kapatan bıyığımdı. Neyse ki çevremde Nietzsche’yi tanıyan insan sayısı azlığından dolayı bıyık konusunda ‘komünist’ yakıştırmasından başka bir tabir kullanılmıyordu. Eğer Nietzsche konusunda biraz bilgi birikimi sahibi olduğunu iddia eden olsa, konuyu bilindik iki şey arasında dolandırdıkları için yine de tartışmaktan ziyade susup, gülmeyi tercih ederdim. Bu benim Nietzsche konusunda bilgimin çeşitli olduğundan kaynaklanmayacak, tersine bir noktadan sonra zayıf bir sesle aynı şeyi tekrar edeceğimden dolayı olacaktı. Neydi bu? ‘Bırakalım dostum’ diyecektim, ‘Nietzsche’yi de bırakalım artık rahat uyusun. Çünkü o kendi décadence evresini tamamladı ve dönemi kapandı. Ben ve sen; bizler kendi décadence formumuza dair konuşalım olmaz mı?’ Kimine göre etken olmayı arzulayan edilgenlik halinden sıyrılamadığım için konuşmamayı bile tercih edebilirdim. Zaten insan kendi çöküşünü seyredebilme lüksüne sahipse, konuşmayıp, bu muazzam yapıtın yavaşça sular altında kayboluşunu seyrine kendini kaptırıp haz bile duyumsayabilir. İstencimin zayıflığından ya da benin varlık olarak kaybından bahsetmiyorum. ‘Arzuluyorum’ hadsizliğini cesaret etme safhasında duraksatıyor, bir süreliğine var oluşunu fark etmediğim yapaylığın doğallık karşısında verdiği mücadeleye mistik bir ilgi bile duyuyor olabilirim. Doğal bir süreç olduğuna inandığım bu yıkımın ardında usun öncül olduğu ve mutluluğun sonsuz düzlemde varlığını kanıtladığına dair inancımı sana nasıl anlatabilirim ki? İşte benim festivalim! Proletaryanın artık prekarya sayıldığı bir dönemde, tüm bu belirsizliğin kaynağında yine kelime kökenindeki preces, yani duaların olduğunu artık yalnız iddia etmiyorum. Yüksek teknolojinin bu konuda precairus bir safhada takılı kalmaktan ödü kopuyor. Ciddi bir şekilde neden ekoloji üzerine uluslararası toplantılar düzenlendiğinin hiç düşündün mü? İçemediğin bir su karşısında sana sunulan teknolojinin fayda etmediğini fark ettiğinde, üst-insanın bir Kızılderili sadeliğinde hayatı yaşamak için çareler aramasını Hollywood prodüksiyonu olarak mı göreceksin?
Kapı zili çalıyordu. İstanbul’a gitmeden öncede birkaç kere çalmıştı. Her seferinde kapıya kulağımı yaklaştırmış ve aşağıdan gelen ‘ben mahallenizin muhtar adayı …’ diye konuşanları duymamla, evde yokmuşum hissi vereceğim pozisyona geçişim bir olmuştu. Zil çalıyordu ama üstelik biri kapıya parmağının eklem kısmıyla tıklatıyordu. Muhtar adayları artık cidden haddi aşıyorlardı. Seçim yaklaştıkça daha hadsizleşip, zili çalmakla kalmayıp birde kapımı mı tıklatıyorlardı? ‘Hadsizler’ diye mırıldanıp kapı dürbününe doğru yaklaşınca, kapının ardında duranın komşu olduğunu fark ettim. Kapıyı açtım. Canlı bir merhabalaşma faslı sonrası adamın içeri girme eğiliminde olduğunu fark ettim. Çiçeksiz salona buyur ettim. Odadaki tek kanepeye geçip oturdu. Biliyordum yorum yapacağını; çünkü ağzı dursa gözleri durmuyordu. ‘Tam bekâr hayatı yaşıyorsun. Yine de derli toplu evin. Seninle bir mesele için konuşmaya geldim’ dedi ve sustu. Apartman aidatı için konuşacaksa, geç kalmıştı. İstanbul’a gitmeden yöneticiye aidatı vermiştim. Kendisi de yönetici yardımcısıydı. Zaten apartmanda doğru dürüst yaşayan kaç daire vardı ki? ‘Kahve yapayım mı? İçer misin’ diye sordum. ‘Yok’ dedi, ‘fazla vaktim yok. Benim gelin yeni doğum yaptı biliyorsun. Şimdi hazırlanıyorlar. Kontrole gideceğiz. Gelinle hanım hazırlanırken seninle konuşayım dedim.’ Evet, bir ara gelininin karnını şiş halde görmüştüm. Başta kilo aldığını sanmıştım. Merdivenleri çıkarken ‘öyle kilo mu alınır, besbelli hamile’ diye söylenmiştim. Demek doğmuş; ‘Allah analı babalı büyütsün, hayırlı olsun’ dedim ve sustum. ‘E’ dedi, ‘artık senin de zamanın geldi geçiyor baba olmak için.’ Canım fena sigara çekmişti. Karanlık, kapalı bir yerde mavi dumanını seyrederek içime çekmeyi arzuluyordum. Yanında acı, yoğun bir kahvede fena olmazdı. ‘Bir aile dostumuzun kızı var. İlçe’de oturuyor. Ayrıca Belediye’de çalışıyor. Geçen gün konuşurken aklıma sen geldin. Zamanımda dar şimdi ama telefon açıp babasıyla istersen konuşayım. İkinizde karar verirseniz, sen gidersin bir oturup, görüşür, konuşursunuz.’ Ne cevap vereceğimi bilemez halde, İstanbul’da otelde uyumadan önce okuduğum kitabı anımsamıştım. Kitabı bitirdikten sonra niyeyse yaşlı bir köpek olduğumu, iri göğüsler arasında uyuklarken ruhumun bedenimden ayrılışını hayal etmiştim. ‘Göğüsleri iri mi kızın’ diye sordum mu yoksa kendi kendime mi konuştum kestirememiş bir halde adamın ‘iri’ dediğini duydum. ‘İri bir problem artık evlenmek. Erkeklere güvenmek zor. Artık erkeğin ne olduğu belli olmuyor. Bir bakıyorsun evleniyor kız, adam pezevenk çıkıyor. Haberlerde çıkıyor izlemiyor musun?’ ‘Yok’ dedim, ‘ben haber pek izlemiyorum.’ Ya nasıl izlemiyorsun, görmüşsündür karısını satan pezevenk kocaları.’ İri yerine büyük demek bu kadar zor olmamalıydı. Konunun birden ‘karısını satan pezevenk kocaya’ dönmüş olması karşısında afallamıştım. Tabir tehditkâr ve cahilce gelmişti. Madem böyle olduğuna inanıyorsun, bunu bana söylememelisin. Ben de pezevenk olabilirim en nihayetinde. Sonra o kızı satan pezevengin kaynağı olarak da seni bilirler. Nemelazım başına bela almayasın sonra!
Saçma iç konuşmalarım, komşunun aile dostu olarak belirttiği adama telefon açtığını anlamamla son bulmuştu. ‘Evet’ diyordu, ‘o da karşımda, ailesini de tanırım, evet, aynen, onlarda orada kalıyor. Evet, yıllardır komşuyuz. Hayır, tabi canım, biz sadece tanıştırırız. Onların konuşması lazım. Tabi tabi, onlar bir konuşsun önce. Nasıl? Evet, bende gelini hastaneye götüreceğim. Allah razı olsun, teşekkür ederim. Darısı sana inşallah. Tabi, ben söylerim. Bu akşam konuşacak mısın? Tamam, sen konuş, sonra ben de iletirim oğlana. Tamam, Memduh Bey, inşallah görüşmek üzere. Sağ olasın, Nur Hanıma da, kızıma da selamlar. Sağ olun, sağ olun…’ Oğlan dediği herhalde bendim. Bu absürt durumda bulunmak canımı sıkmıştı. Artık sigara içmek istemiyor, tütünü direkt çiğnemek, yemek istiyordum. ‘Tamam’ dedi, ‘akşam kızıyla konuşacak o da. Kızı tamam derse, siz artık iletişime geçersiniz, bakarsınız artık. Hayırlısı ise olur umarım. Ben kalkayım şimdi, akşam haber ederim tekrar sana.’ Niye kendimi çaresiz hissediyordum ki? Hayır diyecektim, evet, ‘hayır, ben görüşmek filan istemiyorum’ demem gerekiyordu ama sessiz kalmayı, aptalca bir çaresiz gülümsemeyi yüzümde zoraki gezindirmeyi seçmiştim. ‘Tamam’ dedim, ‘akşam tekrar konuşuruz.’ Kapıda komşuyu uğurlarken, basamaklarda artık görüş mesafesini kaybettiğim an kapıyı kapatıp mutfağa koştum. Sigara, kibrit ve kahve fincanı orada duruyordu. Kahve fincanı diyerek, gerçekten kahve fincanı olan porselen fincanlara karşı ayıp etmiş olabilirim; benim kahve içtiğim bardak büyük porselen bir bardaktı. Yıllarca kahve makinesiyle kahvemi yapardım. Geçen yazın sonuna doğru tıpkı ruhum gibi, kahve makinesinin kabloları aşırı elektriğe ve sinire dayanamayıp bozulmuştu. Ruhumun yine de yaşadığını iddia etmiyorum ama hala var olduğunu hissediyorum. Kahveyi dökeceğim bardağın içine bir süre baktım. Telvenin üzerinde kül görme umudum vardı. Bazen vurdumduymaz bir şekilde kahve içtiğim bardağın içine kül boşaltıyorum. Bunu bilerek yapıyorum ki bardağı daha sonra tekrar adamakıllı yıkamak için. Ancak telveden başka bir şey yoktu. Kahve ateş üzerinde cezve içerisinde taşmaya yakın olduğu zaman bardağı suyun altına doğru tuttum. 85, 90 derece arasında kahve en leziz olduğu anı yakalıyordu. Bunu teknik olarak cezvede tutturmam zordu ama göz kararı bu sıcaklığa karar veriyordum. Minderin üzerine oturdum. Gözlerim kapalıydı. Bitkin, yaşlı bir köpektim. Kahvenin az soğumasını bekliyordum. Kendime yaptığım kahvelerin çoğu içilecek gibi değildi ama yine de severek içiyordum. Şimdiye kadar içtiğim en güzel kahveyi yapanın Özlem olduğunu anımsadım. Neredeyse yıl olacaktı ki sesini duymamıştım. Ona karşı kırgındım. Kırgınlığı devam ettirmek veyahut ettirmemek konusunda hiçbir şey düşünmüyordum. Sadece kırgındım. Telefonu elime alıp, onu arasam, sesini duyduğumda tekrardan kırılmamış gibi konuşabilirdim de! Ancak bu yaptığı yanlışı yok etmeyecekti. En azından neden kendisiyle görüşmek istemediğimi biliyordu. Gözümü açıp, kahveden ilk yudumumu aldım. İri iki meme arasındaydı burnum. Terli bir tenin kokusuydu. İçime çekiyordum. Başka hiçbir şey yapmıyordum. Avunuyordum. Kirli bir günün, kirli bir zaman diliminde, kahve sigara kokusundan başka bir şey yoktu. Elim terli bir koltuk altını avuçluyordu.
Bu ilçeyi sebepsizce seviyorum. Geçerli bir sebebim yok. Kimi zaman motosikletle caddelerinde gezindiğim oldu. Bir keresinde pizza almıştım. Sonra sigara, su ve çikolata almışlığımda var. Az ileriden benzin, şu arka tarafta tamircide on dakikalık bir mesai. Seda mıydı adı, Eda ya da Seda; büyük ihtimalle ismi Seda’ydı. Belediye’nin karşısında adını verdiği cafenin önünde saat ikide cumartesi buluşacaktık. Bugüne değin birkaç kere yazıştık. Çoğu terimleri kullanmada başarısızlığımı, fotoğrafını görünce tekrar yaşamıştım. ‘Kumral mı, buğday tenli mi? Yok, ne ki bu’ diye söylenmiştim. Esmer ile buğday tenliyi genelde karıştırdığım olurdu. Hayatımda kaç kere buğdayı, buğday olarak gördüm ki? Bir keresinde esmer biriyle bu konuları konuşurken ‘hadi canım, senin dediğin esmer bildiğin zenci’ diyerek karşılık vermişti. Seda beyaz tenli, kahverengi düz saçlı, zayıfça bir kızdı. Daha fazlası yoktu. Zoraki bir gülümsemesiyle tokalaşmış, sonrada cafeden içeri girmiştik. Ensem kaşınmaya başlamıştı. ‘Alerjinin tutacağı zaman şimdi değil yahu’ diyerek cafede onun oturmayı seçtiği yerde karşısına geçip otururken, neden evde çiçek yetiştirmediğimi birden hatırladım. Doğru ya, çok sevdiğim çiçeklerin bazı türlerine alerjim vardı. Cafe içerisindeki çiçeklerden birine de alerjim olduğu kesindi. Hangi çiçeklere özellikle alerjim olduğunu bilmiyordum. Terimler ve isimler konusunda kabızlığımın ayyuka çıkacağı vakit değildi. ‘Buranın açması güzel oluyor, istersen deneyebilirsin’ dedi. Cafede en iri varlığın ben olduğumu biliyordum. Koltuğumsu sandalyeye oturmadan önce etrafa bakınmıştım. Masalar bile zarifti ama ben kaba bir ayrıntı gibiydim. Sanırım yemeyi çok seven bir tip olduğumu düşünmüştü. ‘Olur’ dedim, ‘çay mı, kahve mi, ne içeceksin?’ ‘Çay’ dedi, çantasını yandaki sandalyeye itinayla koyarken, ‘buranın çayı da güzel oluyor. Genelde öğle arasında buraya gelirim.’ Boynum ağrıyormuş numarası yaparak, kaldırıma park ettiğim motosiklete bakıyordum. Bir yandan da ensemi kaşıyordum. Bahane üretmek yerine açıkça söyleyebilirdim de:’ Seda, kusura bakma karşında uyuz gibi kaşınıyorum ama benim alerjim var. Burada da sanırım reaksiyon oldu.’
Sabah kahvaltı sonrası aldığım b12 faydasını yine de göstermişti. Birkaç kere daha ensemi kaşıdıktan sonra birden kaşıntının bittiği hissine varınca hafifçe ‘oh’ çektim. Seda’nın duyacağını kestirememiştim. Gülümseyerek ‘ne oldu’ dedi. Şaşırarak ‘ne oldu ki’ diye sordum. ‘Oh dedin de birden’ dedi ve çay bardağını ince, uzun parmakları arasına aldı. ‘Kusura bakma’ diye başladım. ‘Aslında sana söylemek istemiyordum ama…’ Yüzü bir an ‘ne diyecek ki’ diye gerilmişti. ‘Bende özellikle bahar aylarında çıkan alerji var. Son iki yıldır başladı bu melet. Cafeye girince de sanırım çiçeklerden biri etkiledi. Birkaç kez sana çaktırmadan kaşınmaya çalıştım. Gülümseyerek ’ ‘fark ettim’ diye karşılık verdi. ‘Eh işte, kaşınma sonra birden kesilince ağzımdan oh çıktı benim de.’ İkinci çayları istemiştik. Sohbet genelde mat bir şekilde ilerliyordu. Espri yapacak veya hadiseleri dramatize edecek seviyede bir düzeyde değildim. Sadece konuşmak için konuştuğumun farkındaydım. Yeni bir insanla tanışmanın en ağır geldiği ilk safhalardan biri olan bu ‘konuşma gereksinimini’ atlatıp, susmak, daha çok susmak ve susamak için canımı verebilirdim. Çünkü sözcükleri anlaşma sürecinde olanlar kullanırlar. Anlaşılmanın en hazza dönük tavrı sessizlikte kavranan ve kendi içinde olgunlaşan hallerdir ki, Seda’nın ara ara sessizliğe karışma arzusunu sezinliyor, kendi adıma mutlu hissediyordum. Muhabbetin ne ara ‘kitap okumayı sever misin’ kısmına geldiğini hatırlamıyorum. Zihnim bir anda beni John Dickson Carr’ın dünyasına götürmüştü. Bir gün sahafın raflarında gezinirken kendisiyle tanışmıştım. Kitabın ismi The Emperor’s Snuffbox idi. Kitabı alıp almama konusunda tereddütte kalmıştım. En büyük engel tam anlamıyla okuduğumda anlayacağım bir kitap olmayacaktı. İyi kötü bir kelimeyi çözüp, cümleyi anlamaya çalışarak kitabı kaç günde bitirebilirdim ki? Niyeyse kendi kendime iddia girmiştim. Kitabı alıp, bitirdiğim gün kendime evde ziyafet çekecektim. Sekiz günde kitabı bitirmiştim. Ara ara sözlüğü karıştırıp, önceden rastlamadığım kelimelere bakıyordum. ‘Eh’ denebilecek seviyede yazarın ne anlatmaya çalıştığını anlamıştım. Üzerine ziyafetim kitabın senaryolaştırılıp, filmimin de çekildiğini öğrenmemle katlanmıştı. Kuzu eti, bulgur pilavı, soğan ve ayran. 1957 yapımı filmle beraber yaşamımdaki en özel anları yaşadığım bir zaman dilimi olmuştu. Çok sonradan kitabın İmparatorun Enfiye Kutusu adıyla çevrildiğini öğrenmiştim. ‘Alsam mı’ diye bir an gaflete düşüp, sonrada anında vazgeçmiştim.
Okuduğu bazı kitaplardan ve yazarlardan bahsediyordu. Klasik olarak ‘televizyon izlemediğinden, arada bir-iki diziye denk gelirse baktığından’ bahsediyordu. Bu gibi şeyleri konuşmak bile gereksizdi. ‘E, sen okumuyor musun kitap hiç’ diye tekrarladığını duydum. Bir süre duraksayıp ‘okulu bırakmış mıydın’ diye sorduğunu duydum. Tekrardan ensem kaşınıyordu. ‘Evet’ dedim, ‘bırakmıştım okulu.’ ‘Kötü olmuş’ dedi, ‘keşke bitirseydin. Senin için daha iyi olurdu.’ Bu tür saçma muhabbetleri onlarca defa yaşadığım için artık etkilenmiyordum. İnsanlar aynı şeyleri mırıldanıp duruyorlardı: ‘Kendine yazık ediyorsun, bu zamanda en azından… diploma… ayrıca sen bu haldeyken nasıl olur da…’ Susun! (Siktir edin bunu konuşmayı. ‘Aman bana ne zaten, ben ne konuşuyorsam.’ Bilincinde olduğunu sandığın tek şey bu öyle mi? Kendinizde siktir olup gidebilirsiniz) ‘Ben’ dedim, ‘çoğu kitabı sevmem. Yazarını da sevmem. Hatta yayınevlerinin çoğunu hiç ama hiç sevmem.’ Sustum ve çayımı üst üste yudumladım. Çay soğumuştu. Soğumaya gelmez şu melet! ‘Garip ama neden ki’ dedi. Gözlerine baktım. Garip bir acıma hissiyle dolmuştum. Yalnızlığımı hissediyordum gözlerinde. O da yalnızdı. İnsanı avutacak kadar hisli elleri vardı. Dokunmayı, dokunulmayı seven elleriyle aramızda duran tabaktaki açmadan bir parça koparıp aldı. ‘Sevmiyorum’ dedim. ‘Sevemiyorum. Saçma geliyor çoğu.’ Onun ne cevap vereceğini ya da tepkisinin nasıl olacağını merak etmiyordum. Karşıdakini test etmeden konuştuğum nadir anlardandı. ‘Garip’ dedi, ‘insan neden kitaplardan nefret eder ki?’ ‘Kitaplar demedim.’ Garson boş bardakları alırken ‘sana zahmet iki çay daha alabilir miyiz’ dedim. ‘Çoğu kitaplar dedin ama. Yani anlamadım tam olarak, okuyorsun ama az ve öz mü okuyorsun, bunu mu demek istiyorsun?’ Merak ettiğini pek sanmıyorum. Sadece garipsemişti. ‘Açıkça söylemek gerekirse bana az önce saydığın kitaplardan birini versen elime, bir süre elimde gezindirip sonrada bir daha görmek istemeyeceğim bir yere koyarım. Açıp okumam hiçbirini. Bunu sana sözcüklerle anlatmak şu an gerçekten güç geliyor.’ Duraksadı. Dediklerimi bir süre zihninden geçirdikten sonra ‘anlıyorum’ dedi. Sağ kolumdaki yaram sızlamıştı. ‘Hayır’ dedim, ‘anlaman çok zor. Sadece garipsediğin bir şeyi kabul edip etmeme aşamasındasın. Bazı önemli kıstaslarım var. Onun haricinde ne olursa olsun kabul etmiyorum. Bu bir kitapta olabilir, hayatımda olacak bir değişiklikte olabilir.’ ‘Bu yüzden yalnızım diyorsun yani’ dedi ve sustu. On ikiden vurduğuna inanıyordu. Haksız sayılmazdı. ‘Arkadaşlık konusunda bile böyle. Yakın bir zamanda yıllardır samimi olduğuma inandığım bir arkadaşı kaybettim. Onun kendi adına doğruları vardı ve elbette benimde öyle. Ancak susulacak bir zaman dilimi vardı. O bunu kabul etmedi. Beni anlamadan yargılamayı seçti. Hiçbir şey söylemedim ve aylar sonra aramızda önceden geçen bir alışveriş konusunu açtı. Ona ödediğim paranın miktarı konusunda aklında yeni şeyler türetmişti. Öyle bir kin beslemişti ki bana karşı, kararlaştırdığımız para miktarının yanlış olduğunu bana iletti. Aklın ibneleştirdiği insan haline dönüşmüştük. Bana önceden defalarca söylediği şeyi hatırlamadığını, benim yanlış olduğumu dile getirdi. Tabi, bunu böyle sakin bir şekilde ifade etmeyerek. Aklıma geldi Seda, bir saniye cümleyi toparlayayım. Yeraltı filminde Muharrem şöyle söylüyordu arkadaşına:’ Bir damla da olsa mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet kan davasından bile daha korkunçtur’ diyordu. İzledin mi? Zeki Demirkubuz’un filmi? İzlemedin mi? Engin Günaydın başrolde oynuyor. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabından esinlenilmiş bir film diyeyim. Kitabı da mı duymadın? Yok mu? Okursun belki bir ara. Neyse, dediğim konuda haklıydım. Ancak bana öyle kin beslemişti ki, düzgünce konuşmak yerine, içinde biriktirdiği kini, nefreti bana bu para hadisesini de ekleyip sıçratmayı tercih etmişti. Ona ‘söyle’ dedim, ‘ne kadar istiyorsun bu saçmalığa son vermek için, yazıklar olsun sana bunları konuştuğumuz için’ dediğimde, ne adiliğim, ne aptallığım kalmıştı. Buraya yanına gelirken bile motosiklet üzerinde bu hadiseyi düşünüyordum. Yanlış yaptığım noktada düzgün bir dille uyarılmayı seçerim. Eğer yanlışı tekrar ediyorsam, dikkat ederim. Kendime çekidüzen vermeye çaba gösteririm. Sadece bir noktada karşıdaki için yanlış olanı yapabilirim. Birine önem veriyor ve onu gerçekten seviyorsam, onun rahatsızlık duyduğu ama ona zarar vermeyen bir şeyi yapıp-yapmama konusunda söz veremem.’
Seda’nın üzerindeki narin gömlek altında iç çekişi rahatlıkla fark edilebiliyordu. ‘Nasıl bir söz verememe durumu bu?’ Gözlerinde insan olmanın verdiği ağırlık vardı. Gözlerimi gözlerinden çekmiyordum. ‘Uç bir örnek vereceğim ama bunu şimdi düşünerek cevap verdiğim için böyle uç örnek veriyorum. Örneğin bizim aramızda bir arkadaşlık var. İlişki bile demiyorum, normal bir arkadaşlık. Senin normal bir arkadaşlık yaptığın başka biri var. Ben bu arkadaşın seninle görüşme imkânını ister istemez engelliyorum. Bunu kabullenemiyorum. Sen bu durumdan bir zarar görmüyorsun ama senin özeline karıştığım içinde tabi doğal olarak rahatsızlık duyuyorsun.’ Başparmağıyla işaretparmağını kaşıyordu:’ Kıskançsın, öyle mi demek gerekiyor sonuç olarak?’ Kıskanç mıyım? Evet, doğru bir tespit olabilirdi. Kıskanç olabilirdim ve bunda bir beis görmüyordum. ‘Evet, kıskanç denebilir. Ne diye uzatıyorum, düpedüz kıskancım. Ancak bunu rahatsızlık verecek düzeyde kıskançlık olarak görmüyorum. Eğer bundan dolayı biri rahatsız oluyorsa, çok kolay bir şekilde artık onun hayatında olmayabilirim.’ Hafifçe sesini toparlamak için öksürür gibi yapıp ‘o zaman sevdiklerine karşı mücadelede göstermezsin demek değil mi bu’ dedi. ‘Eğer’ dedim, ‘gerçekten beni seven biriyse zaten bu rahatsızlığı duyacak kadar küçülmez karşımda. Bundan dolayı rahatsızlık duyanın ben sevgisinden de, varlığından da kuşku duyarım. ‘
Gözlerim kapalı. Mutfakta minderin üzerinde oturdum. Kesik kesik bir karganın gaklamalarını duyuyorum. Sonra küçük serçelerin ve güvercinlerin göğü şımartan seslerine uzaktan bir martının ğuaklaması eşlik ediyordu. Bir süredir sallanmıyordum. ‘Şükür’ dedim. Karşıdaki apartmanı yıktıkları gün ev neredeyse yıkılacak derecede sallanıyordu. Şimdi enkazı kamyona yüklerken ara ara sallantılar oluşuyor. Neyse ki kamyon doldu ve bir süreliğine dorsesindeki yükü boşaltıp gelene kadar ev sallanmayacak. Huzur dolu kuşların sesleri. Tanrım beni bu seslerden de mustarip eylemesin diye dua bile edebilirim. Maruz bırakıldığım eşsiz bir senfoni diyebilirim. Kahvenin yine soğumasını bekliyorum. Dudağımdaki sigaranın ucundan az önce bir kül göğsüme doğru düşmüş olmalı. Sorun değil. Makineye atarım üzerimdekini, yıkanır ve geçer. Dün Seda ile telefonda konuştuk. İş çıkışında aramıştı. Uyuyordum. Bir saat sonra aradığımda sesi gergin geliyordu. Bir ara yalan söylemeyi düşündüm ‘sinemadaydım’ diye. Oysa cafede otururken ‘sinemaya pek gitmem’ demiştim. Kadınlar bu tür ayrıntıları unutmazlar. ‘Uyuyordum sen aradığında’ dedim. Bu sefer yalan söylemiyordum. ‘Alerji hapı alıyorum da, çok fena uyku yapıyor.’ ‘Hı… Anladım’ diyebilmişti. ‘Biz şimdi yemek yiyeceğiz de, ben sana yazarım sonra olur mu’ diye de ekledi. ‘Tamam, afiyet olsun size görüşürüz’ diyerek çağrıyı sonlandırmıştık. Yarım saat sonra ‘orada mısın, uyuyor musun’ diye mesaj gelmişti. ‘Yok’ dedim, ‘tekrardan afiyet olsun. Buradayım, seninleyim.’ Bir süre bekledim. Yazıyordu. Bir süre daha bekledim. Uzunca bir şey yazdığını tahmin etmek zor değildi.
‘Teşekkür ederim. Ben seni iş çıkışı aradığımda cafede tek oturuyordum. Düşünmek istiyordum. Aslında düşünmek istediğim şeyin ne olduğunu sende biliyorsun. Açıkça söylemek gerekirse… Burada buluştuğumuz günü diyorum, beklediğimden de iyi biri olarak karşımda oturdun. Ancak bazı noktalarda anlam veremedim desem yalan olmaz. Biraz garip birisin. Bunu direkt söylemek bana da garip geliyor ama yabani demek istiyorum, lütfen yanlış anlama öyle değilsin ama biraz garip bir havan var. İnsana bir taraftan güvenilir geliyorsun, diğer taraftan kafasını da karıştıracak, allak bullak edecek birisin. Hatırlıyorsan iş, para konusuna fazla değinmedik ama bana bu konuda gerçekten inanmanı isterim ki, bunlar öncelikli kıstaslarım değil. Sen’inde elbette benim hakkında düşüncelerini fazlasıyla merak ediyorum. Fakat sana başka bir sorum olacak. Lütfen bunu yanlış anlama! Sana direkt bunu sormam gerekiyor. Yoksa içimde daha fazla tutamayacağım ve daha yanlış bir zamanda açabilirim. Ben evlendiğim zamanda burada, doğup büyüdüğüm ilçede yaşamak istiyorum. Bu dediklerimde sana garip gelebilir ama lütfen bunu bir şart olarak sunduğumu düşünme. Sadece düşünceni merak ediyorum. İstemiyorum da diyebilirsin normal olarak ama düşünceni merak ediyorum.’
Gözlerimi açtığımda rafta ters bir şekilde duran büyük porselen bardağa bir süre gözlerim takılı kaldı. Bardağın üzerinde çok sevdiğim bir desen vardı. Desen başı üzerinde toplanmış saçıyla bir kadının karikatürize edilişiydi. Bardak rafta ters durduğu için, kadının başını tersten görüyordum. Komik gelmişti bu durum. Gülümsedim. Sonra odada yankılanması çok kısa sürecek bir kahkaha attım. ‘Benim’ dedim, ‘adım Bâton, bir kitaptan esinlenildim ve adım Bâton, bu kendi dünyamın décadencesi, kendi varoluşumun dekadansında yitimime kahkaha atıyorum. Kimsenin çöküşüne ortak olmak istemiyorum. İri iki memeyi avuçlarken ölen bir it kadar şanslı değil bu Bâton ve serseri bile sayılmayacak kadar yorgun. Doğruca kendi çürüyüşüm dâhilindeyim. Ne gurur ne de şaşaa!
Sigara artık tekrar yanmayacak derecede kül olmuştu. Sonsuz bir uzam içerisinde ‘bitti’ denilenin perde arkası, önü kadar da heyecansız ve sıradandı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.