- 742 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
-HANGİ ECEVİT?-(3)
Yaşamdan birbirinden ilginç kareler ve farklı ayrıntıları ekrana taşıyan bir programdır bir dönemin meşhurlarından “Yaşamdan Dakikalar”. Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu, Sunay Akın ve Nebil Özgentürk her hafta bizlere rengârenk bir dünya sunarlar döneminde.
Yine bir bölümünde çizgi roman kültürümüzün temel taşlarına değinilmekte iken Karaoğlan’ın terennüm edilmesiyle birlikte yaa der Nebil Özgentürk bir dönem adını dağlara taşlara yazmıştık. Suat Yalaz’ın kalemiyle hayat bulan, Kartal Tibet tarafından sinemaya taşınan Karaoğlan hangi ara politik bir mit halini alır acaba?
Anlatıldığına göre 1973 seçim kampanyalarında köylü bir kadının kendisine ‘’Karaoğlan’’ şeklinde hitap etmesi rahmetli siyaset adamımız Bülent Ecevit’in çok hoşuna gider ve bundan sonra bu lakapla anılmaya başlar. Döneminde bu denli rağbet görmesinin öyküsü biraz daha önceye dayanmaktadır oysa.
Bilindiği üzere yakın tarihimizin darbe, muhtıra ve ihtilallerle örülü bir siyasi/askeri evresi vardır ki; askeri vesayet rejimi şeklinde dillendirildiğini sıkça duyduğunuz dönemin, doğurduğu etkileşim ağı itibariyle günümüze kadar uzayıp gelen bir süreçler manzumesini tetiklediği ise kuşkusuzdur.
Bu tarihi devrenin önemli aşamalarından biri de 12 Mart muhtırası olmaktadır. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ““Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı.” Sözüylede bütünleşen bir evreden söz ediyoruz açıkçası. Muhtıra felsefesiyle, ideolojisiyle gelmektedir hani. Ya da başka bir ifadeyle otoriter baskıcı bir ara döneme meşruiyet kazandırmak amacıyla söylenmektedir.
Özellikle 1960/80 arası düzleminde yaklaşırsak on yılda bir darbe söyleminin temel taşlarından biri karşımızdadır. Peki neden bu düzenlilik peyda olur? Hiç şüphesiz iç ve dış dinamiklere dayalı türlü etkenlerden söz edebiliriz. Ne ki, ilk anda periyodik bir mekanizma dikkati çekmektedir. Açıktır ki, darbe ve muhtıralara açık bir sistemsellik kendini göstermektedir. Şu kadar ki, gerçekleştirilmiş darbelerin yanısıra fasılalarla başarısız ihtilal girişimleri de cabasıdır. Yine bugünden bakıldığında 12 Martın habercisi olarakta okunabilecek 1969’da askeri müdahalenin gündeme gelmesi de enteresandır. Bu, eski Demokrat Partililerin üzerindeki siyaset yasağının kaldırılması yönünde hükûmet ve ana muhalefet partisi nezdinde gösterilen çabaların silahlı kuvvetler cephesinde ters tepmesi hadisesi olmaktadır.
Yine 12 Mart öncesi takvimli 25 Ocak 1970 günü gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin Adalet Partisi hükûmetinin eleştirilmesi, yapılması gerekenlerin madde madde sıralanması basında “Batur Muhtırası” olarak yankılanır.
Ve nihayet 12 Mart 1971… 27 Mayıs ve 12 Eylülde ordunun yönetime el koyduğu göz önüne alınırsa 12 Martın bir ikaz niteliğinde sivil idareye kısmen dokunan görünümü askerin o denli sert çıkmadığı zannı uyandırabilir. Deyim yerindeyse ayağınızı denk alın haa, sonraaaa! Denebilecek tatlı sert bir anımsatma gibidir bir tür. Ne ki, döneminde de ilk anda uyandırdığı intiba misali aldatıcıdır bu. Bir algı yanılması doğurmaktadır açıkçası.
Bilakis, askeri darbe ve müdahaleler tarihimizde 12 Mart muhtırasının sıra dışı bir özelliği vardır. İkaz gibi başlayıp, sivil hükûmet modeli tesis eder görünürken, siyasi yaşamı tüm cepheleriyle zapturapt altına alan bir hareketin adıdır o.
Bu arada daha önce de değindiğim üzere sol kesimdeki ihtilalci (Milli Demokratik Devrim) beklentilerin 9 Mart 1971 takviminde somutlaşması 12 Mart muhtırasının ilk anda kimi aydınlar arasında umutla ve memnuniyetle karşılanmasını doğuracaktır.
Sözgelimi bugün artık hayatta olmayan gazeteci-yazar İlhan Selçuk 14 Mart 1971 tarihinde “Pencere” adlı köşesinde 12 Mart muhtırasını olumlu karşılar mahiyette şu satırları yazmaktadır:
“12 Mart bildirisi devrimci çizgide olumlu bir adımdır. Atatürkçülük ve 27 Mayıs doğrultusunda Türk ordusunun devrimci geleneğine ve yapısına uygun bir tarihi belgedir. Bu andan başlayarak, orduya karşı husumet yaratmak isteyen bütün tutucu ve gerici yuvalarına karşı Atatürkçü öğretmenlerin, gençliğin, aydınların, halkın ilerici güçlerinin, devrimci sendikaların, derneklerin elbirliği etmesi; ordunun devrimci tutumu yanında yerini alması, bir milli görevdir. Cici demokrasinin cılkı çıkmıştır.”
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Sol gösterip sağ vurmak misalidir muhtıra ve devamı gelişmeler.
Bizdeki bilumum sol eğilimlerin 12 Mart ara dönemi üzerinden önemli bir laboratuvardan geçtiği ve kırılıma uğradığını dillendirmek bilmem ki mübalağa mıdır?
Dönemin, kendi bireysel siyasi/ideolojik yapısında önemli ölçüde bu prizmadan geçerek kırılıma uğrayan kişiliklerinden Çetin Altan’ın bu durumu gençlik hareket ve örgütlenmeleri üzerinden okuduğu bir yazısı gelir aklıma hep.
Tam da, 68 kuşağı ve o dönemin Marksist ya da sosyalist gençlerinin içerisine düştüğü ya da düşürüldüğü açmaza karşılık geldiğini düşündüğüm bir deneyimi yıllar önce “Solcu saflığı ve kaşarlanmış sağcılık” başlıklı yazısında dile getiren merhum yazarımız; 12 Mart döneminde içerde bir araya geldiği sosyalist gençlere edebiyatımızdan klasik eserler okumanın ve hukuk tarihimizi incelemenin çok daha bilinçli Marksist bir anlayış olacağını söylediğimde bana dudak büker, kendi aralarında yaptıkları tartışmalarda ise Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı içeriye girdiğinde ayağa kalkmanın burjuvaziye boyun eğmek anlamına gelip gelmeyeceğini tartışırlardı, demektedir.
Bir bakıma kendi mecrasını da içselleştiren yazarımız sağ yapılar hangi noktadaydı biz nelerle meşguldük sorgulamasından geçmekte belli ki.
Hiç kuşkusuz 27 Mayıs üzerinden ters yüz edilerek daha farklı da okunabilir konu. 60 ihtilali ve devamı gelişmeler göz önüne alınırsa bizdeki sol ya da solumsu yapılanma daha dominant bir karaktere sahip ve sistemi domine ederken sağ yapılar hangi tecrübeyi edinmektedir? Hani derim ki, bir öncenin sebebiyle sonucu bu kez yer mi değiştirmekte acaba? Soru bu olmalı kanımca.
Öte yandan ülkemizin toplumsal yapılanmasında askeri müdahalelerin nasıl yankılandığı hususu da bir başka dikkat çekici detay olmalı. Hiç şüphesiz negatif bir etkileşim doğurmaktadır sosyal psikoloji üzerinde. Döneme göre askerle flört eden ya da ettiği düşünülen siyasi, bürokrat ve aydın tabaka da toplumsal yapımız nezdinde puantajını düşürmektedir.
Bu durumu 1965, 1973, 1983 ve 2002 seçimleri üzerinden okumak mümkündür açıkçası. Biri hariç diğer üçü merkez sağ düzlemde aradığı karşılığı bulacaktır. Yalnızca 73 seçimleri farklı bir fayı önümüze koymaktadır. Cumhuriyet Halk Partisinin tek başına iktidar imkânı bulamasa da 1950 sonrası ilk kez bir genel seçimden birinci çıkması enteresan olmalı.
Bu durum Ecevit olayı ya da “Üçüncü Adam” başlıkları altında okunmaktadır döneminde. Ne çare ki, olayların sıcağı sıcağına yaşandığı devreler bir handikap doğurmaktadır. Bir heyecan, bir coşkun fırtına hamasi nutukları esip, estirmektedir böyle zamanlarda.
“Ekşi Sözlük” kulvarından bir entry konuya açıklık getirecek nitelikte mi yoksa?
"valla üçuncü adam kim bilmiyorum ama dördüncüsü taşlarla sopalarla... bi dakka, karıştırdım korkarım" söylemi ilk elde, yok artık inanmıyorum desekte gerçekliği bazında yabana atılmamalı derim. Tamam canım, biraz ağız çalkalama istidadında olduğunu kabul etmiyor değilim. O değil de, yengeçte değilim yahu, neden yampiri gittiğimi bakın anlamadım şimdi!
Diğer taraftan 12 Mart muhtırası radyo kanalıyla yayınlandığında mevcut hükûmet Bakanlar Kurulunun aldığı karar uyarınca istifasını vermektedir. İstifa mektubunda muhtırayla anayasa ve hukuk devleti anlayışını bağdaştırmanın mümkün olmadığı vurgusu dikkat çekmektedir. Buna karşın ana muhalefet partisi tarafından yapılan basın açıklamasında ““Demokratik bir istifa var. Demokratik bir mekanizma normal olarak işliyor. Bakalım göreceğiz” cümlesi göz bozmaktadır. Nihayet İsmet İnönü tarafından, kurulacak ara hükûmete bakan verilmesi de kabul görecektir.
İşte tam bu noktada parti içerisinden bir ses yükselir. ““İnönü ile karşı karşıya gelerek partiyi yönetemem” diyen Bülent Ecevit genel sekreterlik görevinden istifa edecektir.
İstifa öncesinde Ecevit’in bir başka sözününde "Bu hareket bana karşı" şeklinde cereyan etmesi tebessüm uyandırır kimi zaman. Hatta bir devrin nüktedanlığı ile tanınan ünlü siyasilerinden Osman Bölükbaşı merhum bu durumu "Azrail Adalet Partisine girdi ama, cenaze CHP’den çıktı" şeklinde değerlendirmek suretiyle hoş bir parantez açar.
Bu çıkışıyla Ecevit’in muhtıra üzerinden parti içerisinde yapacağı hamlelere zemin hazırladığı anlaşılıyor.
Nitekim o tarih itibariyle İnönü’nün konuyla ilgili düşünce ve söylemleri partide daha yüksek rey alsa dahi CHP içerisinde yeni bir güç merkezi oluşmaktadır artık. Bu bölünme giderek pamuk ipliği noktasına gelmek suretiyle 1972 senesinde düzenlenen olağanüstü kurultay neticesinde genel başkan değişimine yol açacaktır.
Gerçekte ise yalnızca parti içerisinde değil ülkemizin yakın siyasi tarihinde de bir devrin sonudur bu.
Peki nedir bir devrin Ecevit mitolojisi? Bunu besleyen ögeler nelerdir? 12 Mart sürecinde dik durması, statükoya karşı duruşu önem arz eder kuşkusuz. Üstte de ifade ettiğim gibi milletimiz askeri müdahale dönemlerinden temelde hazzetmemekte. Bulduğu ilk fırsatta da resti çekmekte. Bu psikoloji 1970’ler boyunca Ecevit lehine işlemekte. İnönü statükoyu temsil etmektedir. Ecevit ise yepyeni bir renk, desen, umuttur açıkça.
Peki, İnönü gibi tarihsel bir figürü nasıl alt eder? Üstte de ifade ettiğim gibi İnönü’nün eski gücünden ve imajından uzaklaşması bir evveliyat meselesi ve her şeyden de önce hayat kanunlarına bağlıdır. Evet, 1969’da askeri müdahalenin gündeme gelmesi enteresandır. Eski DP’li siyasilerin affı konusunun gündeme getirilmesinde İsmet Paşa da önemli bir faktör olmakta. Burada İnönü’nün AP iktidarına karşı siyasi hesapları temel bir belirleyicidir. Fakat asker bu duruma tepki gösterir. Bu süreçte İnönü’de silahlı kuvvetlerden tepki alır. Görünen o ki, ihtiyar kurt siyasetini şekillendirirken hataya düşmekte. Öyle ya, asker İnönü’nün eski DP’liler üzerinden AP’yi zayıflatıp CHP’yi ise güçlendirmek istemesini dinler mi? Düşünsenize, Milli Birlik Komitesi kökenli kontenjan senatörleri kendisiyle görüştüğünde bunu öne sürmekte. Kanaatimce İsmet Paşanın ordu çevrelerinde var olan geleneksel kredisi ömrünü doldurmaktadır. Demem o ki, İnönü açısından 1969 yılı bir dönüm ve kırılma noktası olarak görünmektedir bana.
Yine bir devrin meşhur politik romanlarından Erol Toy’un “İmparator” adlı eserinde de işlendiği şekilde Vehbi Koç bir ara merkez sol kesimde İsmet İnönü’nün yerine Bülent Ecevit’in genel başkan olarak desteklenebileceği hususu üzerinde durmakta ve bu şekilde devrimci sol kesimdeki güçlenmelere karşı baraj kurulabileceğini vurgulamaktadır. 12 Mart sürecinde radikal sol yapılanmanın alabildiğine tırpan yerken merkez solun ise kuvvetlenmek suretiyle ülke siyasetinde birincil figür halini alması enteresan değil midir?
Erol Toy’un romanında, ağırlıklı figürlerden bir diğeri Vehbi Koç’un dönemin iş adamlarını Demirel’i desteklemek hususunda (1965 öncesi) nasıl ikna ettiği yönünde gelişmektedir. Bu noktada kendisinin geleneksel olarak CHPli ve İnönü’cü olduğunu ama artık İsmet Paşa’nın yaşlandığını vurgulamaktadır. Dolayısıyla Demirel’i desteklemesinin ideolojik bir yönünün olmadığını hatta yine İnönü’yle ailece görüştüğünü ama kartları doğru oynamak adına hareket ettiğini belirtnektedir.
Elbette sosyolojik bir metin ya da bir makaleden söz etmiyorum ama İmparator realizmiyle hiçte yabana atılmayacak argümanlar sunmaktadır bizlere.
L.T.
-DEVAM EDECEK-
YORUMLAR
Sevgili Levent Taner bu güzel yazıyı daha kısa ve öz yazsaydın bence daha etkili olurdu.
Ben Ecevitçi bir babanın ülkücü evladıyım. Rahmetli babam çok severdi Ecevit'i.
Neden diye sorduğumda korkusuz ve dürüst diye cevap almıştım. Ama bu nitelikleri beni de Ecevitçi etmeye yetmedi. Biz, bize empoze edilen ve aslında hayalden ibaret olan bir takım değerlerin etkisiyle iyilik dürüstlük gibi kavramlarla yetinmeyi bilemedik.
Ecevit dendiğinde aklıma gelenleri özetleyeyim.
Nezaket
Nezaket
Nezaket
Dürüstlük
Dürüstlük
Dürüstlük
Yani bir politikacıda mutlaka olması gereken ilk 6 şart.
Ancak o da bizim gibi yanılıyordu. Bu tür meziyetlere sahip olmanın yeterli olmadığını, dini sömürünün, ülkenin bütün varını yoğunu satarak hiçbir katma değer üretmeyen ve göz boyamaya yönelik popülist yatırımların getirisini hesaba katamadı.
Yani cahillerin gücünü ve oy potansiyelini hesaba katamadı.
Sayın Sabri Çiçek'in söylediği "1977 seçiminde yüzde 41.3 oy alıp,2002'de ise 1.22 ile siyaset sahnesinde çekilmesi sosyolojik bir inceleme konusudur" bu sözün cevabı yukarıda yazdığım paragrafta gizlidir.
Çok güzel bir yazı...
Saygılar...
levent taner
Ben de
Mirim
Mirim
Mirim diyorum
Katılım ve katkınız her dem kıymetlidir üstadım
Saygı ve selamlarımla...
Evet,anlatılanlar bizim kuşağın tanık olduğu yıllar!
Yazınız zamanda bir yolculuğa davet eder gibiydi beni.
Gençliğinde okuduğum "Pülümür'ün yaşsız kadını" adlı şiirinin yıllar sonra,kendi ikrarıyla dedesi olan Kastamonu Müftüsü Kürtzade Mustafa Şükrü Efendi olmasıyla daha bir anlam bulmuştu benim dünyamda!
1977 seçiminde yüzde 41.3 oy alıp,2002'de ise 1.22 ile siyaset sahnesinde çekilmesi sosyolojik bir inceleme konusudur demeliyim.
Aradan geçen yıllarda çok farklı düşüncede olsam da ilk oy verdiğim kişi olarak özel bir yeri vardır dünyamda.
Saygıyla yad etmek en doğrusu galiba.Size de teşekkürler bu detaylar için.
levent taner
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum
Saygı ve selamlarımla...