"biraz kül, biraz duman"
kör, topal ilerliyor zaman. ardışık sayılar gibi duygusunun ötesinde bir susuş sergiliyor sessizlik. kızgın alevin tutuşturduğu yerlere gözleriyle su taşıyor babam. annem sırrını dışarıya veren bir ağaca küsüyor önce. sonra da acısını kuş tüyü yapan yastığa. kimselerin görüp işitmediği çift kişilik kaos dünyalarında; babamın kamburunu görmezden gelip, mutlu olmanın formüllerini arayarak hayatta dimdik durmaya çalışmalarını kendi rüyama müdahale hakkımın bulunmadığı uzak bir yerden seyrediyorum. hangi toprağa gömsün bu kamburunu babam? tanrı sizi bana verse, yanağınıza iki gamze çizerdim doğmadan önce. hüzünlüyken de monalisa gibi kararsız ve çekimser arada bir gülerdiniz hiç değilse...
içe dönük yadsınacak hayaller belki bunlar. ve her satırbaşının bir mezar taşına yaltaklık ettiği. oysa ayak diremeye devam ediyor gözümüzün önünde yaşını başını almış bir acı. siz gülüyordunuz. ne güzel gülüyordunuz! ’beni külotlu çoraplarımla gömün!’ diyen yazgısıyla annemin. kadınlar bonfilenin yanında servis edilen garnitürler gibi göründükçe gözünüze, daha çoook zehir akıtırız içimize biz. neyse ki arada bi bu kuş beyinciğimiz panzehir salgılıyor da, dengeyi ayakta tutmayı beceriyoruz. ayak üstü iş başında veya zımnen gece mesaisinde iken düşünceler, karanlıkta kan avına çıkmış kalleş bir sivrisineğin aklımızı kayıtsızca kemirmesine izin veriyoruz. sizi tenzih ederim ki! raf ömrü uzun bir düşüm hiç olmadı! toprağı ve çiçeği taptaze havadar bir mezara kapı komşuydum hep. mahrem yerleri olduğu gibi açıkta nasıl duruyorsa bir heykel sokağın en işlek caddesinde. pörsük derimin altında çürüyen yaralarımı; patates, soğan soyar gibi kazıdım her gün. dikiş tutmayan yaralarım elverişli zemin hazırlayıp durdu kan pulcuklarım üst üste kümelenip pıhtı oluştururken içimde bir yerde. yine böyle hazin dolu bir günde "cama vurup dağılan yağmur damlalarına", kıl dönmesine benzeyen o tarifsiz acılarımı şırıngayla çekip; son derece dikkat gerektiren bir titizlilikle kılcal damarlarıma nasıl batırıp çıkardığımı anlattım. her seferinde...ve yine...ve yeniden...ve yine yeni baştan.
denizde dertsiz tasasız yüzen sıradan bir balık olmak isterdim. onlarda solungaç denen özel solunum organları bulunur. "balıkların solungaçları genellikle iki yay arasına gerilmiş saçak saçak ipliklerden ve kan damarlarından oluşan sık dişli bir tarağı andırır. bu bir çift organ hayvanın yutak boşluğuna yerleşmiş ve başın iki yanındaki solungaç kapaklarıyla dıştan gizlenmiştir. balık suyu ağzıyla alır ve solungaçlarından geçirerek dışarıya atar. solungaçlardaki kan damarları, suda çözünmüş olan oksijeni emip kandaki karbondioksiti suya verir. böylece kan bütün vücuda pompalanırken, taşıdığı oksijeni de dokulara bırakır." benim içimse bakın koyu girdaptan geçilmiyor. oksijensiz ve güneşsiz ciğerlerimde pelte pelte olmuş karbondioksiti kendi iradesi ile hareket eden aklımla astığı astık, kestiği kestik kanlı bir gezegene sürmemden anlaşılıyor zaten. dünya nüfusu ömrü hayatında bu kadar göçmen kuş görmemiştir aslına bakarsanız. bereket versin ki kan man da tutmuyor kimseyi. bunca şeye rağmen yine de doymak nedir bilmediniz sevgili canım cicimler! ne şırınga tuttu damarı, ne kan! böyle daha mutluydu sanki bu yüce vatan! sahte ve içten pazarlıklı gülüşlerinizi alıp bir de havada bayrak gibi salladınız, gün yüzü görmemiş bu acılı topraklarda gelişigüzel. ne güzel gülüyordunuz öyle tü tü tü! maşallah! Allah nazardan, kem gözden korusun sizi emi! sevinmeli miyim şimdi bilemiyorum ama milli duyguları tavan yapmış bu ara yine herkesin. siz de olmasanız halimiz nice olurdu kim bilir! bu ve buna benzer içi boşaltılmış üstünkörü duygularla; yüzümüzde saatlerce anlamından yoksun yitip giden, o donuk ve hissiz bakışlara hiç aldırmadan, münzevi yalnızlığımıza geri dönmek için sabırsızlanıp duruyorduk adeta. 50 faktörlü güneş kremini Dracula’nın bile süremeyeceği karanlık bir pazar günü gelip içimize çöreklenmeyi bekliyordu. O hep beklerdi zaten. yirmi dört saat bana mısın demezdi hiç. destursuz dalardı içeri! in cin top oynarken bile kapıda beklemeye alışkındı. beklemek güzel görünürdü o an gözüme. ağaçlar, kuşlar gitti ama bak o hãlã bekliyor!
yine böyle yaprakların ağaçlarını terkettiği bir gündü. alıp götürmüştü sesimi rüzgar. anneme sol gösterip, sağ vururken de gülüyordu yine hayat. ne bilsindi? başımı hem önde hem arkada yıkadığımın. ölüm gelirse de başım gözüm üstüneydi. teslimkãrım bile asi ve kinayeliydi. et ile kemik gibiydi masumiyet ve teslimiyet. etimi, tırnağımı söküp götürürken bile lütuf gibi geliyordu kulağa bir ’nasılsın?’ sorusu. suyun aksine tortuydu ağzımda biriken. kan sayımı yapsak, kansızlıktan can verirdi çiçekler. gözlerimi kapadım karanlığa baktım sonra. açıkken bulamadığım aydınlığı sanki orda bulacakmış gibi bir yanılgıya düştüm. orda da ne gelen vardı, ne giden. kanıksayabileceğim hiçbir şey yokken dahi bekliyordum. neyi severdim? neyi isterdim? neyi özlerdim peki? bir zamanlar önem arz eden konular artık tükenmiş, yerini hissizliğe terketmişti. ezeli şüphelerimi, kaygılarımı karanlıkta boğmak istedikçe, onlar çoğalmış ama dokunmamıştı. kıyımdan, köşemden geçiyordu sesler. geçiyordu ve hiç dokunmuyordu. duvarlar konuşmuyordu ama halden anlıyordu. insan kılıklı birinin yüzüne baktığı gibi bakmıyordu en azından. bakarken insanın gözünde nü bir tablo oluşuyordu ama benim burda sözünü ettiğim öyle salya akıttıran bir resim değildi. o duvarda öyle sanıldığı gibi durmuyordu. tırnaklarıyla nemli duvara kazdığı ya da duvardan söktüğü o kadar çok hikayesi, yaşanmışlığı vardı ki o küflü duvarın bile cesareti yoktu onun çıplak bacaklarını örtmeye. kanıyordu her yerinden ama bu öyle her ay çekilen regl sancısı da değildi. fırçayı alıp gökyüzüne resmedesi geliyordu insanın...
iki kadeh şarap sonrası aynada görülen, bir kirpiğin gözümün önüne cansız düştüğüydü. bir kirpik orda yalnızdı işte. kırışık bir yüzün çözülemeyecek kadar o çapraşık müttefiklerinin iç içe istif edilmiş hatlarının ortasında öyle bir sırıtıyordu ki o kirpik, pavyondaki bir orospuyu halt yemiş sanırdınız yanında! bir şeyler oldu sonra. sana...bana...bize...ve ondan sonra daha bi çekilmez oldu bu kancık dünya! ’bunu da atlatırsın!’ diyordu haritada kimliği gizli tutulan bir duvar. bu duvara da yıldırım düştü sonra. fahri yalnızlığının trajik yanına postu gibi güdülmüş apolitik gazi bir duruş eklendi. kuşların av mevsiminden dönmesini bekliyordum o sıra. tersyüz olmuş bir paradigmanın o pütürlü ve girift ağzına b.it pazarındaki satılık gülüşleri dikiyordum. bu ölgün fakat soylu ağıtların ardından önce annem gitti sonra da babam. Bekir’in kapıda put kesilişi gibi öylece kaldım orda.
"bu kapı ahiret kapısı! bu köprü sırat köprüsü! bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin Bekiiir!" dediği yerde linçci ve diyaloğa kapalıların arasında defterimi dürdüler sanki..."içim cız etti ne demek? tornavida yemiş gibi oldum!"
her şeyi öğütüveren bu doyumsuz dünyada, kısmen ayakta tuttuklarımın yanında bitkisel hayat süren düşüncelerim de az değildi. a şehrinden b şehrine giden aracın ortalama hızıyla sürüncemede kalan umudun gelip beni götüreceği falan yoktu. biliyordum oysa! bizim çiğ süt emmiş sözde ilişkilerimiz hep teskin edilmeyi böyle arzulardı. iltihaplı bir şeyler vardı sanki içimde, sürekli kanıyordu. boğazıma kadar böyle haysiyetsiz ve ucube mikroplarla doluydum. düşünüyordum. sürekli düşünüyordum ama bu hayalperest yolculuğumda kesin bi sonuca varamıyordum. bu içinden çıkmazlık daha da acıtıyordu içimi. zifiri karanlıkta körebe oyunu oynatmayı dahi öğrettim bazı sözcüklere. düne kadar her zorluğun karşısında kolay kolay bükülmeyen aklım bugün direncimin neresinde kalmıştı peki? yanıtlarını bulamadığım, duygularımın bu dünyayla örtüşmediği o kadar çok şey vardı ki...boşluğa haykıran veya uçurumdan atlama isteğiyle yanıp tutuşan yığınla şey...elimi uzatıyordum bi türlü yetişmiyordu. sütliman gözlerimde yüzlerce dramın resitali perdeleniyordu ve kımıldamadan seyrediyordum yalnız. neticede ben de yalnız sayılırdım. papyonlu kravatlı olsun ya da sadece bi cekete razı gelsin, bazı sayıların çoğunluğu oluşturamadığı gibi, gerçeği temsil ettikleri de zannımca şüpheliydi. yalnızdım. dışarda tadilatı kesintiye uğrayınca çarpık çurpuk hemen sağa sola eğilen ve güneşin görünmediği günlerde çamurlu su birikintileriyle içinin dolup taştığı çukurların; göbeğinin orta yerine yediği sayısız topuktan çıkan o tok ses de,, küfür de yabancı gelmiyordu hiç. yalnızdık. sokakta başıboş kaderine terkedilen it gibi yalnızdık. ama korkarım ki bu da diğer olaylar gibi her oturuşta iğne gibi kıçımıza batmıyordu artık. boğazımızdaki düğümlerin ne çürük artığımızla ne de kusmuğumuzla bi alıp veremediği vardı. kendi kokuşmuş yolunu fare gibi buluyordu nasıl olsa. yine de öldüğümü söyleyemiyordum kimseye. onlar yaşadığımı sanıyordu. nasıl bir yanılgıydı bu? duvarda paslı çivisini kaybeden ve bir daha da bulamayan kara delik gibi içi boş ve yalnızdım. bu asil ve soylu yalnızlığımla beraber kendi küçük krallığımızda mutlu bile sayılırdık hani. hergün aynalarla karşılıklı ’günaydın majesteleri!’ jestinden sonra birbirimize reverans yaptığımızı bir gören olsaydı şaşırmazdı heralde.
hani Kildan kralı Baltazar verdiği bin kişilik görkemli ziyafet sırasında karşı duvara görünmez bir elin ’günlerin sayıldı, tartıldın eksik geldin’ diye yazdığını görüyor ya işte bunun gibi duvara bir takım şeyler yazıyorum ben de. oysa arkamı dönüp baktığımda duvarı da karanlığa boğup hapishaneye çevirdiğimi görüyorum. Oblomov’un Ştoltz’a söylediği şu anlamlı cümleler gibi: "Biraz önce yüzümün tazeliğini yitirdiğini, pörsüdüğünü söyledin. Evet, ben aşınmış, eski püskü bir kaftanım. Fakat yıpranmam iklimden ya da sıkı çalışma, ağır iş yüzünden değil, dışarıya bir çıkış yolu arayan ışığın on iki yıl içimde kapalı kalması yüzünden! Özgürlüğüne kavuşamayan ışık, yalnızca kendi hapishanesini ışıtabildi ve söndü. İşte, on iki yıl bu şekilde geçip gitti sevgili Andrey! Bu uykudan uyanmayı, silkinip canlanmayı artık canım istemedi."
boşlukta artık ne bir gölge arıyordum ne de kör bir nokta. ilginçtir ki o boşluğun yanımda olması da ayrı bir güç veriyordu bana. nasıl ki kalabalığa karışınca işkence ve günahlar pornosu başlıyordu. tanrı’m! diyordum insanlar bu kadar kör olamaz! bu kadar vandal ve bağnaz...bu kadar yavan...her sözüyle masturbasyon çeken bu sığlık ne zaman t.üredi?..hangi ara her yeri işgal etti?..işte odur budur hergün o boşluğa masum bir dilek bağlıyorum tanrılar ve melekler! yüzünüzü gösterin ve aşağı inin! asıl olaylar, kıyametler bakın burda kopuyor.
...
şeytanın bacağını bu sefer kıracağım diyordum ama her seferinde lime lime oluyordum. artık ağrı kesici kullanmam gerekmiyordu. her acımı susturacak, unutturacak doğal enzimleri damarlarım kendi kendine salgılıyordu. dolayısıyla havva kızı ayaklarıyla değil de daha çok kütük gibi dolaşıyordum aranızda. bıçak gibi kesmiyordu bakışlarınız ve acıtmıyordu hiç. ölmeyi becerebilseydim yüksek bir dağın eteğinden bırakırdım kendimi. o da bana uzak olduğu için değil, sırf sesimin yankısını duymak için. sırf karnımı deşecek ağrıya saplanmak için. en son bi trenle çarpışmıştım, hãlã raylarını, vagonlarını toplayıp bulamadı kendini. neticede duvarı klişe beton gibi görüp bakarsan çivilerini de kendin sökersin, yok eğer yüreğinin atar damarı gibi bakarsan İsa gibi gerilirsin çarmıha. ben de öküzün trene baktığı gibi bakmış olacağım ki, yamulan ben değil, o oldu...
ama seni saksıdaki sardunyalara hep sordum. nazik ve çıtkırıldım orkidelere ve begonyalara. yokluğunda her gün gelincik tarlasındaki bir gelinciğin o ince kırılgan boynu düşüyordu elime. bir elim sende dedim al yüreğimi sar yarana. sonra bonsai çiçeğimin dökülen yapraklarını yerden topladım. ’ama sen anlatmazsan bilemem ki derdini, neden böyle çırılçıplak kaldın? neden üşüyorsun güzelim söyle bana’ dediğimde belki benle konuşur diye çocukça beklentilerim oldu, olmadı değil. insanı boşver daha çok bir çiçekle konuşmuş olmak gözümde daha anlamlı göründü o an ve ziyadesiyle mutlu etti beni...
seni bugün de, yarın da, öbür gün de, sulamayı unuttuğun o güzelim
sardunyalarına, begonyalarına soracağım. bir elim sendeyse, bir elim de onlarda...
kundura çivisinden farksız gözlerimi şu puslu ve karanlık göğe iki çift minyatür delik sanıp astığım için beni bağışla!
YORUMLAR
Ne çok yolculuklarımız var, ne çok düşsel acılarımız. Smokin giymiş acılarımız! Kelimeler, insanın göğsünden uçuruma düşer gibi düşüyor; az ötemiz anlamlar vadisi. Ne çok ayrıklarımız var, ne çok suskunluklarımız. İçimiz, monologlar ülkesi. her kim o ülkede yaşıyorsa bir ütopia bilinciyle, o bir çiçeğin ağzıyla konuşuyordur.
Kocaman sevgiler bırakıyorum sayfana yürek yoldaşı...
Gule
küçüktüm. daha okula bile başlamamıştım. bir sonbahar öğlen vakti. elimde bir parça yağlı ekmek, ısıra ısıra yürüdüm her zaman maç yaptığımız tarlaya. bizim sahayı ortadan ikiye bölen uzun bir duvar. ortalıkta kimseler yok. ses de yok. bir kuş sesi bile. duvarın dibine kadar gittim. ardını görmek imkansız. yüksek mi yüksek. arkadaşlar ardında gizlenmiş olabilirler miydi acaba? zıpladım tırmanmaya çalıştım. olmuyor. açıldım metrelerce. koştum koştum zıpladım. sonuç? kıç üstü yere kapaklandım. haydaa! bu neyin nesiydi şimdi böyle? doğup büyüdüğüm mahelleyi tabii ki avucumun içi gibi biliyordum. hemen arka yollardan ulaşacaktım o duvarın ardına. denedim. nafile. tüm geçiş yollarında görünmez duvarlara çarpıyordum. tekrar o duvara gidip dibine çöktüm. düşündüm. ayağ... bak yine aklıma acayip bir öykü getirdin. unutmadan gidip yazayım.
hörmetler.
olricx tarafından 3/19/2019 6:14:40 PM zamanında düzenlenmiştir.