- 1148 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'moratoryum'
Doktorun odasından çıkarken gergindim. Parmaklarımı yumru haline getirip, sonra tekrar açıp boşlukta sallıyordum. Gözlük kabı pantolonun yan cebindeydi. Doktorun yanındayken de gözlüğü çıkarıp takmayı düşünmüştüm ama sonra vazgeçmiştim. Şimdi daha rahatım. Doktorun söylediklerini düşünmüyorum. On beş dakikaya yakın doktorun karşısında oturmuş, genellikle onun sorularına yanıt vermekle vakti öldürmüştük. Şimdi rahat mıyım? Kendimi rahat bırakmam gerekiyormuş. İçine attığın şeyleri dışa vurursam daha iyi olurmuş. İki zavallının yazgısında karşılaşma mefhumu diye bir şey vardı ve o gerçekleşti. ‘Histamin diye bir şey duydun mu’ diye sordu. ‘Kişi alerjik bir maddeyle ya da iltihapla karşılaşacağı anda vücutta bu kimyasal ajan olarak yerini alır. Eğer bu ajana karşılık ilaçla tedavi uygulanmaz, koşullar değiştirilmezse sonu ölümle gerçekleşebilecek vakalar doğar.’ Neden zihnimi doktorun bu bilimsel bilgileriyle yoruyorum ki! Of, ne güzel de hava var! Yağmur yağacak gibi. Bulutlardan gökyüzü gözükmüyor. Doğrusu hiç de yürüme taraftarı değilim ama denizin hali nicedir diye yakınına doğru kendimi attım. ‘Peki, hocam bunun psikolojiyle ne alakası var?’ Doktor gözlüklerini düzeltti. Oturduğum sandalye sertti. Acaba hastanenin malzeme deposu nerede diye düşünmeye başlamıştım. ‘Yanıma gelenlerin çoğu ilaç kullanmak istiyor. Uyuşmayı talep ediyor. Bakar mısın şuna; araştırmalar gösteriyor ki son beş yılda yüzde 27 gibi oranla antidepresan ilaç kullanımı artmış. Artık hastalar yanımıza gelirken şartlanmış şekilde geliyor. Gerekçe ve sebepler ne olursa olsun illa ilaç kullanmak istediklerini söylüyorlar. Kendinde söyledin bana, ilaç kullanmaktan ziyade dertleşmeye geldiğinin farkındayım. Benim içinde farklı bir sohbet oldu. Ancak dediğimi unutmamanı öneririm. Psikososyal Moratoryum içerisinde çoğu insan. Zaman dilimi artık elli yıl önce değerlendirilen psikolojik düzeyden farklı ele alınmalı. Bu konuda Kanada’da bir arkadaşımla ortak yazdığımız makale var. Bitirme sürecindeyiz.’
Adımlarım ne kadar yavaş olursa olsun değişmiyordu. Kafamda birileri def çalıyordu. Başımı sallamamak için zor tutuyordum. Bir tür muhalefet içerisinde, mukavemetimin tepkisini ölçüyordum. Gözlemim yorucuydu. Çevremle ilişkiyi kesip, denizin ortasında boşluğa bakıyormuş hissi veren banka oturdum. İlk adım atmanın zorluğundan bahsederler. İlk adımı atarsan gerisi gelir diye. Şimdi ilk adım nereye olmalı? Önümde alglerin harikalar diyarı uzanırken, nereye gideceğim? Geçen gün Mahmut telefon açıp çağırmıştı ‘gel’ diye. Kadıköy’de kardeşine yeni bir mekân açmış. ‘Hayırdır’ demiştim, ‘restoran işinde dolandırmışlardı sizi, birde üzerine cafe mi?’ ‘Bu farklı, gel bir gün görürsün.’ Görürüm demek, her şey görmekle başlamıyor mu? Görememekle aslında daha rahat olmuyor muyuz? O da bir gün görememişti. Banyodaydı. Duş alıyordu. Kapı kapalıydı. Su sesini duyuyordum. Vücuduna çarpıp fayansa dağılan su damlacıklarını şimdi hayal ediyorum da, o anı hatırlarken bana güzel gelmesindeki his su muydu, çıplaklığı mıydı? Su tenine çarpıyordu. Teni olmasa, boşlukta akan suyun fayanslarda bir süre duraksayıp sonra giderden borulara akışını tasavvur etmenin güzelliğe ait olduğunu sanmıyorum. ‘Kapat suyu, boşa akıyor.’ Kim kapatacak? Kimse yok. Şimdi o banyo boş. Geçmişi tekrar düşününce an güzelleşiyor mu? Saçmalık ötesi. Şu anda o anları hatırlamama sebep olan, dün aldığım ölüm haberi. Üçüncü kattan kendisini atmış, ölmüş. Bu kadar basit işte insan hayatının sonunu anlatmak. Ne kadar basit değil mi? Bir gün anne rahminden çıkıyorsun. Doğdun diyorlar, büyümeye başlıyorsun. Defalarca ağlıyor, acılar çekiyorsun. Öğreniyorsun. Yeri geliyor düşüyorsun ‘ah vah’ ederken, yeri de geliyor koşuyorsun doru atlar gibi. Sevinçli anları karanlık bir hayattan çıkarıp masaya koyduğunda ‘ne kadar da azmış’ diyorsun. Azlık çokluk içerisinde değil, hiç içerisinde kendini var ediyor. Hiçten daha az ve usunun bilinçli bir şekilde neşeye kaypak davrandığı, derbeder olmanın sırasındayım. Neşe tanzimi sıradan değil. Raflar var. Sıra sıra, arka arkaya, yan yana… Değişkenlik gösteriyor temaşa.
Elektrikler kesilmişti. ‘Ay, ne oluyor, göremiyorum!’ O sıra neyle uğraştığımı unuttum. Telefonun fenerini açtım. Önemsiz bir şey olmalıydı ki, daha tiz çığlığı ünlem gibi belirmeden banyodaydım:’ Ne oldu?’ ‘Ampul patladı’ dedi. ‘Çok korktum. Of, her yerimde köpük köpük. Kovadan gözüme su döker misin?’ Her yer kapkaranlıktı ve telefon feneri altında bedeni mermerden bir heykeli andırıyordu. Ünlü bir heykelle o anı bağdaştırıyordum ama heykeltıraş aklıma gelmiyordu. Kovadaki su da köpüklü olmalıydı. Işığı kovaya yöneltince tahminimde haklı çıktım. Dirseğim ıslak baldırına çarpmış, bir süre baldırındaki soğukluğu içime çekmiştim. ‘Bu karanlıkta nasıl yıkanacağım’ dedi. ‘Böyle bekleyeyim mi seni’ diye sordum. Fenerin ışığı gözünü kamaştırıyordu. Hayır, saçmalıyorum, köpükten tamamıyla arınamamış gözlerini zor açıyordu. Eh, birazda ışığın kabahati vardı. ‘Mum ya da ışıldak gibi bir şeyin yok mu?’ Bakkaldan zamanında aldığım on tane mum vardı. ‘Ucuzken al, nasıl olsa bunlarda pahalanır’ demişti. Bir tanesini bile bitirdiğim söylenemez. Işıldağa takılmıştım. Güldüm de. ‘Ne gülüyorsun be? Ben burada çıplağım, üşüyorum da, sen kahkaha atıyorsun. ‘Sirene de basayım mı senin için? Belki elektrik gelir ha?’ Çok saçma bir pozisyonda kaldığının farkındaydı. ‘Su buz gibi. Yıkanamam ki o kadar soğuk su da!’ ‘E, hani hoşuna gidiyordu suyu dakikalarca popona tutmak? Sıkılaştırıyor diyordun. Şimdi ne oldu?’ Titremiş miydi, bana mı öyle gelmişti; tam olarak ben de telefon ışığında algılayamamıştım. ‘Az bekle beni, yarım saate gelir bu elektrik’ diyerek banyodan çıktım. Mutfağa geldim de en büyük tenceremi çıkardım. İçine su doldururken, ocağın altını açtım. ‘Neredesin, nereye kayboldun’ diye sesi geliyordu. Gülüyordum. ‘Geliyorum bekle.’ Banyoya gitmeden önce giysi dolabından iki banyo havlusu çıkardım. Biri kar gibi beyaz ve yumuşacık bir havluydu. Karanlıkta beyazlığı anlaşılmasa bile yumuşak olduğunu onu sardığımda anlayacaktı. Çok büyük olduğu için pek kullanmıyordum. Az yıkandığından yumuşaklığını da koruyordu. Banyoya girdiğimde ‘ne yapıyorsun sen’ dedi. Havluyla göğsünün üst tarafından sırtından başlayarak sarmalarken ‘ya ne yapıyorsun Allah aşkına’ diyordu. Diğer havluyu bacaklarımın arasına sıkıştırmıştım. Telefon cebimdeydi. Cebimde yanan ışığın sıcaklığını hissedebiliyordum. Oval bir ışık huzmesi eşofmanın üzerinde kırılıyordu.
Kanepeye oturduğumuzda ‘ne yapıyorsun’ dedi. Susuyordum. Perdeyi aralamak ve dışarı bakmak için ayağa kalktım. Dışarısı da zifiri karanlıktı. Gökyüzünde yıldızda yoktu. ‘Şunu kapat bari elektrik gelmez filan telefon kapanmasın. Rahatsız da ediyor ışığı.’ Telefonun fenerini kapatıp, yanına doğru yürüdüm. İkinci havluyu saçının üzerine tepeleme koymuştum. Komik bir görüntüsü vardı ama artık göremiyordum. Gözlerimiz karanlığa alışıyordu. ‘Kanepeye niye oturttun illa, ıslattın burayı da. Böyle mi duracağım elektrikler gelene kadar?’ hiçbir şey söylemiyordum. Kafamda def seslerini duymaya başlıyordum. Böyle olunca ağır bir efkâra maruz kalıyorum. Uzaklaşmak istiyorum; yapamıyorum. Elimi sol bacağına doğru atıp, ‘tencerede su ısıtıyorum, ısınsın, kovada karıştırır soğuk suyla dökerim’ dedim. Bacağıyla elim arasında nemli havlu duruyordu. Havlu aklımdan kaldığından daha yumuşaktı. Komik bir görüntümüz olmalıydı. İki yabancı gibiydik. Yapmayı arzuladığım şeyden fazlasıyla uzaktaydık. Ne düşündüğünü ya da hissettiğini bilmek istemiyordum. Belki de meseleler benim düşündüğüm gibi meşakkat içermiyordur. Çoğu zaman bu yanılgı yüzünden yorgun düşüyorum. Bezgin, bitap, sefil ve en doğrusu zavallıydım. Sorsaydım ‘şu an şu köpükten tamamıyla arınıp, giyinmekten başka bir şey düşünmüyorum’ diye cevap verseydi daha kötü olmayacak mıydım? Ne o; zavallısın işte, fantezi mi hayal ediyordun? O köpüklü teniyle sana sarılacak, sende bu kayganlık ve köpük arasında onun ısınmasını mı umacaktın? At işte en sevdiğin battaniyeyi üzerine. Kıyamaz mısın? Yok, feda olsun tüm koyun yünleri ama ne? Arzularından kopamıyorsun. Zorla koptuğunda da bu sefer cereyan kesikleşip, bağrında büyüyen bir okçu balığı mı oluyor? Ağzındaki suyu nehirden nişan aldığı daldaki bir böceğe sıçratan okçu balığından bir farkın yok. Sende sözcüklerle bunu yapmaya çalışıyorsun. İşte yüzde sıfırlık bir oranla başarısızlığını kutlayabilirsin.
Ayağa kalktığımda ‘nereye gidiyorsun’ diye sordu. Cevap vermedim. Nereye gidecektim ki; adamakıllı durulanması için kaynayan suyu ocaktan alacaktım. Telefonun fenerini tekrar açtım. Çekmeceden iki mum çıkardım. İlkeldim. Gurur duymuyorum. Ucunu yaktığım mumun eriyip, çay tabağına akıtmasını bekledim. İlk mumu çay tabağına diktikten sonra ikincisini de aynı şekilde çay tabağına diktim. Birini koridorda kalorifer peteği üzerine bıraktım. Diğerini de banyoya bırakıp, mutfağa geri gelip tencereyi aldım. Banyoya döndüğümde kovadaki suyun köpüklü olduğunu hatırlayıp, önce kovayı boşaltıp, soğuk suyla kovayı yıkadım. Tenceredeki suyun yarısına yakınını kovaya boşalttım. Kovadan yoğun bir buhar çıktı. Sonra kovaya baktığımda kovanın çeyreği bile dolmamıştı. En büyük tenceremin de çokta büyük olmadığını anlamıştım. Tencereyi tamamen kovaya boşaltıp, soğuk suyu açıp kovayı musluğun altına bırakıp salona doğru yürüdüm. Kanepeye vardığımda ‘hadi kalk, suyu ayarladım’ dedim. Banyoya girdiğimizde ‘yardımcı olayım mı’ diye sordum. Ses etmedi. Kararsızdım. Havluları kapının arkasına asıp ‘yardımcı olacak mısın, hadi şu işi bitirelim’ dedi. ‘İş mi’ demişti. İş… Banyo yapmak bir iş miydi? Poposunu sıkılaştırmak için duş başlığını dakikalarca poposu üzerinde tutması iş olabilir miydi? Ona mı iş diyordu? Yoksa durulanmak onun için bir iş haline mi gelmişti? Aynada bir an için onu görünce irkildim; çıplaktı. Salyangoz gibi ıslak saçları yüzüne tutunmuştu. Göğsünün ucu yok gibiydi. Kovayı kendime doğru alırken, musluğu kapattım. Suyun sıcaklık dengesi tatmin ediciydi. Maşrapayı kovaya daldırıp, başından aşağı yavaşça dökerken elleriyle yüzünü, saçlarını ovuşturuyordu. Ben her kovadan su alıp, başından aşağı dökerken, üzerime sıçrayan su damlacıkları sıcak kan damlaları gibiydi. ‘Su kaldı mı’ diye sordu. ‘Yarısı duruyor’ dedim. ‘Tamam, sen git’ dedi, ‘sağ olasın.’
Arzularım usumun makarasındaydı. Karşı evin kadını bir yandan, bizimki bir yandan çekip duruyordu. ‘Cumba da cumba…’ ‘Aysel, yavaş kız, Hikmet yine mi gelmedi akşam?’ Kamyonu şimdi Allah bilir hangi gavur memleketinde? Bir ara Libya’ya gitmiş dediler, sonra iki ay sonra döndüğünde Bakü’den Taşkent’e gittiğini söylemişti. Yalan söylüyorsa da, kimsenin umurunda değildi. Gerçekten kimsenin umurunda değil miydi? Belki de Hikmet sınırdan bile dışarı çıkmıyordu. İstanbul’da, karşıda bir sürü gizli evler varmış. Onlardan birinde kalıyordur. Bunların hepsi tevatür! Hikmet, babayiğittir kendisi; Taşkent’ten hanımına öyle hediyeler getirmiş ki, Aysel’in kolu komşu umurunda bile değil! Biliyor ve inanıyor ama kim ne derse desin gülüyor, geçiyor. Bir gün oğlunun öğretmeni kendisine ‘bunlar tevatür mü bilmem Aysel hanım fakat çocukların bile konuştuğunu duyar oldum. Geçen Ömer iki arkadaşıyla kavgaya tutuştu. Ne oldu evladım, sen böyle bir çocuk değildin, niye kavga ettin arkadaşlarınla diye sordum. Ömer ‘öğretmenim bana fortçu Hikmet’in oğlu deyip duruyorlar, demesinler öğretmenim, dayanamadım’ dedi. Aysel’in kafası karışmıştı. Hikmet’in kamyonu vardı. Markası Ford değildi. Eve geldiğinde kitaplıkta tozlanmış büyük sözlüğü çıkardı. Sözlüğün manasına baktığında da bu işe bir mana erdirememiş; ‘Hikmet’in benimle arkadan yapmaz ki, hep üstümdedir, sıkar, avuçlar beni’ diye kendi kendine söylenmişti. Oğluyla konuştuğunda da ‘oğlum, sana kim fortçu Hikmet’in oğlu derse, aldırış etme sakın, baban fortçu değil, kamyoncu oğlum benim’ demişti. Ömer’de annesine ‘a be ne sen de ne safsın! Babama düpedüz kadınlarla iş yapıyor diyor bu sütübozuklar’ diye haykırmıştı. Bizimki sonradan çok pişman olmuştu dedikodu yaptığından; adam bildiğin Müslümanmış. Aysel’inden başkasında da gözü yokmuş da, ah şu tevatür yok mu herkes ayrı konuşmak da mahir olmuş!
Doktora gittiğim günden beri hiçbir şey değişmemişti. Daha durgunlaşmıştım. Hiçbir şey yapmadığım gibi, ara sıra bir şey yapmaya meyilli olduğum anlarda beliren arzu kıpırtısı da yoktu. Aldığım ölüm haberi, kendisini üçüncü kattan atıp öldüren kadın Aysel’di. Hikmet’in sevgili karısı; Ömer ve kardeşlerinin biricik hasta anası. Aysel artık dedikodulardan ötürü dayanamamış, kocasına ‘gidelim buralardan Hikmet’ demişti. Sonrasında kendisinde acayiplikler başlamış. Önceleri Hikmet’in analığı Aysel’i hocalara okutmuş olsa da, fayda etmemiş, bir de üzerine çevresine ‘ay olur mu, eskiden bir üflerdi, okurdu hocalar cin min kalmazdı kimsenin içinde. Aysel kızıma giren cini çıkaramadı deyyuslar’ diyordu. Hikmet son çare ruh ve sinir’e Aysel’e götürmüşse de, doktorun verdiği ilaçları içen Aysel insanlıktan çıkıyormuş. İlaçları aldığı gün uyuşmuş halde, bir ruh gibi evde dolanıp duruyormuş. Düzgünce yemek de yiyemediğinden kilo kaybı başlamış. Hikmet Aysel’in rahatsızlığı ayyuka çıkınca uzun yol şoförlüğünü bırakıp, biriktirdiği bir miktar parayla iki sokak aşağıda manava ortak olmuştu. Bir sabah Hikmet uyandığında yastığının kenarında uzunca saç tellerini görünce korkuvermiş. Aysel’in iyice delirip, saçlarını yolduğunu düşünmüş. Kendine geldiğinde fark etmiş ki Aysel yastığın kenarına başını koymuş usulca uyuyor. Saçlar yememekten, vitamin eksikliğinden dökülüveriyormuş. O gün hem Hikmet hem de Aysel içinde hüzünlü bir gün olmuş. Komşuları Nebahat Hanım’ın kızı Figan hem okuyor hem de kuaförde çalışıyormuş. Kadın saçını kesmek çoğu kimseye kolay gözükür. Ne de olsa uzun saçlar; alacaksın eline makası, aynı hizada kestin mi tamamdır! Yoksa sahiden de bu kadar kolay mı? Kadınlar bir saç kesimi için boşuna mı kuaförlere para veriyorlar? Figan, Aysel’in sağlıklı olduğu zamanlar bebek gibi baktığı, Hikmet’in Aysel’de ilk vurulduğu yer olan saçları nasıl da acımasızca kesmişti! Aysel’in başında bir tutam saçı kalmıştı. Hikmet yıllarca süren bu halden ötürü, o da bitap düşmüştü. Geceleri uyanır, Aysel’e sırtı dönük halde kimi zaman için için kimi zaman da sakınmadan ağlardı. Bir gece Aysel Hikmet’in kulağına eğilip şöyle demişti:’ Üzülme Hikmet’im, üzülme canım benim. Beni artık çağırıyorlar. Gideceğim; gitmem lazım. Ben gidince sende rahatlayacaksın.’ Cenazede Hikmet’i görenlerde Hikmet’in haline epey üzülmüşler. O koskoca eskilerin uzun yol şoförü yıkılmış, bir çocuk gibi hüngür hüngür sevdiği, aşık olduğu kadınının ardından ağlıyordu.
Seçimlere az bir süre kaldığı için İstanbul’a pek de uğramak istemiyordum ama Mahmut ısrar etmişti. Ayrıca Kerim’inde geleceğinden bahsetmişti. Geçen gün telefon açmış, bana ‘iki gün sonra müsaidim, ne olur gel abi, bak sende gör mekanı, cafe işin bahanesi ya, kaç ay oldu görüşemedik, özledim seni de.’ Feribottan inerken kafamın içinde def sesi duymadığım için şanslıydım. Adımlarım olabildiğince yavaştı. Bir iskeleden başka bir iskeleye doğru yürüyordum. Tahminen bir saat sürecek bu yürüyüş için niyetsiz sayılırdım. Karşıdan karşıya geçmek dahi istemiyorum. İçimden ‘dayan, geri döneceksin zaten’ demek geliyordu ama geride dönmek istemiyordum. Tekrardan doktora randevu almayı dahi düşündüm. Bu sefer geçen randevuda olduğu gibi anlayışla karşılayıp, sohbet edebileceğini pek sanmasam da, şansımı denemek istiyordum. Susamıştım. Küçük bir büfe görünce saklı bir gülümseyiş büfede duran cipslere doğru fırlattım. Temassız bir dokunuştu bu ve bir süreliğine kendime acımam gerekmiyordu. Sigara, su ve kibrit; bir de şu gofret. Gofreti pantolonun yan cebine koymak istedim. Gözlük hala kabıyla beraber orada duruyordu. Diğer cepte cüzdan vardı. mecbur gofreti yemem gerekiyordu. Bu sefer suyu koyacak bir yer aranmaya başladım. Saçmalıyordum. Gerilmiştim. Yeni bir mekan görmek istemiyordum. Gezmek tozmak bana eskide kalmış, mazide bahtiyar bir anı gibi geliyordu. Yoruluyordum. Tat almak bir yana oflamalar yüzünden çevrede olan yakın birisine de zarar verebileceğimden çekiniyordum. Belki ağaçlar aynı ağaçlardı, kuşlar da; hatta deniz, gökyüzü, kayalıklar, eski şehir, mabetler ve de insanlar! Bir başkası tarafından nüktedanlık olarak ortama sunulacak lakırdılar bende zehir zemberek hale dönüşüyordu. Ne yaparsam yapayım yaranamadığımı düşündürecek pek çok hadise yüzünden mi böyle olmuştum, kim bilebilir ama her ne olursa olsun hoş bir huy değildi.
Kendimi eleştirmekten korkmam fakat bunun bana bir faydası yok. Hiçbir değişmiyor, değişmeyecek. Her kim umuttan bahsediyorsa, bir zamanlar yine pek mahir bir yalancı tarafından kandırıldığını düşünüyorum. Böylece olabilecek tüm güzel ve pozitif tezahürler içinde önceden bahanem oluyordu. ‘İyi bir şey mi oldu’, pekala bir süre bekleyin ve bakın bakalım neler olacak. İnanmıyor musunuz, inanmayın; zaten kim size böyle bir şey için inanç var etmenizi bekleyebilir ki? Uzak durun. Martılar, heyhat, onlarda uzak uçuyorlar. Yakın duran bir şey yok. Az önce bastığım kaldırım taşı bile artık ardımda ve benden uzak. İzafiyet diyorlar; yerin dibine batası görecelik! Gofret pek şekerli geldi. Su akmayı unutmuş bir bileşen gibi pet şişe içerisinde duruyor. Hah, ne kadar da sevecen gözüküyorlar! Canları cehenneme, nasıl da mutsuz olduğumu görmeden geçip gitti şu kedi. Az sonra kayalıkların birinde ya bir fareyi yakalamak için pusuya yatacak ya da çiftleşeceği bir tekirle karşılaşacak! Karşılaşır anacığım, şanslı hayvanlar, evlerinde sırf bu hayvanlarla yaşamak içine ne paralar dökenler var.
Kadıköy’de iskeleden önceden Mahmut’tan aldığım adrese doğru yürürken hiçbir şey düşünmüyordum. Bunaltıcı bir insan alışverişi vardı. Aynı bulvar çevresinde farklı yüzler gelip geçiyordu. Cafe miydi yoksa pansiyon altı derme çatma bir mekân mıydı, pek kestiremeden kapıdan içeri girdim. Mekânın ismini tasahane koymuşlardı. Şükür sadece tasahane yazısı vardı ve italik olarak tabelaya yazdırmışlardı. Eğer tasahanedeki tas yerine, bir tas figürü koymuş olsalardı Mahmut’a telefon açıp açık açık neden kendisiyle görüşmediğimi söyleyecektim. Buradan ayrılmam bir küçük bahaneye bakıyordu. Önce Kerim’i gördüm. Beni görünce ayağa kalktı. Sarıldık, tokalaştık. Hasbelkader bizleri tanıştıran yazgının arkasındaki sisten bir perde yine aralanıyordu. Sohbet sohbeti Mahmut’ta yanımıza gelince açmış, masa Mahmut’un kardeşinin elemanlarının donattığı yiyeceklerle dolup taşıyordu. Mahmut saks mavisi bir fincanda kahvesini yudumlarken sonbaharın yapacağı düğünden bahsediyor, düğün yerini tam olarak kararlaştıramadığından bahsediyordu. ‘Çırağan düşünüyorum ama önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Bilmiyorum, şimdi kaç ay evvel söyleriz, sonra bir aksilik olur, o günde olmaz ya da ne bileyim pek çok terslikler beni bulabilir. Bu yüzden tam olarak karar verip, öyle düğün yerini tam olarak kararlaştırmak istiyoruz.’ Mahmut düğün yerinden bahsederken, bende içten içe söylenmeye başlamıştım. ‘Bunun düğününe yarın tekrar gelmeye kalksam Çırağan Saray’ını bulamam. Hadi buldum, saraydan içeride girdim; ne takacağım buna. Gram mı, çeyrek mi? Komik oluyorum. Takmayın der bu şimdi.’ İçimi mi okuyordu, sesli mi söylenmiştim tam olarak kestiremedim ama Mahmut ‘ben sizi görmek istiyorum. Kerim ve seni özellikle. Ne olur kırmayın beni tamam mı? Sadece yanımda olmanızı istiyorum. Bir şey takmanızı da istemiyorum. Sevmiyorum zaten takıyı filan. Eski adetler.’
Lavaboya giderken cafenin içine göz ucuyla da olsa bakarken, içeri girmeden önce söylediklerim için saçmaladığımı anladım. ‘Pansiyon altı derme çatma bir mekân mı’ demiştim. Fena saçmalamış, hatta sıçmış bile sayılırım. Lavabodan dönerken birinin elindeki broşür gibi kâğıtlarla Kerim’le tartıştığını fark ettim. Kerim üniversite öğrencisi sandığım bu gence ‘arkadaşım, çok haklısın, söylediklerin fazlasıyla doğru ama bu tür işler senin asıl yapman gereken işler değil. Bak, kendin söyledin değil mi? Önce sen okulunu bitir, kendini adamakıllı yetiştir canım kardeşim, sonra bu tür meselelere ekonomik özgürlüğünü eline aldığında da ilgilenirsin.’ Genç sinirlenmişti. Aşkla, arzuyla, inançla inandığı düşüncelerine ait bir isyan temiz yüzüne yayılıyor, sonrada dudakların etrafında terennümü öncesi bir titreyişi var ediyordu. ‘Ben’ dedi bir süre sustu. ‘Ben bu dediklerini çokça duydum. Aile büyüklerinden, okuldaki hocalardan, çevredeki insanlardan. Ancak saçma, saçmalık bu dedikleriniz. Sizde inanmıyorsunuz kendi dediklerinize. Çünkü farkındasınız ki, dediklerinizi biz gençler yapsak bile yine bir halt olmayacak. Bunun için devrim olmalı. Bunun için herkes birlik olmalı. İnsanlar inandığı gibi konuşamıyor, yazamıyorsa nasıl bir özgürlükten bahsedebiliriz ki? Yarın bir gün ağzınızdan çıkacak tek bir cümle yüzünden hapse atılmayacağınızın garantisi var mı? Hapis asla kötü bir yer değil; orası da düşünce işçileri için, devrim gözetenler için bir sabır okulu, düşünce yuvasıdır. Ancak bu da eskidendi. Şimdi istediğim bir kitabı bile gardiyan vermeyecekse, beni sırf bu düşüncelerim yüzünden tutuklayacaklarsa devrim kendi kendinin gerçekliğini var etmiştir demektir. Artık ezilmeye, alanlarda diz bükmeye, fabrikalara patronların zalimliğini çekmeye son verilmelidir. Yoksa bizi daha kötü günler bekliyor. Yoksa bu ülke 58’de yapıldığı gibi yine moratoryum ilanını vermek zorunda kalacak. Sonumuz moratoryum ilanı olacak. Artık stagflâsyondan slumpflasyona çoktan geçiş yapıldı. Batıyor beyler, batıyoruz abiler. Bize lazım olan artık gerçek bir ekonomik eşitlik. Bunu devrimle başarmak zorundayız. Yoksa bu ülke yıllarını kaybedecek. Topla tüfekle değil, fikirle kalemle kâğıtla meydanlarda bunu başaracağız.’
Mahmut susmuş, Kerim’le üniversitelinin konuşmasını dinliyordu. Aslında bende masaya geldikten sonra sadece üçümüz değil, mekânda çalışanlarda, az ötede bir masada oturan sevgili çiftte genci dinlemekten başka bir şey yapmıyorduk. Genç hem ekonomik terimlerle konuşuyor, hem devrimden bahsediyor hem de bunun için taraftar toplamayı umuyordu. Tartışma… Ah ne tartışması, böyle tartışmaya insanın kimi zaman kurban olası gelir, bu konuşmayı cafe kapısından gelen bir kadının sesi bölüyordu:’ Irmak, hadi ablacım gidelim.’ Elinde Irmak’ta olduğu gibi broşürler olan bu kadının sesi kulağımda tekrar edip duruyordu. Gözlerim beni yanıltıyordu. Bu kadını bir yerden tanıyorum diye düşünüyorken ağzımdan birden ‘Canan’ çıktı. Mahmut’un sesi uğultu gibiydi:’ Nereye gidiyorsun? Canan kim?’ Kapıya varışım bir salise miydi yoksa bin sene miydi? ‘Canan’ dedim tekrar, ‘sen misin?’ Güneş gözlüğünü çıkarıp ‘merhaba’ dedi, ‘demek yıllar sonrada burada karşılaşacakmışız.’ Elini uzattı. Aynı eldi, aynı ten, aynı gözler, biraz daha kısa bir saç ve hafif koyu kumral tonda saçları. Kilo mu almıştı? Belki de evlenmiş, çocuk sahibi olmuştu. ‘Canan’ dedim, ‘iyi misin Canan?’ Sustu. Gözlüğünü gömleğinin açık yakası üzerinde gezdirdi. Göğüs çatalı hafifçe belli oluyordu. Ne derin bir kuytu ve ruh var o karanlıkta; ben biliyordum. Gözlüğünü çatalın tam ortasına doğru takarken, gömleğini düzeltti. Yorgun gözüküyordu. ‘Bu kim’ dedim. Genci gözüyle işaret edip ‘Irmak mı, ha, o öğrencim. Pardon, eski öğrencim. Fakülteden atılmadan önce diyeyim.’ Sahiden de yorgundu. Birde ben kendime yorgun diyordum. Canan, ah Canan, güzel gözlü Canan. Ne diyebilirdim ki? Bunca sene sonra yüzüne bakarken, gözlerinin içinde çok eskiden serseri mayın gibi zevkle dolandığım günler geride kalmışken ne diyebilirdim ki? ‘Senide mi attılar’ diye sordum ve duraksadım. ‘Attılar vallahi. Yardımcı doçentler kıskanç olur derlerdi de, inanmazdım. Zaten akademik hayat bana göre değilmiş. Onca sene boşuna geçirmiş hissi veriyor. Şu an daha sosyal ve daha aktif bir hayat yaşıyorum. Tamam, zor oluyor ama daha iyiyim.’ Sana göre değilmiş mi? Oysa nasıl da çalışırdın canla başla. Sırf bu yüzden yirmi yedi tane saç telin beyazlamadı mı? Şimdi karşımda durup ‘yıkılmadım ben’ imajı vermeye çalışıyorsun ama olmuyor be Canan! Ruhunu bilirim ben senin. Bana yapma bari bunu! Yıllar sonra bana bari yeniden yalan söylemeseydin. Tekrardan kapanmamış o kalp kırıklarının üzerinden geçmeseydin! ‘E, sen neler yapıyorsun? Var mı bir değişiklik hayatında?’ Usun intikamı elzem miydi; yani tekrardan bilinçli bir şekilde aynı esareti mi bana yaşatmayı arzuladın? ‘Var mı bir değişiklik hayatında…’ Nasıl da kolay çıktı ağzından. Oysa bilmeliydin en çok kelimelerden etkilendiğimi: Kimi zaman söylenenlerden, çoğu zamanda söylenmeyenlerden. Sende kaçıp, söylenmemiş sözlerden bir harabe bırakmamış mıydın bana? Şimdi mi konuşuyorsun? Hayır, buna konuşmak denmez. Buna öldürmek denir. Buna saplı kalmış hançeri tekrar çıkarıp, tekrar sokmak denir. Ah Canan, ah güzel gözlüm…
Irmak ‘moratoryum diyorum, gelecek ve mahvolacağız, herkes bir olmalı, devrimi yapmalıyız’ diye bağırırken Canan’a bakıp ‘kendine iyi bak’ dedim. Sadece başıyla onaylama gereği gördün. Öyle mi? Şimdi yine kelimeleri benden çalıp gidiyorsun; öyle mi? Bu çocukla mı devrim yapacaksınız? Doğru ya, senin böyle gereksiz ve yanlış seçimlerin oluyordu. Bende onlardan biri değil miydim? Şimdi kalkmış zavallı gence yükleniyorum. En azından inandığı şeyi tekrar edip duruyor. Ya sen? Ya ben?
Masaya geri döndüğümde Mahmut ‘kimdi o kadın’ diye sordu. ‘Hiç’ dedim, ‘hiç kimse!’ Bir yandan da Irmak’ın bıraktığı elindeki kağıda bakıp ‘neydi bu moratoryum ya, borçlarla alakalı bir şeydi, öyle hatırlıyorum ama neydi ki?’ Kerim düzgün Türkçesiyle ‘tam olarak anlamı bir tür erteleme demek. Yani bunu ekonomi düzeyinde düşünürsek borçların ertelenmesi de denebilir. Tabi, bunu bir hükümet ilan ettiği zaman bu ‘biz iflas ettik’ demenin eşanlamlısı olduğundan artık o hükümet ve ülke için söylenecek pek bir söz kalmaz’ dedi. Mahmut ‘hım’ dedi, ‘demek doğru hatırlıyormuşum.’
Sustum. Yine sustum. Yine içime atmaya karar verdim. Varlığıma ait düşüncelerimin ve en derin hislerimin moratoryumunu ben çoktan vermiştim. Canan’ı tekrardan görmek hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Artık o benim için Lombardi’nin su perisi değildi. Hayatında bir değişiklik olmadığı bilinen biriydim. Bunu Canan’dan başkası daha iyi bilemezdi.