- 661 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PAZAR
Semalarımızdan, semahlarını ederek son turnalar da göçüp gittiler. Bıldır kuşlar buraları bu kadar erken terk etmemişti. Ağaçlar yapraklarından bu kadar erken kurtulmamıştı. Çınar ağacının son yaprağı salına salına toprağa bir gelin edasıyla indi. Ama yüksekler beyaz bir örtüyle yasa büründü.
Gün erken bitince soğuk da erken indi yeryüzüne. Dilaver Amca, çarşamba pazarında satacağı marul ve ıspanakları sökerek düzenli paketler haline getirdi. Tıpkı bir arkeologun bir iskelet üzerindeki tozları alış hassasiyetiyle marulların köklerindeki toprakları temizledi. Emine Teyze yapmış olduğu sıcak çayı bir termos bardak içinde Dilaver Amca’ya uzattı. Ellerinin iyice kızardığını gördüğünde; “Bu kadar da olmaz bey! Hadi bırak da içeri gel… Son kömür çuvalını da açtım, gir de biraz kendine gel.” dedi.
Dilaver Amca, “Yarın bunlar pazara gitmezse insanlar ne yer ne içer! Ya biz; ne yeriz ne içeriz…” dedi.
Emine Teyze biraz mavra yapar gibi “Çay içer, marul yeriz.” diye cevapladı.
“Her mevsim çay içer, her mevsim başka bir şey üretir tüketiriz amma bunların hayatta karşılığı var mıdır dersin? Şurayı da insanlar sanki kocaman bir çiftlik sanır. Hâlbuki ne kadar küçük bir yer aslında.”
Dilaver Amca işini bitirip içeriye geçti. Ayakları morarmıştı. “Bu ayaklarla üç tekerlekli bisikleti yarın biraz zor sürerim.” dedi kendi kendine. Eşi Emine Teyze görmedi durumunu. Kömür kokan soba, tüm gayretiyle ısısını yayıyordu. Ayaklarını neredeyse sobanın gövdesine yapıştıracaktı.
Emine Teyze “Ne oluyor, donmuş gibisin? Neredeyse sobanın içine gireceksin.” dedi.
“Yooo… Sıcağı severim bilirsin ama şu son gelen soğuk esinti sanırım biraz üşüttü beni.” dedi.
İnsanın başını sokacak bir evinin olması ne güzeldi. Masallardaki ev değildi belki ama masallarda¬ki gibi ısınıyor ve sarıp sarmalayarak koruyordu onları.
İçimizdeki barınma zorunluluğu, hayatımızın gün batımında barakamıza kavuşmamız bir din adamının mabedine girmesi gibi bir şeydi. Bu dört duvar, bir tavanın içine girdiğimizde kendimizi bir başka güvende hissetmemiz ne ilginçti! Bu duvarlar üstü¬müze aldığımız bir palto ya da monttan başka ne olabilirdi ki?
Dilaver Amca, “Sonuçta ev deyip geçmiyorum, biz kan uykulara daldığımızda dışarıda olup bitenlerden uzak tutarak düşlerimizi rahat görmemizi sağlamanın ötesinde çok da anlam yüklemiyorum. -Bir abam var atarım, nerede olsa yatarım- derken evlerimiz dört duvara değil gök kubbenin her köşesini ev gibi kullanmanın güzelliği daha özgündür ve özgür diye düşünüyorum.” dedi.
“Ya öyle mi! Evler bizim anılarımızla doludur. Yaşanmış tüm olaylar ve hayallerimiz, onun sıcaklığı her yerdedir.”
Dilaver Amca, “Daha ilerisi sana ne diyeceğim biliyor mu¬sun? Evler korkularımızdan, bizi korumak için yapılmış hapishanelerdir.” dedikten sonra ayaklarındaki sancılar iyice arttı. Bu bağlayıcılıklar onu hep bir ayakkabı bağcığı gibi sıkmıştı.
Emine’ye daha keskin bir bakış gönderdi. “Anladım, ev senin her şeyin… Sen bu açık cezaevinin gönüllü konuğusun.”
“Evimizle dalga geçiyorsun değil mi? Bu ev kimlere kapısını açmadı ki? Kimler geldi, kimler geçti. Kimisi daha girmeden çekip gitti. Çevre evlerin konforu yok ama sonuçta barınağımız. Yazın, konu komşu ve akrabalarımız için önemi daha artırmakta.” dedi.
Dilaver Amca, bu tür şeylerin değerini bilmekle birlikte ona çok anlam yüklenmesini bir türlü anlamlandıramadı. Aynı zamanda ev onun için bir çalışma alanıydı.
“Gösterişli ve görkemli olmasa da evimiz, sırlarımızın da barınağıdır. İçimizdeki sınırsızlık, gök kubbeyi delmese de kapımızı; pusulasını şaşırmış insanların ayaklarını bastığı, bir sıcak çayın yudumlandığı gönüllerimizin konağıdır ayrıca.” dedi.
Bahar ve yazın evlerinin değerleri bir başka artıyordu. Hafta sonu misafirleri eksik olmazdı. Emine Teyze evini sevdiği gibi misafirlerine de hizmet etmeyi severdi. Bazen arkadaşlarına evin bahçesinde yıl dönümü partilerini verdirir onları sevindirirdi. Evlilikler, onun için kutsal bir mabetti. O yaştaki haline göre tükenmez bir enerjisi vardı. Evin bu konumundan kaynaklı çok arkadaşı ve dostu olduğunu düşünürdü. Neredeyse dünya kendi etrafında dönüyor sanırdı.
“Sokağımızda bir doktor var eşi arkadaşımdır.”
“Senin de tüm arkadaşların hep doktor, avukat. Adamın başka işi yok da benim sağlık sorunlarımla ilgilenecek.” dedi.
“Senin laf sokmalarından hoşlanmıyorum. Her defasından bir meslek edinmeme mi yüzüme vurmanın anlamı ne?”
“Yüzüne vurduğum değil. Biz onlarla âşık atabilir miyiz? Biz kim, onlar kim? Her yönümüzle farklıyız. Buluştuğumuz tek nokta bahçemiz. Bir bahçenin marifeti diyebiliriz buna.”
“Tamam, tamam fark etmiyor değilim ama bu hay huyun içinde gözden kaçırıyorum.”
“Bir de şimdi bak. Bu mevsimde kapımız her zamanki gibi açık. Ama oradan bahçeye kaç metre yol var ki gelmiyorlar. Şunu iyi anladım: Ya kullandığında içindesin ya da kullanıldığında işte.” dedi.
Zaman su gibi akıp gitti. Közleşti ve sonunda kül oldu. “Hava buz. Artık yatma vakti.” dedi ve sıcacık yataklarına girdiler. Gece uzundu ama onlar geceyi budadılar. Dilaver Amcanın ayağındaki sancıyla gecenin ortasında ve ayazında ayaktaydılar. Gün ağardı, gözler karardı. Yoğun gecenin ardından Dilaver’in gözleri kapandı. Onu sancılar yenik düşürdü.
Pazara gitmek Emine Teyze’ye düştü. Üç tekerlekli bisiklete eşinin hazırladığı ürünleri yüklemeye başladı. Pazara çıkmayalı uzun zaman olmuştu. Şimdi baştan sona bir ilkti. Ağır aksak, tüm sebzeleri üç tekerlekli bisiklete yükledi sonunda. Anayola çıktı. Yüklendi pedallara. Şehir içinde keskin bir U dönüşü anında öndeki kasayla kendi ayrı düştü. Arkadan gelen araba hafif bir temasla yuvarlanan marulların bir kısmını yere serdi.
Yavaş hareketlerle indi. Oturduğu yerden ayaklarına güvenerek kollarının yardımıyla bisikleti çekti kenara. Arkasından gelen araçlar, yerdeki marulları ezmemek için sağa sola küçük manevralar yapıyordu. Emine Teyze istifini hiç bozmadan yere saçılan sebzeleri tek tek yerden aldı. Sanki yolun ortasında değil de bir sebze bahçesindeki rahatlıkla topluyordu. Araç kullanıcıları şaş¬kın şaşkın bakmaktan başka bir şey yap(a)madılar.
Son parça marulu tam eğilip alırken bir kornayla dikkati dağıldı. Yavaşça doğruldu ve elini gözlerine siper ederek o yöne doğru baktı. Şoför doğrulup ona bakan bu bir çift gözde çok şey gördü ve kadın olduğunu fark ettiğinde de gaza basıp gitti.
Ortalığı topladıktan sonra pedallara asıllı gitti. Pazar yerine ulaştı. Küçük tezgâhı her zamanki yerine açtı. Pazarcı esnafı Emine Teyzeyi görünce şaşırdılar.
“Hayırdır ablam Dilaver Abiye ne oldu? Merak ettik…” Pazar yerinde herkeste bir ilgi ve alaka. El birliğiyle indirdiler satılacak sebzeleri.
“Niye bu kadar şaşkınsınız ki yaşamak için çalışmak gerekli. Birisinin bıraktığı işi diğeri devam ettirdiğinde yaşam sürdürülebilir bir hal alır.” dedi.
Onlar da “Ablam çalışmana bir şey demiyoruz da Dilaver Amcanın gelemeyişini merak ettiğimizden” dediler.
“O dün bu sebzeleri toplarken çok yoruldu. Ayakları şiş, bacaklarında ağrı. Yürüyemeyince iş başa düştü,” dedi.
Pazarda işini bir an önce bitirip eve dönmenin telaşı içinde, sağa sola laf yetiştirirken bir yandan da satışlarını yaptı.
Çalışırken yaşamın görünmeyen bir kahramanı olur insan. Sebze satıcısı, meyve satıcısı, ayakkabıcı vs. Hayatın eksiklerini tamamlamak için pazarda yerlerini alırlar. Her biri diğerinin bir eksikliğini tamamlar oracıkta. Küçük insanların uğrak yerlerinde gıdım gıdım alışlarla mutlu olmanın ve etmenin şevki, yaşanılan bir alan olur o karmakarışık ortamda. Tüm sesler birbirine karışmadan alıcıya kendi tonuyla ve arzusuyla ulaşır ve alan yaratılır her ihtiyacı olana.
Emine Teyze pazarın ritmine ayak uydurdu. Çalışırken ha¬yatın akışı içindeki o her bir hareketin bir sonrakini tamamlayan bütüne dönüştüğünü görünce sonucun insanları mutlu edeceğine ve onlara düşen pay oranında onların hayatı seveceğine inanıyordu sanki.
“Çalışmak yoluyla sırra ermek ve çalışmayı bu kadar yüceltmek niye ki”’ dedi birisi.
“Oğlum, iş olmadıkça tüm bilgiler boşunadır ve aşk olmadıkça da hayat boştur.”
“Abla, pazar yerinin sorunları var. Çalışmak değil sorunlar bizi yıldırıyor. Belediyeyle uğraş, tüketiciyle uğraş! Bir standardımız yok; işimizden bir tat-tuz alamıyoruz.”
Emine Teyze “Bir bahçıvan sevgiyle ekmeli tüm tohumları, hasadı sevinçle kaldırmalı. Şu gördüğün pırasayı sen yiyecekmişsin gibi kökünden koparmalısın. Yani ruhunuzu katık yapmalısınız yaptığınız işlere.” dedi elindeki temizlediği sebzeleri tezgahın üstüne koydu.
Avurtları çökmüş, elleri nasır tutmuş orta boylu pazarcı: “Doğru söylersiniz de pazarımızı bir disipline koymalıyız. Bir kuralı olmalı alanın da satanının da kiralayanın da uyduğu. Bu kuralsızlık yoruyor bizi.”
İnce badem bıyıklı adam, “Kuralları ve tüzüğü olan bir dernek işlerimizin çözümünde yardımcı olur; sizin yol göstericiliğiniz ve yaşam deneyiminizle sorunları biraz da olsa çözeriz gibi geliyor bana. Dilaver Amcayı da dernek başkanı yaparız. Ne dersiniz?”
Diğer pazarcılar da etrafına toplandı… Müşterileriyle ilgilenmez oldular. Sorunların çözümü için bir işaret fişeği çakıldı.
Emine Teyze, “Neden Dilaver başkan olacak ki?” dedi.
“Abla işte sen kadınsın ya… İşte koşturmaca falan filan…”
“Sevgili çocuklar bu dediğiniz Şam’da kayısı. Düşünce üretenler ve sorunları yaşayanlar el atmalı.”
“İşte bizde onu diyoruz ya…”
“Kadın olmam seçme ve seçilme hakkımı elimden almıyor. Bu hak daha ben dünyaya gelmeden verilmiştir.” dedi.
Pazarcılar birbirlerine baktılar. Şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu. Son dönemin reklamı geldi akıllarına: “İşini aşkla yap, aşkınla yap” der gibi.
Sanki Emine Teyze iç seslerini duymuştu. Eşinin son zamanlarda çalışma yaşamına ilişkin okuduğu kitabı biraz karıştırmıştı. Orada bir söz çok dikkatini çekmişti. “Tam ifade edemeyebilirim ama çocuklar, ‘İş, görünür aşktır.’ İşini şevkle yapmıyor ve sadece problemleri ve hoşnutsuzluğunuzu hissediyorsanız bırakınız pazarda da kural olmaya. Ama siz diyorsanız ki biz de varız; O zaman varız, var olmaya devam edeceğiz.” dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.