- 553 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ÇOK MU ZOR?
Yaşadığım bir olayla başlamak istiyorum bu yazıya. Otuz yıla yakın bir zaman geçti; ama aklıma geldikçe yine gülümsetir beni bu olay.
O yıllarda sınıf öğretmenleri için ön lisans sınavları yapılıyordu. Öğretmen okulları lise dengi olduğu için buradan mezun olanların iki yıl daha öğrenim görüp yüksek okul mezunu sayılmaları amacıyla düzenlenmişti sınavlar. Avrupa Birliği’ne girme çabaları içinde yer alan bu sınavlar öğretmenlerimizin bilgilerini yenilemeleri açısından, maaşlarının artması yönünden de yararlı olmuştu. Her ne kadar öğrenim hayatı boyunca hiç İngilizce dersi görmemiş arkadaşlarımız bu dersten sınava girseler de kimi çalışarak kimi gözcülerin hoş görülü davranışlarıyla yardım alarak dersi geçip iki yıllık ön lisansı tamamladılar.
Bu sınavlara eşim de girdi. Sınav yeri Kayseri olduğu için o sabah Kırşehir’den Mucur’a da uğrayıp Kayseri’ye yol alan otobüsün bütün yolcuları öğretmen arkadaşlarımızdı. Ben de eşimin sınavı nedeniyle o otobüsteydim. Sınav stresim olmadığı için de rahat ve neşeliydim.
Otobüs içinde yerinde duramayan, neşeli, herkesi de neşelendiren biri daha vardı. Okul arkadaşlarımızdan Sedat Gürses. Okulda “ağlayan, gülen şarkı”lar söyleyerek bizleri kahkahaya boğan Sedat burada da yolculuğun neşesiydi. Otobüs şoförü Mucurlu “Ethem Kahya’nın Duran” diye andığımız Duran Güler. Bizim Sedat kalkıştan biraz sonra kaptan koltuğunun yanına geldi, Duran’a hal hatır sorduktan sonra “Hele ver ağam şu ucu güllüden.” diye ilk sigarasını aldı. Bu, o kısa yolda iki üç kez tekrarlandı. Rahmetle anıyorum, Sedat Gürses, çok yakın tanışıklığımız olmasa da Kırşehir Öğretmen Okulu’nun neşesi, sonraları da tüm Kırşehir’in tanıdığı bir kişiydi.
Anlatacağım konu başkaydı; ama nereden nereye geldim. Sınav bittikten sonra Kırşehir Garajı yakınındaki bir lokantaya girdik. Kayseri’ye gelmişken bir pide yemek, açlığımızı da gidermek istedik. Biz kıymalı pidelerin gelmesini beklerken lokantanın içindeki bir bölmede kara sakallı, önlüğü beyazdan siyaha dönüşmeye başlamış bir adam lavaboda güya elini yıkıyordu; ama sağ elinin parmaklarıyla da burnunun içini oyuyor, halkın bilinen söyleyişiyle hap yapıyordu. Önlüğüne bakınca mutfak görevlisi olduğu belliydi.
Bu adamın kirli önlüğünü görünce zaten canımız sıkılmıştı. Bir de bu hareketi bizi tüm çileden çıkardı. Eşime baktım.
“-Kalk, pideler gelmeden hemen çıkıyoruz.”
“-Olur mu, ayıp olur, boşuna para mı vereceğiz?”
“-Ben, bir yolunu bulurum.”
“-Ne yapacaksın?”
Yerimden kalktım, kasadaki görevliye:
“-Biz Mucur yolcusuyuz. Pide gecikti, otobüs on dakika içinde kalkacak, bizim gitmemiz gerekli. Pide söyledik; ama siz başkasına verebilirsiniz.”
Adamın şaşkın bakışları arasında lokantadan kaçarcasına çıktık. Giderken de uydurduğum bahaneye kendim de gülüyordum.
Bu anımı şunun için anlattım. Bu hafta bir gazetede “Mutfağın Karanlık Yüzü” başlıklı bir röportaj okudum. O dışı cafcaflı, lüks bildiğimiz, temiz gördüğümüz lokantaların mutfağını orada çalışanlar anlatmış. Bakın neler söylemişler:
*Mutfakta hiçbir şey çöpe atılmaz. Yere dökülen pilav bile kaşıkla geri doldurulur.
*Hiçbir mekan hijyen kurallarına uymuyor. Mutfakta fare de gördüm, karafatmalar da.
*Mekanlar ışıl ışıl; ama perde arkası farklı. Dışarıda köfte, döner, lahmacun yemeyin. Zorunlu olursam balıkçıda balık yerim.
*Balık restoranlarında size gösterdikleri balık, önünüze gelen balık değildir.
*Çok ciddi paralar verilip kalınan otellerde bile kaymağın küfü alındığında o kaymağın yenilebileceğini söyleyen şefler gördüm.
*Restoran sahiplerinin büyük çoğunluğunun tek derdi para kazanmak. Vergilerin çokluğu da buna neden oluyor.
*Mutfakta çalışmaya yeni başlayanlar bir süre dışarıda yemek yiyemezler. Ben de ilk başladığımda sebzelerin, yeşilliklerin yıkanmaması karşısında hayrete düşmüştüm. Izgaradan düşen köfte şöyle bir ateşe tutulup tabağa konur.
*"Organik kullanıyoruz, kendimiz yetiştiriyoruz.” diyenlere inanmayın.
*Başka şehirlerde var mı bilmiyorum; ama İstanbul böceği, İstanbul’daki her mutfakta var. Mutfakta insan varken ortaya çıkmaz; ama bir saat sonra gelip ışığı açın, adım atamazsınız.
Daha neler neler anlatılıyor. Pek çok yerde “Temizlik imandan gelir.” “Temizlik imanın yarısıdır.” gibi sözler duvara asılır. Bizim toplumda bu sözler sadece duvarlarda vardır. O kara sakallı adama sorun, en imanlı kişi kendisidir; ama beyaz önlüğü kirden siyahlaşmış, fırsat buldukça eli burnundan çıkmaz olmuştur. Temizlik eğitimden, temizlik aileden, temizlik her türlü hijyen kurallarına uymaktan gelir.
Şunlara bu zamanda benim aklım ermiyor:
*Aile içinde yemeklerin aynı kapta yenmesine. Uzun yıllar önce belki yoksul kesimlerde yeterli tabak yoktu ya da o ayrı tabaklarda yeme görgüsü bilinmiyordu.
*Bir poşet açılırken, bir makbuz kesilirken neden parmak tükrüklenir?
*Kaşık, çatal varken neden elle yenmeye, ekmeği banarak ya da yufka ekmekle sokum alarak, çalışılır?
*Kahvaltıda reçel ya da bal tabağının içine niye bütün çatal ya da kaşıklar daldırılır? Tabağınıza alamaz mısınız?
*Yemekten önce ve sonra neden el yıkanmaz?
*Bir de ağzını açarak şapırtısını göğe çıkaranlar var ki deli ederler insanı.
Bu yazıyı okuyunca bana alaycı bir gülümsemeyle şunları sorabilir, söyleyebilirsiniz:
*Sen nerede doğdun, büyüdün kardeşim? “Oturduğun ahır sekisi, çağırdığın İstanbul türküsü”. Sanki Sadık köyünde çocukluğunu yaşarken yemekler ayrı kaplarda yeniyordu, her seferinde ellerini gıcır gıcır yıkıyordun. Üstünde tertemiz giysilerle iki dirhem bir çekirdek geziyordun. Bırak canım insanlar dilediği gibi yesin içsin.
Ben de şöyle derim:
*O yıllar geride kaldı, artık temizlik kurallarına, görgü kurallarına uymamız için her türlü olanağımız var. Eksik olan anlayışımız. Evlerimizde kap kacak çok, temizlik için gerekli olanaklarımız var. Zaman içinde bilimin, tekniğin bize sağladığı olanaklardan yararlanmalıyız. Evde bardak varken tüm ev ahalisinin bir bardakta su içmesinin anlamı ne?
Neyse, sözünü ettiğim gazetenin pazar ekindeki o röportajı okuyunca bunlar aklıma geldi. Belki ben de her konuda bu anlattıklarıma tam uymuyorum; ama en azından neyi nasıl yapmamız gerektiğini bilip aktarıyorum.
Yazımın sonunda biraz ironik de olsa şu cümleyi aktarayım:
Sakın ha! Yere tükürenleri uyarmayın, dayak yiyebilirsiniz(!)…
Su kıtlığı mı var kardeşim
Üşenme, temiz tut bedenini
Üç beş kaşık birden dalmasın çorba tasına
Çatal, kaşık varken yufka ekmekle uzanma pilavın ortasına
Bakma sen o lokantaların, kafelerin cafcafına
Evinde ye, iç
Belli olsun yediğin içtiğin
Beden temizliğin yanında ruhun da temiz olsun
Davranışların yakışsın insana
Sınavdan, kıymalı pideden başladık, temizlik konusunda akıl hocalığı yapmaya kalkıştık. Görünüşünüz de karakteriniz, davranışlarınız da yedikleriniz, içtikleriniz de temiz olsun.
Sağlık içinde yaşayın.
………………………………………………………
Numan Kurt
12 Mart 2019
YORUMLAR
Yazınızı okuyunca aklıma lisedeki coğrafya öğretmenimin sözleri geldi. Ramazan ayıydı, çocuklar ezan okununca herkes ezandan önce tabagindaki corbayi şapur şupur peşine düşen varmış gibi bitiriyor. Biraz dikkat edin görgülü olun hepsi sizin zaten diye uyarmıştı bizi. Aslında din kültürü ve ahlak bilgisi brasinda dersimize girse de sağlık meslek lisesi olduğumuzdan ki genel de meslek liselerinde bu durum hep yaşanır ogretmeni olmayan derse de öğretmenlik yapardı.
Medeniyetin beşiginde yaşarken git gide duzelecegimize daha beter oluyoruz. Yazınız için teşekkürler hocam :)