- 586 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sarı Çizmeler
Küçük Serdar, en az yarım saattir sabırsızlıkla babasının hazırlanmasını bekliyordu. Çok heyecanlıydı. Babasından çoktandır istediği sarı çizmelerine nihayet kavuşacaktı. Onları ablası ile çarşıda gezerken bir kunduracının vitrininde görmüşlerdi. Genellikle sarı renk hâkim olmasına karşılık, ökçesi kahverengi boyalı idi. Boğaz kısmına yeşil bir şerit çekilmiş, bu şeritten yine yeşil ve aşağı uzayan çizgilerle “A” harfi işlenmişti. Bu harfin ne anlama geldiğini sorduklarında, kunduracı “afacan” kelimesinin baş harfi olduğunu belirtmişti. Çünkü çizmenin içinde Afacan Kunduraları” yazıyordu. Daha o günden beri söyleye söyleye babasını bıktırmıştı. Babasının;”altı kauçuklu ayakkabın, içi pamuklu çizmen var” dediğini duymuyordu bile. Sarı çizmeler diyordu da başka bir şey demiyordu.
Sonunda babası kabul etmek zorunda kalmıştı. Çünkü Serdar’ın isteği olmayınca kendini yerden yere attığını, bir kez küsünce yemek dahi yemediğini çok iyi biliyordu.
Serdar sokak kapısından başını uzatırken:
-Babacığım hazır mısın, diye seslendi.
Babası Selim bey banyodan:
-Tıraş oluyorum, diye cevap verirken düşünüyordu. Serdar’ın bu isteklerine bir dur demek lâzımdı. Ama onun kırılmasını da istemiyordu. Disiplin ve eğitimin dayak yoluyla değil de, karşısındakini ikna ederek benimsetilmesi görüşündeydi.
Nihayet Selim Bey hazırlanmıştı. Dışarı çıktılar. Yalnız, Selim Bey’in Serdar’a bir şartı vardı. Çoktandır ayaklarını bile sokmadığı kauçuk tabanlı ayakkabılarını bir fakire hediye edecekti. Bunun için ara sokaklardan geçtiler. Sonunda aradıklarını bulmuşlardı. Serdar’dan biraz dikçe, fakat çelimsiz bir dilenci çocuk bir köşede dileniyordu. Eli yüzü kir içinde, elbiseleri yırtık pırtıktı. Ayağında ise parmak uçları delik ve parça parça olmuş bir kundıra vardı.
Serdar yaklaştı ve yanında getirdiği paketten ayakkabıyı çıkartarak dilenci çocuğun önüne attı. Çocuk şaşkın şaşkın bakıyordu.
Serdar sarı çizmelerine kavuşmanın hayaliyle:
-Bunlar senin, diye seslendi.
Çocuk daha da artarak, bön bön bir Serdar’a bir ayak-kabılara bakıyordu.
Selim Bey yaklaştı ve:
-Haydi oğlum, giy bakalım ayaklarına, dedi.
Bunun üzerine çocuk ayakkabılardan birini kaptı, ayağını soktu, fakat ancak parmakları girebilmişti.
Çocuğun ayakları da kafası gibi büyüktü, vücudu ise çok zayıf kalmıştı. Dilenci çocuk baktı ki ayakkabı küçük, boyun bükerek ağlamaklı bir sesle mırıldandı:
-Ayağıma olmuyor.
Ayakkabıları aldılar. Serdar babasına baktı, üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Yürüdüler.
Birkaç sokak geçtikten sonra, bir fakir çocuk daha görmüşlerdi. Bu, dilenci değildi. Üç tekerlekli sakat arabasına oturmuş, önündeki bir sehpaya yerleştirdiği ayna, tarak, sakız gibi şeyler satıyordu. Asıl yardım edilecek birini bulmuşlardı. Sevinçle yaklaştılar.
Serdar yine ayakkabıları uzattı, yumuşak ve tatlı bir sesle:
-Bunları sana versem kabul eder misin? dedi.
Çocuk başını eğerek, belden aşağısını örten battaniyeye baktı, sonra dolu dolu gözleriyle Serdar’ı ve Selim Bey’i süzerek:
-Benim ayaklarım yok ki, diye inledi. Battaniyeyi kaldırmış, dizlerden aşağısı olmayan bacaklarını gösteriyordu.
Serdar beyninden vurulmuş gibi olmuştu. Bir şeyler söylemek istedi, dudaklarından dökülen seslerden kendisi de bir şey anlamadı. Ağlayarak, oradan koşarcasına ayrıldı. Selim Bey peşinden yetişti ve kolundan tuttu. Beraber hızla uzaklaştılar.
Serdar bir daha sarı çizmelerin sözünü bile etmedi.
----------------------------------------------------------------
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.