- 780 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Allah kötülüğün varolmasına neden izin veriyor?
Bir Serikatilin Doğuşu öyküsünde Ali Rıza Arıcan diyor ki: "Hayat belli bir yaştan sonra salt intikama dönüşür. Ne kadar masum görünse de, azıcık dibini kazısak, ortayaş üstü herkesin hayatının ’yaşanmamış bir hayattan alınan intikamlardan’ ibaret olduğunu görürüz." Yaşanmamış bir hayattan intikam almak... Galiba bununla ilgili birşeyi Orhan Pamuk’tan da işitmiştim. O da diyordu ki: "Yazmak yaşanmamış hayattan intikam almaktır."
Bu cümleler, her nedense, Kış Uykusu filmini izlerken hatırıma geldi. Zihnimde döndü durdu. Biraz kendi hayatımı düşündüm. Biraz filmde kurgulanmış hayatlara baktım. Biraz da tanıdıklarıma uzandım. Hepsine aynı hakikaten az-çok izleri var gibi geldi. Nedir o hakikat peki? İntikam hakikati.
Evet. Hepimiz maruz bırakıldığımız şeylere karşı içimizde bir gayz duyuyoruz. Kimimizde şiddetli kimimizde zayıf. Kimimizde kırıcı kimimizde kırılgan. Kimimizde alabildiğince dışa taşan kimimizde içe kapanan. Kimimizde dışımızı boğduğumuz kimimizde içimize düştüğümüz. Bir intikam var. Bu intikam açlığı bazen bizi inadına hayatta tutuyor bazen de öldürüyor.
Yaşlandıkça bir koltuk değneği gibi daha çok yanımıza-yamacımıza sırnaşıyor. Misafirlikten evsahipliğine geçiyor. Ağırca bir köşemizi tutuyor. Kalpte yolüstü bir yeri kendine yurt yapıyor. Çıkmıyor. Her rahatsızlıkta "Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten!" diyerek çığlığını sesimize katıyor. Bir akım yükseltici gibi şeylere duyduğumuz öfkeyi çoğaltıyor.
Artık hiçbirşeye duyulan öfke ’yalnızca o şeye’ duyuluyor olmuyor. Bir kem maziyle birlikte beyne/kalbe hücum ediyor. Öfke kine dönüşüyor. Kin nedir ki zaten? Kin, kanaatimce, eski öfkeleri saklamaktır. Toplamaktır. Kinlenilen insana karşı duyulan öfkeler unutulmaz. Birikir. Birikir. Birikir. Hatta çoğalır. Başka başka nedenlerle de cephelerimize hücum eder.
Mürşidimin tasvir edişinde olduğu gibi: Geçmişin ve geleceğin ordularıyla da savaşan sabır birliği dağılmaya mahkûmdur. Çünkü gücü ancak bugüne yeter. Kendimden misal vereyim: İstanbul’da yaşadığım her sıkıntı beni alıp 1999 yılına götürür. İstemediğim halde yaşamak zorunda bırakıldığım bu yerle aramızda geçen geçimsizlikler, âdeta neşterle açılan yaralar gibi, tenimde birikir. Çünkü aşılamayan bir mazisi vardır. İstenmeyen bir geleceği vardır. İzleri vardır. İzleyecekler vardır. Bir yerde iradem ketmedilmiştir. İradenin yaraları, eğer sonuçları geri alınamıyorsa, unutulmaz. Tekrar tekrar kanamaya devam eder. Yaralar açılmaya müheyya kalır.
Zira o düzlemde artık seçilen hiçbirşey yalnız değildir. Her yeni seçimin kuyruğu bir önceki seçiminizle bağlıdır. Geri dönüp ilk düğümü çözemediğiniz takdirde kuyruklar birbirlerine ilenir gider. Uzaklaştıkça geridönüşler de güçleşir. Evet. Aynen böyledir. Uzaklaşılan güzelleşir. Kusurları görülmez olur. Unutulan yerleri düşlerle onarılır. Ve siz tahayyülünüzdeki o güzele bakarak bugün karşılaştığınız her yüze düşmanlaşırsınız. Yalan değil. Bahtında böyle bir yara olan herkes Leyla’sı elinden çalınmış bir Mecnun’dur. Mecnunca hareketler etmesi de gayet normaldir.
İrade sahibi olmanın bedellerinden birisidir bu galiba. İrade sahipleri, birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler, çatışırlar. Birbirlerine karışırlar. Birbirlerini örselerler. Birbirlerinin renklerini kaparlar. Birbirlerinin varoluşuna çeşitli tonlarda engel olurlar. Anneler ki, evladını sevmekte rakipleri yoktur, bir noktadan sonra evlatlarının hayatlarının gırtlağına çöken de olabilirler. Çünkü irade sahiplerinin yakın olunmak kadar uzak olunmaya da ihtiyaçları vardır. Yardım edilmek kadar yardımsız bırakılmaya da muhtaçlıkları vardır. Yanlarında olunması kadar yalnız bırakılmaya da gerek duyarlar. İrade bu yalnızlık duygusundan beslenir çünkü.
Başka bir iradenin onlara bırakacağı boşlukta diğer iradeler nefes almaya başlarlar. Sorumluluk yüklemek/yüklenmek bu yüzden iradeyi geliştirir. Kendisi adına başkasının seçim yapmadığı irade kendi seçimlerini yapabilme yeteneğini arttırır.
Aslında dünyadaki imtihan sürecimizde de bu hakikatin hakkı vardır. Cenab-ı Hak, akıbetimizin ne olduğunu/olacağını bildiği halde, bizi neden dünyaya göndermiştir? Bence dünyaya gönderiliş sebeplerimizden birisi de, onun, yarattığı iradelerin mahiyetini en iyi bilen oluşudur. İrade-i külliyenin bizlerdeki irade-i cüzîyelere imtihan vesilesiyle bıraktığı alan, yani doğruyu veya yanlışı seçebilirlik alanı, bizi cennete layık gelişmişlikte iradelere sahip kılacaktır. Bediüzzaman’ın tabiriyle ’Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz’ bu dünyada. Teklif vardır ama aksini seçilemez kılan bir ısrar yoktur. ’Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!’ bir yasa yoktur.
Bu meselenin birinci tarafı. İkinci tarafında ise, Enfâl sûresinin buyurduğu ’beyyine’ hakikati vardır ki, kısacık bir meali şöyledir: "Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." Evet. Hakikaten de ’gözüyle görmenin’ insanın içinde doldurduğu bir boşluk vardır. Kendisine ’ateşle oynarsa yanacağı’ söylenen hiçbir çocuk ’ateşle oynarken elini yakan’ çocuk kadar ikna olmuş değildir. İçkinin kötülüklerini işiten hiçbir kulak alkolizm batağına düşüp hayatı kayan müptela kadar uyanmış değildir. Sorumluluk yüklenmesine izin verilmemiş hiçbir genç, sorumluluk alıp hatasını da yapan, ancak bundan dersini de çıkaran kadar dikkate kavuşmuş değildir. Bu açıdan mahşer meydanında insanların Cenab-ı Hakka karşı utançlarında hiçbir boşluğun kalmaması, onlara yaşayarak eylemlerini bizzat gösterilmesi, kaydedilmesi ve hatırlatılmasıyla mümkündür.
Yani imtihan insanın fıtratının gerektirdiği birşeydir. Fakat, burada bir nefes alıp, yüzümüz tekrar Kış Uykusu’na dönelim. Nihal karakterini canlandıran Melisa Sönmez’in Aydın karakterini canlandıran Haluk Bilginer’de en çok yakındığı şey neydi? Kibir, çok bilmişlik, alaycılık, otoriterlik... Bunların hepsini kuşatacak bir cevap bulabileceğimizi düşünüyorum. Bakalım katılacak mısınız? Benimki şu: Aydın, Nihal’e hayatını yaşayabileceği bir boşluk bırakmıyordu, iradesinin nefes almasına izin vermiyordu. Üzerindeki kontrolcülüğü, bilgice/tecrübece üstünlüğü, bir de hepsinin üzerine tuz basan kibirli tavrı Nihal’in kendisini yetersiz hissetmesine neden oluyordu.
Ve, dikkat edilirse, film boyunca Nihal hep aydınla arasında bir mesafe bırakma peşindeydi. Bu mesafe kendi renklerini, bir anlamda kendisine üflenen varlık sırrını, Nihalce bulduğu kıvamla, yani orijinalliğiyle ortaya koymanın gayretiydi. Yahut da fıtrî arzusuydu. Aydın’ın olduğu her yer lebaleb Aydın’dı. Nihalse bu kadar aydınlık istemiyordu.
Necla (Demet Akbağ) da ’kötülüğe karşı koymamak’ dediği yerde bence bu sırrın kenarında geziniyordu. Tıpkı bir sineğin tabağın kenarında gezinmesi gibi... Onun karşı koymamak istediği kötülük aslında bir başkasında beğenmediği varoluş rengiydi. Diyalogları alıntılayarak yazıyı uzatmak istemiyorum. Ancak, gerek abisiyle arasında geçen konuşmalar gerekse Nihal’le girdiği tartışma nazara alınırsa, aynı hakikate dokunulur gibime geliyor.
Necla, abisi Aydın’ın bir tık ilerisindeydi. Çünkü topluma baktığı yerin rahatsızlığını duymaya başlamıştı. Şeyleri zorladıkları değişimin, geliştirdikleri alaycılığın veya tenkidin mutluluk getirmediğini görüyordu. Herşey istedikleri gibi olmak zorunda değildi. Belki kendilerinin kötülük sandıkları iyilikler de vardı. Varlıklarına müsaade edilmesini isteyen başka şeyler, seçimler, iradeler de bulunuyordu. Bunlar böyle onlar da öyle olmalıydı. Aydın’a her eleştirdiğinde kendisine de kızıyordu.
Nihal’in de İsmail’den (Nejat İşler) böylesi bir ders aldığını düşünebiliriz. Filmde sıklıkla anılan ’kötülüğün yollarının iyi niyet taşlarıyla örülmüş olması’ durumu İsmail’in tavrıyla Nihal için görünür oluyordu. Nihal, kendince, çok büyük bir iyilik düşünse de, yaptığı şey muhatabı tarafından hakaret olarak algılanmıştı. Yani iradelerin çatışmasını iyi niyetler de gidermiyordu. Herkesin kendi varoluşuna düşkünlüğü vardı.
Ve filmin sonunda herkes bir parça dersini almış olarak Kış Uykusu’na yattılar. Kendi bölgelerine çekildiler. Necla, Aydın’la yaşadığı tartışma üzerinden; Aydın, Nihal’le yaşadığı çekişme canibinden; Nihal, İsmail’le yaşadığı anlaşmazlık zemininden kendi bölgesine yükseldi. Ötekine varolması için alan açtığı bir noktaya çıktı. Yılkı atı serbest bırakıldı. Aydın, bütün o ’kimseye ihtiyaç duymayan aydın’ karizmasına rağmen uzaklaşamadığını gördü. Belki biz de biraz serbestlik kazansak takıldığımız taşlarda aynı şeyi göreceğiz. Ve belki imtihan da bunun için var. Allah, bize alan açıyor, kötülüğün varolmasına izin veriyor, ondan irademizle kaçalım diye. Kötünün kötü olduğunu kendimiz farkedelim diye. Tıpkı Necla’nın arzuladığı gibi.