- 415 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yatıkınlık 2
Bir sistemin çevresiyle merkez referans noktası arasında bilgi, haber ya da enformasyon akışı olmalıdır. Bir ittifak önce kült merkezinin bitişik çevresi olmakla bu işi çözmüşler. Ne var ki mesafe uzayıp kült merkezi çevresi genişledikçe bilgi akışı kesilmiş
Bu bariyeri iki o günler için şekilde aşarsınız. Ya günlük merkezden çevre yerleşkelere gidersiniz. Ya her bir çevre yerleşkesinden merkez doğru ve merkezden de her bir çevre yerleşkelerine doğru haberciler (ulaklar) çıkarırsınız.
Her gün bir yerleşke merkezine gitmek sistemin verimliliği ve gelişmesi açısından hantaldır. Yani bir yere ulaşsanız bile o esnada diğer birçok yerlere ulaşamaz olmanızdan ötürü aynı anda birçok yerle olan bilgi akışı kesilir.
Engeli aşamanın ikinci yolu pek verimli ve oldukça hızlıdır. Birinciye göre kat kat iyidir. Bu durumda ulaklar merkezin gözü, kulağı, eli, kolu olan bir organizasyon olmakla organizasyon, merkezle çevresi arasındaki zaman mekân engelini aşar.
Yönetim merkezi ile genişleyen yönetim çevresi arasında oluşan ikinci olumsuz süreç işte buydu. İttifakın alan çevresi ile ittifakın yönetim merkezi olan çevre birimleri arasına giren; “araya girmekle her iki birime zaman mekân aralığı veren organizasyonun aşılmasıydı. Zaman ve mekânın çevre alanı ile çevre yönetim merkezi arasına yaptığı perde, sürece bir sütre oluyordu.
Merkeze göre sütrenin gerisi ittifakın çevresiydi. Sütrenin çevrelediği beri de, yönetim merkeziydi. Sistemin merkezine göre olan dış çevresi, sütre içindeki alan yönetim merkezi olmasıyla; yönetim merkezi sistemin beyniydi. İnşa oluşun çekirdeğini oluşmanın imajı konumundaydı.
Perdeleyen sütrenin atmosferi vardı. Alan ağırlık merkezi olan çekirdeği vardı. Çekirdek içinde yönetimin beyni olan tüzeli oluş vardı. Tüzeli alan yöneten kişiler girişmeli oluyordu.
Yöneten kişiler yönetimin beyni olan tüzeli duruma kişisel duygunun, kişisel hoşlanmanın, kişisel tamahın, kişisel keyfiliklerin de sisteme daha çok sokulması olmakla kişisi hırslarla yöneten sistemin enfekte edilmesiydi. Bu keyfilikti. Bu keyfi irade sahibi olmanın kuruntusuydu.
Keyfileşme sistemin öznel kolektif ligini bozan ajanlardı. Tartışmalar içinde sisteme daha çoğu sokulan kişisi tamahlar; yönetimde bulunan kişilerde; haşmet, azamet, büyüklük ve kibri; oluşuyordu.
Yönetim içinde haşmet, azamet ve kibir sahibi olanların yaptığı bu düşünsel manipüleni tartışmalar; kuruntuya kapılmayan ilahlar ile yönetimin çevresindekilere de olası bir yansıması vardı.
Bu yansımalar taraf oluştu. Taraftarlıktı. Taraftarlık ya azamet ve kibre kapılmaktı. Haddini aşanlardan yanlıktı. Ya sürecin kolektif değerini baz alan had bilirlikle; büyüklenmemenin, kibirlenmemenin; taraftarlığıydı.
Bu taraftarlaştırıcı yansıma yönetenler gibi yönetilenlerin de sisteme yabancılaşmalarıydı. Gelişen sistemle bitlikte biriken zengin enerji depo kaynakları vardı. Bu kaynaklar sistemin kendi enerji tüketmesine ve inşa amortismanlarına aktarılıyordu.
Biriken zenginlik (maliye) üreten sistemin depo enerjisi olan ölü (geçmiş) emeklerin sürdürülür olmasına katkı vermesiyle kolektif amortismanlardı. Azamet içinde olan kişi amortisman olana benim malım mülküm demekle bunu kimi kişilere vermeyi dillendirmesi; yükselen bir moda düşünceydi.
Amortismanlar, kolektifin o nesne içinde birikip billurlaştırdığı ölü, donuk emeklerdir. Sistem kendisinin bu türden kolektif enerji harcanması tüneli bu amortisman kaynaklarıyla, geri yerine koyar. Sistem çevrimi için olan amortismanlar; hikmetinden sual olmaz denen azameti anlayışıyla zaten yönetim merkezinde bulunan seçilmiş, şanslı kişilerin kişisel sahipliğine verilir.
Daima kolektif güçle sağlanan amortisman, kişisel olmuştur. Yani kolektif güç kişinin ya da kişilerin olmuştur. “Vatan senden imdat istiyor” diyen her çağrı söylemler, sistemin hem kolektif oluşuna gizli bir atıftır. Hem de sistemin kolektif siz durumla inşaca bir sistem olamayacağına atıftır.
Sistemin çevrim enerjisi artık, güya “kişisel amortismanlar üzerinde karşılanır”. Bu karşılanma bin bir temenna ile hamiyetle, lütufla, şiltlerle; kısmen gerçekleşir. Sistemin kolektif gücü kişilere verilmekle, öznel olan azamet, büyüklenme, kibir kişi ile gerçek olur.
Kolektif gücün amortisman çevrimi ile kişisel zenginlikler amorti ve finanse edildi. Kişisi zenginliğin tartışması içinde ilk azamete kapılma duygu ve kibri “yöneten kolektif gücün” yöneten kişiye verdiği bir alan etkisiydi
Alanın yöneten kişiye kuple (yükleme) ettiği kişisi duyguydu. Yönetimin içinde, yöneten gücün o kişilere verdiği azamet, büyüklenme, kibir vardı. Yönetim içinde olup ta kibirce büyüklenme duygusuna kapılanlarla; yine yönetim içinde olup kolektif depo bilincini taşımakla haddi aşmayanların, yönetim çevresinde taraftarları oluşuyordu.
Kısaca yönetimin içinde bulunmakla yöneten kolektif gücün alan etkisine kapılan kişilerin, kendilerinde güç vehmetmeleri kişilerin kuruntularına dönüşüyordu.
Böylece sürecin gelişmesine bağlı olan yeni durumlarla hiç beklenmedik biçimde öznel ve nesnel yeni eğim alanları ortaya konuyordu. Bu eğim alanlarından birisi mülk dağıtma yetkisiyse; diğeri de bu “mülk dağıtmayı kendisinde güç olarak görmenin haşmetini oluşan yönetici kuruntularıydı.
Kuruntular sürecin bağıntılı, zorunlu ilişkilerinin kolektif liginin görülmesini önleyen kişisi hırslara dönüşüyordu. Ola gelen üreten inşa ya da kolektif sürece ilk yabancılaşma belki de bu nedenle hayli gelişmiş ön ittifaklar içinde başladı. Yani yöneten ve yönetilen alan etkisi yoğunlaşması bu tür yönetim merkezi ile çevrenin birbirine yabancılaşmasıyla başlamıştı.
İşte bu yabancılaşmayı veren kuruntu, azamet ve büyüklenme kibriyle haddi aşmanın verdiği algı yanılsamaları; yönetim içindeki birkaç kişiyle dile getiriliyordu. Bu azamet, kibir ve haddi aşmaya dayanakla yönetimin merkezi içinde birileri; “mülk bizim” diyordu.
“Biz mülkten dilediğimize dilediğimiz kadar veririz diyordu”. Hâlbuki dışta yüz binlerce yıl hiç kimsenin olmayan, hiç kimseye verilmemiş olmasıyla herkesin yararlanması olan verili düzeni içinde doğa vardı. Yine kolektif özneli bilinçle; yine hiç kimsenin olmayan ile girişen zorunlu ve kolektif üretim vardı. Kolektif üretim düzenli, garantili, kaygı ve stresten uzaktı. Herkese göre sağlatma olan bir sosyo toplumsa sistem olmakla vardı.
İşte “veririz” diyen söylem; zaten verili olan ve hiç kimsenin olmayan durumun içinde üretim yapılmasıyla yansıyan fikrin eyleme konuşu akıl almaz bir sömürü değerini oluşmuştu. Üretim yapılan mülkün sahipliği ve üretim yapılmayan alanların avcılık toplayıcılığa kapanması nedeniyle mülksüz kişilerin mülk sahibine tam bir teslimiyetini ortaya konuyordu.
Mülkle, üretim araçlarıyla girişemeyen kişinin üretim yapması muallakta (boşta) kalıyordu. Mülk sahibi de işlenmeyen toprakla da muallakta kalıyordu. Ama mülk sahibinin elinde birikmiş amortismanlardan olan depo enerji olduğundan muallakta kaldığı sürece depodan, kilerden yiyordu.
Oysa mülksüzler hem üretim nesnesinden yoksundu. Hem de kolektifin ortaya koyduğu depo enerjiden yoksundu. Kolektifin depo enerjisi rızk olarak ve mülkün huzur hakkı olarak mülk sahibine verilmişti.
Bu durumda mülkü olmayan kişi hemen yarın çalışmak zorundaydı. Avlanmaya da gidemezdi. Her yer El mülkü olmakla izne ve ahide tabiydi. Kişi yarın çalışmak yerine bu zorba duruma direnirse; depo erzakı olmadığından iki gün sonra mülkü olanın mülkü üzerinde çalışmak emek gücünü mülk sahibine bırakmak zorundaydı.
Böylece kişi yarı aç yarı tok bir lütuf kar, acıyan, merhameti bol olan bir hayata mahkûmdu. Mülkten yoksunluğa karşın mülk sahipliği olanların hücceti, azameti, kibri, haddi aşma kuruntusunun kendisiydi. Sistemin ola gelen, gerçeklerle bağı kopmuştu. Sütre gerisine göre, sütrenin içi sütre algısı içinde olmanın kuruntuları tartışıyordu. Mülk sahibi olan El kibirdi.
Bu nedenle ilk El mana anlayışı, bağıntılarından kopmuş bir yönetim merkezi anlayışının, kendilerinde vehmettikleri güç ve kuruntulardandı. Mülk sahipliği ile mülk sahipsizliği kişilerle fiziki bir sedimantasyondu ve yine kişilerle denksizlik olan fiziki bir alan yoğunlaşması olacağı açıktı.
Yani mülklüler olan, mülk sahipliği olan El’in mülk sahipliği kişi olarak mülksüzlere göre yoğunlaşmaydı. Mülk sahipliği köle emeği üzerinde sağlamayı garanti eden tutumla; “kişiye özgül ağırlık katıyordu”.
Özgül ağırlık, mülkü yani özgül ağırlığı kazanamayanlara göre seçilim ve yoğunlaşmaydı. Özgül ağırlık duygu düşünce oluşla kibir ve azametti. Eylemi tehdit ve vaatti. El böyle El olmakla; denksizdi, benzersizdi.
İlk El ’in duygu oluşla bu kuruntular doğrultusundan biçimlenmesi de olabildiğince gerçekti. Rızkı dağıtma işi, zaten bir yönetim anlayışını kendisinde vehim eden güç algısıdır. Bu nedenle “rızkları ben dağıttım” diyen El ‘in orijini; yönetim merkezinin potansiyelliği olsa gerektir.
El bu geleneksel söylemini kâh “rızkların dağıtanı benim” der. Kâh “rızkları dağıtan biziz” der. Sözünü koruyacağını, sözünün arkasında duracağına da söz verir. Böylece El olan, yöneten kimi kişiler azameti, kibri, büyüklenmeyi, haddi aşmayı tekil ve çoğul konuşurlar. El neden tekil ve çoğul konuşuyordu?
Kibir, azamet, büyüklenme, haşmet, had aşma gibi sıfatlar kolektif ittifak içinde gruplar tüzeli olmak adına mal sahipliğini yapan ve kolektifin mal (rızk) paylaştırmasını yapmakla yöneten bir alan etkisini kişinin kendi duyguları üzerinde ifade etmesiyle El mana anlayışı ortaya çıkmıştı.
El, kolektif polarma ile yöneten alan içinde oluşan kolektif durum enerjili bir yönetme sahipliğinin, kolektif gücü dağıtımıyla belirmişti. Gide gide El bu kolektif sahipliği ve dağıtan kolektif gücü kendisiyle sanmaya başladı.
El düşüncesi de zaten kolektif ligin yöneten dağıtan gücünün sahipliğiydi. Bu dağıtıma ve bu sahiplik ister tekil güç olsun, ister birkaç kişi ile çoğul güç olsundu. Bu had bilmezlik; kolektif güce karşı her zaman kibir azamet ve haddi aşmanın, gururuydu.
İlk El ve ilk vehme kapılan El yönetim merkezinde ortak gücü donanmış olmanın potansiyeli ile kontrolsüz konuşuyordu. İlk yönetim merkezi grup temsili yetki ve sıfatı olan kurulda kimi kişilerdi. Böylece El ‘in ilk sesleniş konuşması “biz” demekle çoğul olarak tarihsel olan ilk hitap startını da yapıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.