- 541 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İNİNİN DE, CİNİNİN DE
İNİNİN DE, CİNİNİN DE!....
Benim güzel Karacaören’im, zenginiyle, fakiriyle o ufak tefek, derme çatma, taştan ve kerpiçten yapma evlerinde nice kimseleri barındırdın. O kişiler ki yoksulluklarını bir nebze kendilerine dert etmedikleri gibi, zenginlerin de bunu kendilerinde bir kâr görüp ona buna ağalık taslayıp şımarmadılar. Bahçelerinde, bağlarında, tarlalarında, evlerinde, köy odalarında, anlayacağınız yaşamlarında başlarından bir sürü mizahi olaylar geçti. Bunlar dilden dile anlatıldıkça değişikliğe uğrayıp gitti de hiç kimse kağıda dökme cesareti göstermedi. Ben köyümün hoş görüsüne sığınarak olayları orada burada dinleyerek, gerek hayal gücümün yaratıcılığından, gerekse olayların çoğuna yaşamımda şahit olduğumdan “kimseyi küçük düşürmemeye, mirasçılarını rencide etmemeye” gayret göstererek yazma cesaretini kendimde gördüm. Öyküleri “laf olsun torba dolsun” diye değil, bilgilendirmek için uzun yazıyorum.
Raşit arkadaş canlısı, onlar için canını bile esirgemeyen, paylaşmayı bilen Garamiyalların Ahmed’in üç oğlunun en büyüğü idi.
Özelliklerinden dolayı adı neredeyse gerçek silinmiş “FEDAKAR” olarak bilinip tanınmıştı. Ömrü hep fakirlikle geçmiş, ama o bunu asla kendine mal etmemiş “kaderdir” deyip geçmişti. Fakirliğinin yanında çok acılar yaşamış, onlara fedakarca göğüs gerip, “Allah kösengiyi dibine kadar yakacak değil ya” diyerek kendini avutmuştur. Hasta hanımının, “Allah’tan gelene ne denir” diye bir gün düzelip sağlığına kavuşmasını ümitle beklemiştir. Yavan soğan katığı ortaya konduğunda ellerin “ballı baklavalı zengin sofrasına” özenmemişti. Tek oğul evladı Hasan’ı okutmak için sırtında köy bakkallarının şehirden aldığı matakları (bakkaliye çeşitlerini) köye taşımış, oğluna kucağında Kırşehir’e ekmek getirmiş, amelelik yapmış, kahvehane çalıştırmış, gündelikçi durmuş, bağ bellemiş, dağlarda at gütmüş, alın terini dökerken “Hasan’ı öğretmen görür müyüm?” hayalleriyle geleceğe hep ümitle bakmıştı. Herkes Almanya’ya işçi olarak giderken o parası olmadığı için “Almanya’nın hayalini” dahi kuramamıştı. O yıllarda köylük yerde traktör olmadığı için arabalara koşmak, çift sürmek, harmana sap getirmek, dövene koşmak gibi sayılmayacak kadar işlerde atlara büyük gereksinim vardı.
Atlar iş bitimi sonrası kışa kadar dağlarda bir çoban tarafından güdülür, kar yağınca da ahırlara çekilirdi. Kar kalktıktan sonra da ata gereksinim oluncaya kadar (çift-çubuk zamanı gelinecek) tekrar dağlarda yaylıma çıkarılırdı. O yıl Fedakar buğday karşılığı at çobanı durmuştu. Atlar dağlarda yayılırken çobanın azığı (yiyeceği) at sahipleri tarafından sırayla her gün getirilirdi.
Haftada bir gün çobanın köydeki ihtiyaçları veya zoraki hastalık vs. gibi durumlarda da yine at sahipleri sırasıyla “at gütmeye” giderlerdi. Atlar sabahtan akşama kadar Tereli, İn, Üçkuyu, Maden dereleri, Dalgara, Kartal Kuyusu, Yayla, Kozluca, Ağacalı diye Karacaören’lilerce anılan dağların akşama kadar yaylım yerlerinde yayılırlar, geceleyin de davar ağıllarına yakın yerlerde yatıp sabahlarlardı. Fedakar o gün akşama kadar o dağ senin, bu dağ benim at yaymış, akşam olunca da topladığı atları yayladaki çeşmede kana kana suladıktan sonra yayarak Kartal Kuyusu’na, oradan da Kırşehirlilerin “Dede Dağı” Karacaören’lilerin de “İsmail Sivrisi” dedikleri dağın köy tarafındaki alt eteğine getirmişti. Dört bir tarafı dağlarla çevrili olan irili ufaklı vadilerden oluşan bu yerde İbiş’oğlu Hacı Nuru’nun dağlarda yayılan davarının yatması için yaptırdığı “adıyla halen anılan” ağıla geldi.
Ağıla o an için davarlar daha henüz yatmaya gelmemişti. Atları ağıla sokacak gibi olduysa da “Çobanların işi belli mi olur, şimdi ben atları oraya yatırırsam onlarda davar sürüsüyle haydi birden gelirlerse!” diyerek bundan vazgeçip atları ağılın az uzağına yatırırdı. Hava kapalıydı. Arada sırada biraz yağmur çiseliyor, hava geri açılıp ay meydana çıkıyordu. Ne de olsa geceleyin havalar soğuk olduğundan “kırk yamalıklı kepeneği” sırtına almayı ihmal etmemişti.
Yorgunluk diz boyundaydı. Ayakta dikilirken bile dalıyor, atların kişnemesi, geviş alıp verirken arada hırlaması “ayak uykusu” keyfini bozuyordu.
“Şurada bari biraz kestireyim” diyerek az yürüdükten sonra ağıl duvarının dibine kös geldi. Beklediği çobanlar bir türlü ağıla gelmiyor, “çoban pilavı” hayalinde canlanırken gözü birden yumuluyorsa da irkilip tekrar kendine geliyordu.
Müdürün İsmail at arabası ile köylerde çerçilik yapan birisiydi, o gün atını kaçırmış, dağ, bayır, yorgun argın onu arıyordu. Aramaları sonuç vermemiş, son çare olarak “At belki Fedakerin in güttüğü atlara karışmış olabilir” ümidiyle geceleyin bazen ay ışığı, bazen yağmur ve karanlık derken Hacı Nuru’nun ağılının yolunu tutmuştu. Öyle de acıkmıştı ki gündüz rast geldiği davar, inek çobanlarının verdiği birkaç lokma da hep yürüdüğü için anında karnında erimişti.
“Hem atı bulurum, hem de çobanların pilavından yerim” diye düşe kalka ağılın yanına geldi. Karanlıktı, ortalıkta ne at, ne de bir adam gözüküyordu. Duvar dibinde uyuyan Fedakar’i az ilerisinde yatan atları görecek kişnemelerini duyacak durumda değildi. Duvarın üstüne çıktı. Bulut çekilmiş ay meydana çıkmıştı. Ağılı yukardan aşağı iyice kolaçan etti. Ortalıkta at mat görünmüyordu. Ayağı bir taşa değince “çat” diye bir ses çıktı. Fedakar çıkan sesle irkilip sağına soluna baktı. İsmail bir iki adım daha atınca duvardan taş seslerinin çoğalması, bir de yere taş düşmesi İreşid’i gayri, ihtiyarı tedirginleştirdi. Gözünü iyice açtı. Ay ışığı ortalığı aydınlatmıştı. Ay İsmail sivrisinin belden batmaya eğildiğinden dolayı Müdürün İsmail’in boyu beş altı metre gölge oluşturmuştu.
İreşid, yalnız olduğu için korkuyor, kafayı kaldırmaya “Kim o?” demeye cesaret edemiyordu. Zamanın birinde bacanağına Güdük İreşid’in Hasan köyde eski caminin önündeki Ali Çavuş’un Ali’nin bakkal dükkanının duvarına Çopur’un Üssük’le bir gece vakti sırtlarını dayamışlar laflıyorlardı. O anda caminin kapılarının büyük bir gürültüyle açılmasıyla ne olduğu belirsiz bir yaratığın Kağnin Irza’nın konağına kadar elli metre koşarak gitmesi, tekrar iki arkadaşın şaşkın bakışları arasında camiye uçarak girmesi o an iki arkadaşı çok korkutmuştu. Biraz sonra şoku atlatan iki arkadaş birbirinden ayrılıp evlerinin yolunu tutmuşlar, fakat aynı yaratık az sonra Üssüğ’ün önüne geçmiş, adam orada korkudan bayılıp kalmış, on-on beş gün korkudan kendine gelememiş yatak yorgan yatmıştı.
“Acaba böyle bir şey benim de mi başıma geldi?” diye korkuya kapılan İreşid, aniden büyük bir süratle dereyle yayla çeşmesine doğru koşarken Müdürün İsmayıl’da onun gürültüsünü duyup uzun gölgesini fark edince korkuyla İsmayıl sivrisi dağı yönüne doğru koşarak kaçar.
Olaydan on gün sonra Fedakar ile Müdürün İsmayıl, Kürd’ün Memmet Çavuş’un odasında tesadüfen bir araya gelirler. Cemaat kendi aralarında sağdan soldan konuşurken içlerinden yaşlı olan biri Fedakere dönüp, “Oğlum İreşid dağda, taşta ne var ne yok, yaylım bol mu” gibi sorular sorar. İreşid’e dağı, taşı, yaylımı cemaate bir bir anlattıktan sonra, “Şeyini şey ettiğimin ini mi,yoosam cini mi, her neyse geçen gece anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi. Neredeyse az daha korkudan çatlayacaktım. Hacıağa” dedi.
Daha henüz lafı ağzında bitmeden aniden ayağa kalkıp, “Ağzını bozma ula Fedakar küfür sana yakışmıyor” diyen Müdürün İsmayıl’ın sesi odada adeta yankılandı.
Mesele şimdi anlaşılmıştı. Durumu anlayan Fedakar, “Ula İsmayıl, olmaz olasıca, o geceki korkumdan dolayı eğer çocuğum olmazsa ölümlerden ölüm beğen” deyip hızla odadan ayrıldı.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 31 03 2012 KIRŞEHİR GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR.
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.